Tekil Mesaj gösterimi
Alt 19.09.2012, 01:07   #1 (permalink)
Myself
Bazen,gözlerinin tanımadığını yüreğin tanır.

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Kalbin kurduğu hayal: AŞK

Hayatın getirip insanın önüne koyduğu sorulardan en zoru, "Aşk nedir?" sorusudur belki de. Yaşanan aşk sayısınca cevap bulunmuştur bu soruya. Ya da yaşanan aşk sayısınca cevapsızlık...

"Aşk herşeyin başı, sonu ve ortasıdır" diyen La Cordaire, soruyu koyulaştırmaktan öte bir gayret göstermemiştir mesela. Öyledir, "Aşk nedir?" sorusu cevaplarıyla koyulaşan bir soru olarak eskimezliğini sürdürmektedir insanlığın eskimiş onca sorusu arasında. Her daim kendini yenileyen, bir kere geldiği anlama bir daha gelmeyen ve çözülmeye başlandıkça daha çok düğümlenen ve cevaplandıkça daha bir sorulaşan bir sorudur: "Aşk nedir?"

Belki de aşkı bir tarife sığdırmaya çalışmakla daha en başından kaybediyoruz girdiğimiz savaşı. "Aşkı anlatabilmek için yeryüzünde var olan dillerden başka bir dil ister" diyen Eugene Delacroix haklıdır sonuna kadar belki de söylediğinde. Belki de aşkın bir yanımızı hep yanılgıya düşmüş gibi hissettiren hızıyla bir benzerliği vardır aşka bir tarif aramanın. Belki de aşk, dilsiz kalmaktır da, biz zorlayıp dururuz yine de kelimelere kendimizi.

Sonuçta dile gelen bütün tarifleri mantığın eseri olarak görmek gerekiyor. Oysa Antoine Bret’e göre "Aşkın ilk soluğu, mantığın son soluğudur". Mantığın buyurgan adımlarıyla yürüyerek ulaşabileceğimiz bir menzil değil demek ki aşk. O zaman, sırf bunu deneyip durmakla bile mahkum olabiliriz kaybolmanın içinde debelenip durmaya. Öyle ya aşk, kalbe gelen bir tarif olarak kalacak ve mantığın yüzüne bile bakmayacaktır belki de.

İşin içine kalp girince içerilere yönelmek ve sadece duygularla ilgilenmek gerekiyor. Bir tarif bulmaya hiç yeltenmeyen Bailey, aşkın geldiği yerle ilgili esaslı bir ihtimalden sözediyor: "Aşk dünyanın en tatlı mutluluğu ile en derin acısından yaratılmıştır". Bu, kalbin aklına yakın bir ihtimal doğrusu. Aşkın "tatlı mutluluğu"nu ve "derin acısı"nı hangimiz hissetmedik kıyasıya varlığımızda. Hangimiz yoğrulmadık aşkın bu sarhoş eden hamuruyla. Aşk hakkında bildiğimiz tek gerçek de bu aslında; hayat ağacının bu iki uzak dalı arasına kuruluyor aşkın akılları baştan alan salıncağı. O tatlı mutlulukların ve o derin acıların...

Ama mecaza dikkat kesilelim burada; aşkı bildiğimiz en ulu ağacın bile gölgesine sığdırmaya cüret etmeyelim. Öyle ağaç olmayan bir ağaç düşünelim ki, bir dalı dünyanın bir ucunda olsun, diğer dalı diğer ucunda. Ona öyle salıncak olmayan bir salıncak kuralım ki, bir bu ucuna uçsun o salıncak, bir diğer ucuna. Olsa olsa gel-gitine benzetmekle yetinelim aşkı, bu rüzgarlı uçuşmanın. Ya da eğer duymaya kulağımızın eni boyu yetiyorsa, "Aşk öyle engin bir denizdir ki, ne kenarı vardır, ne de ucu bucağı" diyen Mevlana’ya kulak verelim.

Kimilerine göre bütün bu gayretlerin nihayetinden geriye kalan tarifsizlik, tarifler içindeki en sarih tarife işaret eder. Öyle tarifsiz birşeydir ki aşk onlara göre, başka hiçbir şeyde olmayan bu berrak tarifsizliğiyle tarif edilebilir ancak. İsimsizliğin bir isim, sessizliğin bir ses, yangınsızlığın bir yangın olması gibi...

Bu noktada bir müşkülat da yok değil. Böylesine berrak bir tarifsizlik için, önce hayat sayısı kadar çok tarifin biraraya getirilmesi gerekiyor kaçınılmaz olarak. Çünkü böyle berrak bir tarifsizlik, yaşanmış bütün hayatlar bir kristal potaya damıtıldığında biriktirilebilir. Sadece bu mu; hayatların gerçekten yaşanması, gözlerin gerçekten görmesi de gerekiyor tarifsizliğe varacak tarifleri derlemek için. "Aşk gözle değil, ruhla görülür" diyen Sheakspeare haksız mı? Peki ya aşkı görecek ruhu hayatın içinde tutmak kolay mı?

Belki de kolay! "İnsan sevmeye başladı mı, yaşamaya da başlar" şeklindeki denklemi doğru olamaz mı Madame Scudery’nin? En azından içinden aşk geçen insanların bir itirazı olmaz bu denkleme. Onlar bilirler, aşk bitince hayat da biter; kalbin çarpıntısı durur. Geriye uzun ve çekilmez yaşamak taklidi ve kan pompalamaktan başka işe yaramayan bir et parçası kalır. Aşkı bir kez tadanın gerçeği artık budur. Ya da çıkarırsak baklayı ağzımızdan: Aşk ki, kalbin kurduğu en gerçek hayal!

Aslında bütün sözler birbirine benzer. Çelişkiler bile birbirini bütünler. "Aşk kulübeyi altından bir saraya benzetir" diyen Holty’nin coşkusu, "Aşkı kitaplara soktukları iyi oldu, yoksa belki de başka yerde yaşayamayacaktı" diyen Faulkner’ın hayal kırıklığı ile hiçbir biçimde çatışmaz. Çünkü aşkın ölçüsü kendisidir. Yalnız kendi terazisinda tartılabilir aşk. Aşkın karşısına çıkarken genelgeçer bilginin kılıçlarını kuşananlar, sadece komik duruma düşmez, yaralanırlar da.

Peki aşkın hiç mi kaidesi yok? Var tabii; ama bilinmeli ki kaidesini de kendi koyuyor aşk. Yani sadece kendi kaidesiyle bile, öteki bütün kaidelerin istisnası oluyor bizzat. Bir başka ifadeyle her aşkın hukuku kendine. Suçu ve cezası da... Öte taraftan aşkın dokunduğu herkesi önü alınamaz bir mahkumiyete sevkettiği de aşikâr. "Ben çiçek gibi taşımıyorum göğsümde aşkı / Ben aşkı göğsümde kurşun gibi taşıyorum / Gelmiş dayanmışım demir kapısına sevdanın / Ben yaşamıyor gibi yaşamıyor gibi yaşıyorum / Ben aşkı göğsümde kurşun gibi taşıyorum" mısralarında işte böyle bir mahkumiyetten, böyle bir bedelden sözediyor Sezai Karakoç. Aşkını göğsünde kurşun gibi taşımaya cesareti olanların, ömürlerine hiç durmadan kanayan bir yara eklemekten korkmaları beklenemez kuşkusuz. O zaman, hiç tereddüt etmeden söyleyebiliriz, korkularla sarmalanan hayatlardan beraat anlamı taşıdığını aşk mahkumiyetinin.

Dikkat edin, "aşk mahkumiyeti" dedik. Aşkı gündeliğinin eğlencesi olarak heybesinde bulundurmak isteyenlerin mahkumiyetleri bâki kalıyor. Aşkın bir namusu, sevmenin bir yolu yordamı olacak elbet. Edip Cansever’in pusulası bana uyuyor: "İçinden doğru sevdim seni / Bakışlarından doğru sevdim de / Ağzındaki ıslaklığın buğusundan / Sesini ses yapan sözcüklerden sevdim bir de / Beni sevdiğin gibi sevdim seni / Kar bırakılmış karanlığından". Evet benim aşktan yana yolculuğumun güzergâhı bu: Karanlığın içinde kar beyazlığı, kar beyazlığını çevreleyen hayat karanlığı... Uymadıysa size, aşkınız bir pusula sunacaktır size.

Söyledik ya başta; çözdükçe düğümleniyor aşkın yumağı. Çeliştikçe bütünleniyor aşk çiçeğinin toprağı. Durmak lazım ırmakların denizlerde kaybolduğu gibi sözlerin nihayete ulaştığı yerde.

Aşk tarif tutmaz biliyorum. Ama aşk bizim nafile tariflerimizle tarifsizleşsin diye söyleyeceğim kendi tarifimi yine de:

Aşk çift kişilik... biri yalnızlıktır.

Hak getire!..

GÖKHAN ÖZCAN
__________________

__________________
Yaşamı bir film gibi düşünmek lazım çeşitli içerisinde çeşitli rolleri barındıran bir film. Bu rollerin içerisinde ne artist , ne aktrist nede figuran olmalı insan. Senarist yönetmen olmalı kendi yazıp kendisi yönetmeli kendi yazdığımız bir film olmalı hayat. .
Myself isimli Üye şimdilik offline konumundadır Alıntı ile Cevapla