Tekil Mesaj gösterimi
Alt 01.10.2013, 17:09   #21 (permalink)
Kosovalı
...GALATASARAY...

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Kıssadan Paylar

Anlayış - Kültür

Kaliforniya'da Long Beach şehrindeki
Eyalet Üniversitesi'nde öğretim üyesi olarak ders verirken,
aynı sömestrde benim iki dersimi alan
bir kız öğrencim dikkatimi çekmeye başlamıştı.
Bu genç bayanın şu özelliklerinin farkına varmıştım:
Her şeyden önce çok güzel bir kızdı;
gözüm gayri ihtiyari ona gidiyordu.
İkinci olarak çok iyi bir öğrenciydi;
bütün sınav ve ödevlerde
en yüksek notu o alıyordu.
Ayrıca, çok hanımefendi, çok nezih bir kişiliği vardı.
Bölümün bir pikniğinde kız öğrencimin nişanlısıyla tanıştım ve
itiraf edeyim, ilk aklımdan geçen,
"Armudun iyisini ayılar yer" düşüncesi oldu.
Yukarıda özelliklerini saydığım o güzel kızın
bana tanıştırdığı erkek,yirmi yedi-yirmi sekiz yaşlarında,
saçı biraz dökülmüş, şişman denecek kadar toplu,
çirkin, kısa boylu biriydi.

Bu kişiye parası için yüz vermiş olabileceğini düşündüm.
Daha sonra öğrendim ki, bu genç adamın parasal gücü yok;
başka bir üniversitenin psikolojik danışmanlık bölümünde
doktora öğrencisi olarak okula devam ediyor ve
ileride akademisyen olarak kariyer yapıp profesör olmak istiyor.

Acaba benim güzel öğrencim bu adamda ne bulmuştu?
Bir hafta sonra ders çıkışı koridorda öğrencimin yanına yaklaştım ve
Sally adıyla anacağım öğrencimle aramızda şöyle bir konuşma geçti:

"Sally, nişanlınla nasıl tanıştığınızı merak ediyorum?

"Bir kilise faaliyetinde aynı komitede çalıştık;
o zaman tanıdım kendisini "

"Nesi seni etkiledi; hangi özelliklerini sevdin?

Sally, bir Amerikalı olarak bu soruyu hiç beklemiyordu.
Amerikan kültüründe, bu tür sorular
kişinin mahremiyetine tecavüz olarak kabul edildiğinden
pek sorulmaz. Amerikan kültürüne göre
ben o anda Sally'nin mahremiyetine 'burnumu sokuyordum.'

Şaşkınlığı geçince çok içten, gözlerinin içi gülerek,
"O şahane bir insan; o benim kahramanım!
Ben ondan çok şeyler öğrendim" dedi.

O anda ilk hissettiğim şey kıskançlık duygusu oldu.
Güzel bir kadının erkeğine,
"Sen benim kahramanımsın" duygusu içinde bakmasının
erkeğe verilmiş en büyük hediye olduğunu hissettim ve anladım.
Bu hediyeyi, hayatım boyunca hiç almadığımı biliyordum ve
o kişiyi kıskandım.

"Nasıl yani?" dedim.

"Frank bir yetimhanede büyümüş.
Yetim olmanın ne demek olduğunu bildiği için,
üniversite öğrencisi olunca,
yetimhaneden iki çocuğa ağabeylik yapma kararı almış.
Haftada on saatini onlara ayırıyor; onlarla buluşup oynuyor,
kitap okuyor, onları müzeye götürüyor.
Onların iyi gelişmesi için elinden geleni yapıyor.
Biri ameliyat oldu, hastanede yatıyor ve
Frank şimdi akşamları hastanede kalıyor,
geceleri ona bakıyor."

Yüzüme tokat yemiş gibi oldum. Utandım. Kendime kızdım.
Ben güya en yüksek eğitim düzeyine gelmiş biriydim ve
karşımdakini hala dış görünüşe göre yargılıyor ve onu
"ayı" olarak görüyordum.
İçimdeki pislikten utandım.
Bir süre sonra Sally'nin içinde yetiştiği aile ortamını
merak etmeye başladım.
Şöyle bir mantık yürüttüm: o adama baktığım zaman ben neden,
'Armudun iyisini ayılar yer' diye düşündüm? Çünkü ben,
içinde yetiştiğim ortamda sık sık bu benzetmeyi duyarak büyümüştüm.
İçinde yetiştiğim ortam beni nasıl etkilemişse,
Sally'nin içinde yetiştiği ortam da onu öyle etkilemiş olmalıydı.

Birkaç hafta sonra Sally'e,
ailesinin nerede oturduğunu sordum.
Los Angeles'in üç yüz elli km kuzeyindeki bir kasabada oturuyorlarmış.
Onun ailesiyle tanışmak istediğimi,
bunu mümkün olup olamayacağını sordum.
"Kendilerine bir sorayım,
eminim sizinle tanışmak isteyeceklerdir," dedi ve
iki gün sonra, "Ailemle konuştum;
sizinle tanışmaktan mutlu olacaklarını söylediler," dedi.
Dört-beş hafta sonra San Francisco'ya gidecektim,
Sally'nin ailesinin yaşadığı kasaba yolumun üstündeydi,
onlara uğrayabilir, onlarla tanıştıktan sonra yoluma devam edebilirdim.

Bu planımı Sally'e söylediğimde Sally,
"O gün ben de aileme gidecektim; isterseniz beraber gidebiliriz," dedi.
Ailesine haber verdi.
Onlar da sabah kahvaltısına gelmemizi söylemişler.
Long Beach'ten sabahın altısında yola çıktık ve
dokuz buçuk civarında Sally'nin ağabeyi Brian'ın evine vardık.
Sally'nin babası George orada buluşmamızı uygun görmüş.
Çok güleryüzlü bir aileydi.
Brian'ın, en ufağı dört yaş civarında dört çocuğu vardı.

Ziyaret ettiğim bu güleryüzlü sıcak ailede,
iki olay gerçekten dikkatimi çekti.
Bunlardan ilki, Sally'nin babası George'un torunlarıyla konuşurken
onların göz hizalarına inmesiydi.
Bunu o kadar doğal yapıyordu ki,
artık farkına varılmadan yapılan bir davranış olduğu belliydi.
Sally'ye, babasının torunlarıyla hep böyle mi konuştuğunu sordum.
"Evet" yanıtını alınca, kendisi çocukken de babasının,
onunla göz hizasına inerek mi konuştuğunu sordum.
"Evet, biz böyle biliyoruz.
Ağabeyim Brian da çocuklarıyla böyle konuşur;
ben de kendi çocuklarımla böyle konuşacağım.
Biz böyle biliyoruz", dedi.
Tüylerim diken diken oldu.
Ben üniversite öğretim üyesiydim ve
insan psikolojisi benim uzmanlık alanımdı ama
üç çocuğumdan hiçbiriyle göz hizasına inerek konuştuğumu hatırlamıyordum.
Kendime kızdım; sonra kendime kızmaktan da vazgeçtim,
beni yetiştirenlere kızdım. Sonra onlara kızmaktan da vazgeçtim ve
bütün nesilleri yetiştiren kültür ortamına kızdım.
Daha sonra kimseye kızmayacağımı anlayarak,
oradaki öğrenme fırsatından yararlanmaya karar verdim.
Torunlarının önünde diz çökerek konuşan dede George'a
"Beyefendi, çocukların göz hizasına inerek konuşuyorsunuz!" dedim.
Bana biraz şaşkınlıkla gülümseyerek,
"Tabii, onlar küçük insanlar!" yanıtını verdi.
Öyle bir bakışı vardı ki, bu bakış sanki
'Bu kadar doğal bir şey ki,
herhalde bunu herkes yapıyordur;
sen yapmıyor musun?' diyordu.

O bakışa karşı bütün yaptığım, mahcup bir gülümseme oldu.

Bu güleryüzlü sıcak ailede dikkatimi çeken ikinci olay,
Sally'nin ağabeyi Brian'ın davranışı oldu.
Brian, Pasifik ülkeleriyle ticaret yapan,
oldukça varlıklı biriydi.
Evlerinin büyüklüğünden, yüzme havuzundan, çiftliklerinden,
arabalarının türünden ailenin zenginliği belli oluyordu.
Kahvaltıdan sonra saat on bir dolaylarında telefon çaldı ve
Brian bir süre telefonla konuştu.
Ofisten arıyorlarmış, Koreli bir işadamı Los Anegeles'ta imiş,
kendisiyle görüşmek için helikopterle saat 14'te gelmek istiyormuş.
Başka bir randevusu olduğunu söyleyerek bu teklifi reddetmiş olan Brian,
bize durumu şöyle açıkladı:
'Dört çocuğum var ve her hafta biriyle dört saat başbaşa geçiririm.
Bugün dört yaşındaki kızım Mary'le randevum var.
Çocuklar çok çabuk büyüyorlar,
eğer dikkat etmezsen, bir bakıyorsun, büyümüşler ve
onlarla beraber zaman geçirme olanağı kaybolmuş.

Brian'ın yaşam vizyonunu sormadım, ama
davranışından nelere öncelik verdiği belli oluyordu.
Brian için çocukları şüphesiz en az işi kadar önemliydi.
Brian'ın yaşamında bununla ilgili bir pişmanlık duygusu,
bir 'keşke' olmayacak.

Sally'e sordum: "Baban seninle randevulaşır mıydı?"

"Evet", dedi, "yalnız benimle değil,
her çocuğuyla sırasıyla başbaşa zaman geçirirdi.
Ve ilave etti, "Biz böyle gördük, böyle biliyoruz.
Benim çocuğumun da babası böyle yapacak!".
Gülümseyerek, "Nereden biliyorsun?" diye sordum.

"Biz Frank'le konuştuk" diye cevap verdi.
Yine içim cız etti.
Daha doğmadan çocuğun gelişme ortamıyla ilgili bir bilinç oluşmuştu.

Kendi çocuklarıma içim yandı.
Evlenmeden önceki bilincimi, kafamın karmaşıklığını,
evlendiğim kıza ettiğim eziyetleri ve ondan da acısı,
kendi yavrularıma çektirdiğim acıları düşündüm.
Biraz daha düşününce kendimin de acı çektiğini anladım ve
bu sefer kendi çocukluğuma içim yandı.
Daha sonra babamın, anamın çocukluğuna içim yandı.
Ve son durak olarak ülkemin tüm çocuklarına içim yandı.

Yine kimseye kızamayacağımı anlayınca,
'bundan sonra ne yapabilirimle ilgili düşünmeye karar verdim.
İşte değerli okurum; yazdığım kitaplar,
verdiğim seminerler, hazırladığım televizyon programları,
'Ne yapabilirim?' sorusuna verdiğim yanıtların öğeleridir.
Sally'nin içinde yetiştiği ortamı görmüş ve
anlamış biri olarak onun davranışlarına şimdi daha iyi anlam verebiliyorum.
Sally, içinde yetiştiği ailede,
varoluşun beş boyutunu da doya doya yaşayabilmişti.
Çocuğun hizasına inerek onunla göz göze konuştuğunuz zaman çocuk,
'Sen varsın, sen doğalsın, sen değerlisin, sen güçlüsün ve
sen sevilmeye layıksın', mesajı alır ve çocuğun CAN'ı beslenir.

Çocuğuyla randevusuna sadık kalan baba,
'Seninle zaman geçirmek istiyorum, seni özledim',
mesajını güçlü olarak verir.
Çocuk bu mesajı zihinsel olarak değil,
sezgisel olarak alır ve
aldığı bu sezgisel mesajlar sayesinde çocuğun hamuru,
'Ben sevilmeye layık biriyim!' diye yoğrulur.

Bir ana babanın çocuklarına verebileceği en büyük miras,
varoluşun beş boyutunda beslenmiş ve buna inanmış güçlü bir CAN'dır derim

Doğan Cüceloğlu



Kosovalı isimli Üye şimdilik offline konumundadır Alıntı ile Cevapla