Tekil Mesaj gösterimi
Alt 30.03.2014, 01:51   #1 (permalink)
Jineps

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Türkiyenin Dış Politikası

Türkiyenin Dış Politikası
TÜRKİYENİN DIŞ POLİTİKASI
Etkin ve dinamik bir dış politika yapımı için sabit veriler (nüfus, din, dil, kültür, tarih, coğrafya) ile potansiyel verilerin (askeri, ekonomik ve teknolojik kapasite) birbirleri ile uyumlu bir şekilde kullanılması gerekmektedir. Bunun yanı sıra bir ülkenin stratejik zihniyeti, stratejik planlaması ve siyasi iradesinin sağlam temeller üzerine oturtulmuş olması sabit ve potansiyel veriler üzerinde bir çarpan etkisi yaratmaktadır. Sağlam ve kuvvetli sabit veriler ile gün geçtikte daha fazla gelişen potansiyel verilere sahip olan ülkemiz ise maalesef uzun bir süre boyunca dış politika bağlamında etkisiz ve pasif kalmıştır. Türkiye, diplomasideki bu durgunluğunun ve uluslararası arenadaki gelişmelere kayıtsız kalmasının bedelini çoğu kez ağır şekilde ödemiştir. Günümüz itibariyle farklı bir boyut kazanan Türk dış politikası ise bölgesel bir güç olma yolunda çeşitli hamlelerde bulunmaktadır. ‘Komşularla sıfır sorun’ politikası çerçevesinde atılan adımlar bu hamlelerin somut bir örneğini teşkil etmektedir. Bu çalışmada, başlıkta ifade edildiği gibi, cumhuriyetin kuruluşundan itibaren günümüze kadar geçen süre zarfında Türk dış siyasetinin ana parametreleri ele alınacak ve sonuç kısmında genel bir değerlendirme yapılıp bazı önerilere yer verilecektir.
Atatürk Döneminden II. Cihan Harbi’ne kadar Türk Dış Politikası:
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün dış politika hedeflerinin en tepesinde bağımsızlığın korunmasıolmuştur. Lozan Antlaşması ile milletlerarası alanda Türkiye’nin tanınması sağlanmış ve bu süreçten sonra ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ ilkesi ekseninde barışçıl bir siyaset takip edilmiştir. Bunun altında yatan en temel sebep ise yurt genelinde başlatılan inkılâplardır. Türkiye, iç politikada oldukça yoğun bir süreçten geçerken, dış politikada da yaşanan gelişmelere kayıtsız kalmamış ve güvenliğini sağlamak amacıyla çeşitli girişimlerde bulunmuştur. Kuruluşundan itibaren barışçıl bir politika izlediğini yukarıda belirttiğimiz Türkiye, 1932-33 arası yıllardan itibaren hamleler yapmaya başlamıştır. Nitekim 1933’te Almanya’da Nazilerin iktidara geçmesi ve İtalya’nın Akdeniz ve Balkanlarda ki yayılmacı emelleri sonucunda Türkiye, Yunanistan, Yugoslavya ve Romanya ile bir anlaşma imzalayarak, Balkan Antantı oluşturulmuş ve Batı sınırlarının güvenliği sağlanmaya çalışılmıştır. 1936’ta ise Montrö Boğazlar Sözleşmesi ile Boğazlar üzerinde Türk hâkimiyetini kısıtlayan maddeler değiştirilmiş ve diplomasideki bu hareketliliği 1937’de oluşturulan Sadabat Paktı izlemiştir. Türkiye, İran, Irak ve Afganistan arasında imzalanan bu saldırmazlık paktı ile Doğu ve Güneydoğu sınırları güvence altına alınmıştır. Atatürk dönemi Türk dış politikasının tartışılmaz en büyük başarısı ise Hatay Sorunu’nun çözüme kavuşturulmasıdır. Fransızlar ile imzalanan Ankara Antlaşması sonucunda Türkiye sınırları dışında kalan Hatay’ın ülke topraklarına dâhil edilmesi, Atatürk’ün uyguladığı dış siyaset sayesinde ölümünden kısa bir süre sonra gerçekleşmiştir. Atatürk dönemi dış politikası etkin ve atak bir yapıya sahip iken, Atatürk’ün ölümünden sonraki süreç için aynı şeyi söylemek mümkün değildir. Milli Şef dönemi boyunca, birkaç istisna hariç, dünyada ki gelişmelere karşı daima mesafeli durulmuş ve bundan dolayı Türkiye şartların gayet uygun olduğu zamanlarda dahi kendisine ilke edinmiş olduğu izolasyon ve denge politikası sebebiyle bir çok fırsatı kaçırmıştır.

Soğuk Savaş Süreci ve Türkiye’nin Batı’ya Entegre Edilişi:

Türkiye, II. Dünya Savaşı’na katılmayarak sonucu belli olmayan bir serüvene girmek istememiştir. Her ne kadar bu hususta dış politika açısından başarılı olunsa da Türkiye, savaşa katılan ülkelerin çoğundan daha zor şartlar altında kalmıştır. Savaşın ardından dengelerin değişip farklı bir düzenin ortaya çıkışı esnasında Türk dış politikası önüne çıkan fırsatları adeta geri tepmiş ve bunun yanı sıra On İki Adanın Yunanistan’a verilmesine göz yumulması en stratejik hatalardan birini oluşturmuştur. Nitekim günümüzde Yunanistan ile yaşanan kıta sahanlığı sorunu göz önünde bulundurulduğunda bu hatanın ne derecede büyük olduğu anlaşılmaktadır.
II. Dünya Savaşı’nın ardından ortaya çıkan iki süper güç arasında yaşanan ideolojik, ekonomik ve jeopolitik çekişmeye verilen isim olan; Soğuk Savaş döneminde Türkiye, Batı safında yer almıştır. Bunun en önemli nedenlerinden biri ise 1946-47 yılları arasında SSCB’nin Anadolu’dan toprak talep etmesi ve Boğazlara yerleşme arzusundan kaynaklanmıştır.
Marshall Planı ve Truman Doktrini ile Türkiye artık ABD’nin etki alanına girmiş ve Demokrat Parti döneminde Kore’ye gönderilen askerler ile ödenen ‘kan bedeli’ sayesinde 1952’de NATO’ya kabul edilmiştir. NATO üyeliğinden sonra Batı’nın Türk dış politikasındaki önemi ve ağırlığı oldukça artmıştır. Menderes dönemi dış siyasetinde görüldüğü üzere Atatürk’ten kalan miras devam ettirilip, Türk diplomasisinin hantal yapısından kurtulması için büyük çaba sarf edilmiştir. Zira bu dönem içerisinde Batı’da ve Ortadoğu’da oluşturulan Balkan İttifakı ve Bağdat Paktı gibi yeni güvenlik sistemleri Atatürk döneminde rastlanan uygulamalar ile neredeyse bire bir örtüşmektedir. Menderes’in en büyük şansızlığı; bu girişimlerinin tam anlamıyla bir zafere ulaşmamış olmasıdır. SSCB ile Ortadoğu’da Mısır ve Suriye gibi ülkelerin Türkiye’nin öncülüğünde kurulan bu oluşumlara karşı açıktan cephe almaları, alınan başarısızlığın en önemli nedenlerinden biridir. Bu süreçten sonra Türkiye’nin özellikle iç dinamiklerindeki karışıklıklar sebebiyle, yeniden kabuğuna çekilmesi, Milli Şef dönemindeki pasif ve her şeyi sineye çeken dış politika anlayışının yeniden ortaya çıkmasına neden olmuştur. 1960- 80 arası Türk dış politikasının ana eksenini ise Kıbrıs meselesi oluşturmuş ve dış politika ajandasındaki diğer alanlar ihmal edilmiştir.
Günümüzde Şekillendirilen Yeni Türk Vizyonu:

Yıllarca, özellikle ideolojik kaygılar ve gereksiz yere yapılan düşman tanımlamaları sebebiyle, hiçbir etkinlik gösteremeyen ve pasifliğe mahkûm edilen Türk dış siyaseti kısa bir süre önce komşularla ilişkilerin en üst düzeye çıkarılması ve Türkiye’nin bölgesinde bir güç olma idealini, sağlamayı amaç edinmiştir. Öte yandan Türkiye artık dünyada ki gelişmelere kayıtsız kalmayıp, saygın bir konuma doğru ilerlemektedir. Çeşitli ülkeler ile vizelerin karşılıklı olarak kaldırılması, aralarında sorunlar bulunan ülkelerin Türkiye’nin arabuluculuğunu talep etmesi ve Türkiye’nin gün geçtikçe gıpta ile bakılan bir ülke haline dönüşmesi, yeni Türk dış politikasının başarılarından bir kısmını sergilemektedir. Tarihsel bağlarımızın oldukça kuvvetli olup ‘rengimizi’ dahi verdiğimiz Ortadoğu coğrafyasını yıllarca ihmal etmemizin ardından günümüz itibariyle atılan adımlar ile burada oluşan ‘olumsuz’ imajımız düzeltilmiş ve Türkiye artık bölgenin en önemli ülkesi konumuna gelmiştir. Türk dış politikası yıllar sonra ilk defa sabit verilerini etkili bir şekilde kullanmayı başarmıştır. Türk diplomasisi, kolları Ortadoğu, Balkanlar ve Orta Asya’da aktif bir şekilde hareket ederek edilgenliğinden kurtulmuş ve etkin bir hal alarak, belirleyici bir nitelik kazanmıştır.
Eksen kayması tartışmaları dış politikanın git gide bağımsızlaşması sonucu ortaya çıkmıştır. Buradaki soru işareti, Türkiye’nin Batı’dan kopup kopmadığıdır. Nitekim Türk dış politikasının daima Avrupa odaklı olmasına alışmış bulunan Batı ailesi, gün geçtikçe farklı bölgelerde faaliyette bulunan Türkiye’nin bu yeni vizyonundan endişe duymaktadır çünkü Türkiye, Batı’nın içine kabul etmemesine rağmen asla vazgeçemeyeceği bir ülkedir. Türkiye’nin ise tamamen radikal bir şekilde farklı bir boyuta geçip eksen değiştirdiğini söylemek doğru olmayacaktır. Batı’nın tüm çifte standardına rağmen halen Avrupa Birliği üyeliği için çalışmalara itinayla devam edilmesi eksen kaydımı yoksa kaymadı mı sorusuna bir cevap niteliğindedir.
Sonuç:

Atatürk’ün liderliğinde yürütülen Milli Mücadele sonucunda Avrupa modeli bir milli devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti, dış politikada öncelikle bu yeni kimliği ile uluslararasında kendini kabul ettirmiştir. Atatürk, Türkiye’yi modern bir ülke-devlet haline getirmek amacıyla başlattığı radikal inkılâplara paralel olarak Türkiye’nin dış politikasını da Batı’ya yöneltmiştir. Ancak bağımsızlık ve toprak bütünlüğü konusunda son derece hassas davranan Atatürk’ün bu politikası hiçbir zaman tek boyutlu bağımlılığa varan bir dış politika haline gelmemiştir. Nitekim Atatürk Batıya yönelik dış politikayı esas almakla beraber, Türkiye’nin coğrafi yerinin ortaya çıkardığı jeopolitik hassasiyet ile tarihi ve kültürel birikimine bağlı olarak çok yönlü bir dış politika izlemiştir. Böylece Atatürk döneminde izlenen aktif, gerçekçi, barışçı ve çok yönlü dış politika sayesinde Türkiye, önemli sorunlarını kendi lehine çözmüş, bölgesinde bir istikrar unsuru haline gelmesinin ötesinde sınırlı gücüne rağmen dünyada saygı uyandıran bir devlet haline gelmiştir.
İkinci Dünya Savaşından sonra güvenlik endişeleri ve ülkenin kalkınması için dış yardıma ihtiyaç duyulması gibi faktörlerin de etkisi ile Türkiye’nin Batıya yönelik dış politikası güçlenerek sürmüştür. Sonuçta, savaştan sonra ortaya çıkan Doğu ve Batı blokları arasında sınır devlet konumuna gelen Türkiye’nin Batı’nın gözünde stratejik önemi artmış ve Türkiye NATO’ya alınmıştır. Dolayısıyla Türkiye’nin Batı ittifakına dahil olmasında jeopolitik yerinin önemi birinci derecede etkili olmuştur.
Türkiye NATO’ya girdikten sonra, güvenlik endişelerini çözümlemiş, ancak bütün uluslararası olayları bu ittifakın perspektifinden değerlendiren tek boyutlu bir dış politika izlemeye başlamıştır. Bu dönemde Atatürk’ün “Yurtta Sulh Cihanda Sulh” ilkesi de tamamen statükoculuk olarak algılanmış ve Türk dış politikası pasif bir yapıya bürünmüştür. Bundan sonra Batıya yönelik dış politika ve statükoculuk Türk dış politikasının değişmeyen temel özellikleri haline gelmiştir. Soğuk savaş döneminde bazı sorunlara rağmen, Türkiye’nin stratejik önemi sebebiyle Batı bloku nezdinde Türkiye vazgeçilmez hissini korumuş, Türk devlet adamları da bu önemi sürekli vurgulamışlardır.
Türkiye 1960’lı yılların ortalarında Kıbrıs bunalımı yüzünden içine düştüğü yalnızlıktan kurtulabilmek için dış politikasında çok yönlü bir açılım içine girmesine rağmen temel dış politika tercihinde bir değişiklik yapmamıştır. Nitekim bu dönemde Türkiye Kıbrıs Barış Harekatı dışında uluslararası sistemi ve bölgesel ilişkileri temelden etkileyecek bir dış politika davranışı içine girememiş, sadece dış politikasına çok yönlülük kazandırma çabalarını artırmıştır. Dolayısıyla 19901ı yıllara kadar Türk dış politikası genelde Soğuk Savaş’ın küresel politikaları çevresinde yürütülmüştür. Soğuk savaş döneminde Türkiye dış politikada belli dönemlerin haricinde hareketsiz kalmış, dış politika-ekonomi bağı yeterince kurulamamış, dış politika coğrafyası sınırlı tutulmuş, Türk dış politikası mevcut ve tarihi potansiyelin altında seyretmiştir. Sadece Türkiye’nin sahip olduğu stratejik önem dikkate alınarak bütün sorunların çözüleceği ve Türkiye’nin sonunda Batının ayrılmaz bir parçası haline geleceği hesap edilmiş, dış politikada gelecek için uzun vadeli araştırma ve siyasi planlamaya gerekli önem verilmemiştir. Sonuçta 1990’larda Doğu blokunu yıkılması ile dünyada meydana gelen hızlı ve köklü değişmelere hazırlıksız yakalanmıştır.
Soğuk savaşın sona ermesi Türkiye açısından önemli sonuçlar doğurmuştur. Bu dönemde Batı dünyasının gözünde kısmen stratejik önemi azalan Türkiye, AB’den dışlanma eğilimi ile karşı karşıya kalmış, ancak Balkanlardan Orta Asya’ya uzanan geniş Avrasya bölgesinde Türkiye için daha etkili bir rol oynama imkanı doğmuştur. Böylece Soğuk savaş yıllarındaki tek boyutlu Türk dış politikası çok yönlü bir hale gelmeye başlamıştır. Diğer taraftan Soğuk savaşın sona ermesine paralel olarak dünyada yaşanan işbirliği ve uzlaşma eğilimine rağmen, Türkiye kendini Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkasya gibi sıcak bir üçgenin tam merkezinde bulmuştur. Bu sebeple Türkiye karşılaştığı bu tehditlere karşı güvenliğini ve toprak bütünlüğünü her şeyin üstünde tutarak, dünyada yaşanan yumuşamaya rağmen silahlanmaya devam etmek zorunda kalmıştır.
Sonuçta 2000’li yıllarda Türkiye, coğrafi, siyasi, ekonomik ve kültürel anlamda çok boyutlu jeopolitik konumu sebebiyle, bölge-merkezli çok yönlü bir dış politika izleyecek güçlü bir ülke olma imkanı yakalamıştır. Çünkü Türkiye Balkanlar, Kafkasya ve Orta-Asya stratejik koridoru vasıtasıyla Asya-Pasifik bölgesine siyasi ve ekonomik olarak uzanabilecek büyük bir hinterlanda sahiptir. Türkiye’nin bu potansiyeli değerlendirebilmesi halinde Soğuk savaş yıllarında sahip olduğu jeopolitik vazgeçilmezlik niteliğinden daha fazla bir öneme sahip olacaktır. Bu bağlamda Türkiye yeni imkanları Avrupa ile ilişkilerini güçlendirecek ve AB’ne tam üyelik sürecini hızlandıracak bir avantaj olarak görmelidir. Bu çerçevede Türkiye Atatürk döneminde olduğu gibi uluslararası ilişkilerini milli çıkarlarını ön planda tutarak yeniden değerlendirmek ve tanımlamak durumundadır. Türkiye bu yeni değerlendirmede Avrupa ile ilişkilerini yapısal bağımlılık kalıplarını aşan, eşitlik ve karşılıklı fayda çerçevesi içinde bir ortaklık temeline oturtmalıdır.
Kaynakça:
1- ATATÜRK ARAŞTIRMA MERKEZİ DERGİSİ, Sayı 48, Cilt: XVI, Kasım 2000
2- Tayyar Arı, Uluslar arası İlişkilere Giriş, 2. Baskı, MKM Yayınları, 2010

__________________
Taklitler aslını yaşatır.
KIPSS.









Ben soğuk değilim,
siz cıvıksınız.

.
Jineps isimli Üye şimdilik offline konumundadır Alıntı ile Cevapla