Tekil Mesaj gösterimi
Alt 07.02.2015, 19:39   #1 (permalink)
DeRDeST
Süper Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
tick Tarihte Kullanılan Kavramlar - C

Tarihte Kullanılan Kavramlar - C

Celaliler (Celâlîler Celâlî İsyanları)

Anadolu’da; siyasî askerî idarî iktisadî ve sosyal sebeplere dayanarak İran desteğindeki Şiî propagandacılar tarafından çıkarılan isyanlara katılanlar.
Osmanlı Devleti'nin kuruluş ve yükselişinde tarikatlar şeyhler velîler ve dervişler birinci derecede rol oynamıştır. Osman Gazi ve haleflerinin etrafı din adamları Türkmenler ve evliya ile dolmuş daha ilk günlerde Osmanlı akınları gazâ mahiyetini almış ve bir gaziler devleti kurulmuştu. Böylece Türkistan’da başlayan Selçuklular Danişmendliler devrinde gelişen ve genişleyen gâzilik an’aneleri daha büyük bir hayatiyetle canlanmıştı. Osmanlılar ve gazâ yapan Türkmenler artık her tarafta âlimlere medrese şeyhlere zâviye ve imaret inşa ediyor ilim ve tasavvuf tam bir kaynaşma hâline gelmiş bulunuyordu. Bu sebepledir ki Selçuklu sultanları için gâzilik unvanı nadiren kullanıldığı halde ilk devir Osmanlı sultan ve beyleri hep gâzi sıfatı ile anılıyordu.

1447’de merkezi Erdebil’de bulunan Şeyh Safiyyüddîn tarikatının başına geçen Cüneyd dedelerinin ve Safiyyüddîn’in doğru yolundan ayrılarak Şiîlik propagandasına başlamış kısa zamanda etrafına pekçok kimse toplamıştı. Karakoyunlu hükümdarı Cihan Şah bundan huzursuz olduğu için Erdebil’den uzaklaştırmak zorunda kalmıştı. Nihayet Anadolu’ya gelen Şeyh Cüneyd dedelerinin nüfuzundan faydalanarak Türkmen boyları arasına sığındı. Buralarda yetiştirdiği sapık müritlerini İran ve Anadolu’daki Safeviyye ve Hurufî itikatlı Bektaşî hankâh ve zâviyelerine göndermeye başladı ve tarikat fertleri arasına Râfızîlik fikirlerini sokmakta başarılı oldu.

1502’de İran’da tarikatın başında bulunan Şah İsmail çoğu Anadolu’dan gelmiş yedi bin kişilik kuvvetiyle Nahcıvan Savaşında dayısının oğlu Akkoyunlu Elvend Mirzâ’yı yenerek Âzerbaycan’ı aldı ve Safevî Devleti'ni kurmaya muvaffak oldu. Daha sonra sırasıyla Akkoyunlu Dulkadiroğlu ve Özbek Hanlığı'nı mağlûbiyete uğratan Şah İsmail ayrıca Anadolu’ya gönderdiği halifeleri sayesinde Osmanlı ülkesinde karışıklıklar çıkartmaktan geri kalmadı.

Nitekim Osmanlı tarihlerinde Şeytan Kulu denilen Şah Kulu Baba Tekeli adında bir Şiî etrafına topladığı adamlarla Antalya ve Kütahya çevresinde büyük bir isyan başlattı. Üzerine gönderilen kuvvetleri bozguna uğrattı. Sivas civarındaki Kızılkaya geçidinde sadrazam Ali Paşa ile giriştiği çarpışmada öldürüldü. Fakat bu savaşta Ali Paşa da şehit düştü. 1512’de ise Anadolu’da yeni bir Şiî hareketi başgösterdi. Osmanlı ülkesinde şehzadeler arasındaki saltanat mücadelesinden yeterince faydalanmaya bakan Şah İsmail Nûr Ali Halife’yi Anadolu’ya gönderdi. Etrafına 20.000 kişi toplayan Nûr Ali Halife Tokat’ı zaptederek Şah İsmail adına hutbe okuttu. Osmanlılar için gittikçe korkunç bir hal alan ve tamamıyla Safevîlere dayanan Anadolu Kızılbaşlarının ortaya çıkardıkları bu buhran ancak Yavuz Sultan Selim Han zamanında halledilebildi.

Yavuz Sultan Selim Han 1514’te İran Şahı İsmail Safevî’yi Çaldıran’da mağlup ederek bozuk inanışlarının yayılmasını önledi. Bu bozgundan sonra Anadolu’nun çeşitli mıntıkalarına dağılan Hurûfîler 1519’da mehdîlik iddiasıyla ortaya çıkan Bozoklu Şeyh Celâl adında bir sapığın etrafında toplanarak Turhal’da yeni bir isyan çıkardılar. Ankara üzerine doğru yürüdükleri sırada Maraş Valisi Şahsuvaroğlu Ali Beyin ani bir baskınıyla bozguna uğradılar. Bozoklu Şeyh Celâl bozgun sırasında kaçmak istediyse de yakalanıp öldürüldükten sonra kesik başı İstanbul’a gönderildi. Yavuz Sultan Selim Hana büyük endişe veren bu hareketi bastıran Şahsuvaroğlu Ali Bey başarısından dolayı mükâfatlandırıldı. Osmanlı tarihçileri bu hadiseden sonra Anadolu’daki ayaklanmalara Bozoklu Celâl adlı sapığın adına izafeten Celâlîlik; ayaklananlara da Celâlî demişlerdir.

Celâlî hareketleri bu tarihten sonra Kanunî Sultan Süleyman Hanın son senelerine kadar bazı münferit vakalardan ibaret kaldı. Ancak 17. yüzyıldan itibaren bilhassa devletin savaş hâlinde bulunduğu dönemlerde bu isyanlar dışarıdan (İran’dan) yapılan teşviklerle artarak devam etti. Nitekim 16. yüzyılın sonlarında başlayan Osmanlı-İran ve Avusturya savaşlarının uzun sürmesi Anadolu’daki eşkıya zümresinin kuvvetlenmesine fırsat verdi. Bunlar arasında en tehlikelisi bilhassa huzursuzluğu gerçek bir ihtilâl hâlinde teşkilâtlandıran Karayazıcı Abdülhalim idi. Karayazıcı’nın çevresinde şekavetleri sebebiyle dirlikleri kesilen timar ve zeamet sahibi sipahi subaylarıyla hükümete küskün muhteris devlet adamları da bulunuyordu. Bu durum 16. yüzyılın sonlarından itibaren isyanların dinî olduğu kadar siyasî askerî idarî ve ekonomik olarak arttığını da göstermektedir.

Haçova Meydan Savaşı'nın sonunda Veziriâzam Cağalazâde Sinan Paşa'nın muharebeden kaçan kapıkulu halkıyla timarlı sipahilerin dirliklerini kesmesi ele geçenleri öldürüp mallarını müsadere etmeye başlaması üzerine kurtulanlar Karayazıcı’nın emri altına girdiler. Karayazıcı emri altında bulunanları tıpkı Osmanlı padişahlarının kapıkulu teşkilâtına benzer bir surette tertip ettirdikten sonra Sivas’tan Urfa’ya kadar uzanan sahada halka zulmetmeye başladı. Bu arada Urfa’yı zapt ile hükümdarlığını ilan edip; “Hâlim Şah Muzaffer Bâdâ” ibaresini ihtiva eden tuğralı fermanları etrafa gönderdi. Üzerine gönderilen Sinanpaşaoğlu Mehmed Paşa ile Hacı İbrahim Paşa kuvvetlerini bozdu. Bu başarılarından sonra Karayazıcı’nın etrafında 30.000 kişi toplandı.

Vaziyetin gittikçe tehlikeli bir hal aldığını gören İstanbul hükümeti Bağdat valisi Vezir Sokulluzade Hasan Paşayı Karayazıcı’nın üzerine gönderdi. Hasan Paşa Elbistan civarında Karayazıcı kuvvetlerini bozguna uğrattı. Aynı sene içerisinde vefat eden Karayazıcı’nın yerini kardeşi Deli Hasan aldı. Deli Hasan; biraderinin maiyetindeki sergerdelerden Kethüdâ Şahverdi Yularkaptı Tavil Ahmed gibi şahıslarla Sokulluzâde Hasan Paşa’yı Tokat’ta muhasara etti. Kuşatma sırasında Hasan Paşa 20 Nisan 1620 sabahı kale burçlarında dolaşırken Celâlîlerden birinin attığı kurşunla vuruldu.

Daha sonra üzerine gönderilen kuvvetleri bozan Deli Hasan’ın cesareti daha da arttı. Anadolu beylerbeyliğinin merkezi Kütahya üzerine yürüyerek şehri yaktı ve Afyon Karahisar taraflarına çekildi.

Avusturya ve İran harpleri dolayısıyla Anadolu vaziyetine bakamayacaklarını düşünen devlet adamları Deli Hasan işini sulh yoluyla halletmeyi uygun buldular. Nitekim Yemişçi Hasan Paşanın sadareti zamanında Deli Hasan’a Bosna beylerbeyliği ve maiyetindeki elebaşılara sancak beyliği ve kapıkulu süvariliği verilerek soygun ve zulümleri önlendi. Deli Hasan 12 Nisan 1603’te Gelibolu üzerinden Rumeli’ye geçerek Macaristan serdarı Lala Mehmed Paşa'nın maiyetine katıldı.

Deli Hasan Paşanın devlet hizmetini kabul ederek Rumeli tarafına geçirilmesiyle Anadolu’daki Celâlî hareketleri sona ermedi. Zira Deli Hasan’ın devlet hizmetine girmesine muhalif olan Tavîl Ahmed ve Saçlı gibi Celâlîler faaliyet hâlindeydiler. Âsilerin üzerine Anadolu’nun muhafazası için memur edilen Nasuh Paşa ile Anadolu beylerbeyi Gezdehân Ali Paşa gönderildi. Fakat her iki Paşa da Tavîl Ahmet tarafından Bolvadin Köprüsünde mağlup edildi.

Bu sırada; Ankara Kırşehir Kayseri Niğde Aksaray Konya Hamid ve Kütahya sancaklarında Celâlî zulmü bütün şiddetiyle devam ediyordu. Soğuk kış günlerinde köyleri basan Celâlîler çoluk-çocuk kadın-kız demeden herkese görülmedik zulümler yapıyorlardı. Ayrıca küçük oğlan çocuklarını kaçırarak yüksek fiyatla tekrar ailelerine satıyor yahut da yanlarında alıkoyarak Celâlîliğe alıştırıyorlardı. Halk merkeze gönderdiği arzlarda faaliyet hâlindeki Celâlî liderlerinin adlarını saydıktan sonra çocuklarının ve yağmalanan mallarının alınmaması hâlinde toptan göç edeceklerini bildiriyordu.

Artık Anadolu Celâlî eşkıyalarının hareket sahası hâline gelmişti. Bir âsî ortadan kaldırılsa yerine birkaç tanesi birden çıkıyordu. Nitekim bu yeni çıkan Celâlî gruplarından Kalenderoğlu ile Kara Saîd Saruhan’ı yağma ve tahrip ediyordu. Kınalı Bursa havalisinde dehşet saçıyordu. Muslu Çavuş Silifke’yi altüst etmekteydi. Cemşid Konya’dan Adana’ya giden boğazları tutmuştu. Fakat bunların en tehlikelisi Halep ve Lübnan civarındaki Canboladoğlu Ali Paşa isyanı idi.

Canboladoğlu’nun faaliyetleri sonucu Lübnan ve Kuzey Sûriye’nin de Celâlî ihtilâline katıldığı aylarda Osmanlı Devleti Zitvatoruk Antlaşması'nı imzalayarak yıllardır devam eden Osmanlı-Avusturya harbine son verdi.

Babası Sultan Üçüncü Mehmed Hanın Celâlî isyanları yüzünden üzüntü içinde öldüğünü bilen Sultan Birinci Ahmed Han bundan sonra Sadrazam Kuyucu Murad Paşa'yı tam yetkiyle Anadolu işlerine memur etti. Murad Paşa Anadolu’daki durumu iyice gözden geçirdikten sonra bunlardan öncelikle istiklâlini ilan eden Canboladoğlu üzerine yürüdü. İstanbul’la bağlantısını temin için yolu üzerindeki Kalenderoğlu’na güler yüz gösterip Ankara sancakbeyliğini veren Murad Paşa âsîlerin bir kısmını da affetti.

Konya’ya geldiği zaman başta reisleri Saracoğlu Ahmed Bey olduğu halde bir kısım Celâlîyi temizledi. İskenderun’a yakın Oruç Ovasında Canboladoğlu kuvvetleriyle yapılan şiddetli muharebe sonunda 26.000 Celâlî kılıçtan geçirildi. Maanoğlu Fahreddin ile bütün Dürzi kabileleri kaçtılar. Canboladoğlu güç hal ile İstanbul’a gelip padişaha iltica etti. Padişah da kendisini affederek Tameşvar beylerbeyliğine tayin etti. Bir sene kadar orada bulunan Canboladoğlu bilahare halka zulme başlayınca veziriâzam Murad Paşanın emriyle idam edildi.

Canboladoğlu kuvvetlerini dağıtan Murad Paşa kışı Halep’te geçirdikten sonra Celâlîlerin en tehlikelilerinden olan Kalenderoğlu üzerine yürüdü. Bu sırada Bursa’yı alan Kalenderoğlu kendisini sancakbeyi ilan etmişti. Murad Paşanın üzerine geldiğini öğrenince Konya’ya doğru çekilmek istedi. Fakat süratle gelen Kuyucu Murad Paşa Celâlî kuvvetlerini Maraş’ın kuzeybatısında Göksun yakınlarında yakaladı. 1608 yılında iki taraf arasında şiddetli bir muharebe vuku buldu. Murad Paşanın kazdırdığı hendeklere gizlediği yeniçerileri harbin en mühim anında birdenbire meydana çıkarıp hücuma geçirmesi savaşı lehine çevirdi. Bozguna uğrayan Kalenderoğlu ve kuvvetleri kaçmaya başladılar. Kaçanlar takip edilerek büyük kısmı imha edildi. Kalenderoğlu Bayburt yakınlarında biraz daha mukavemet gösterdikten sonra tamamen bozulup İran taraflarına çekildi.

Kalenderoğlu’nun takibine kuvvet gönderdikten sonra Sivas’a gelen Murad Paşa Tavîl Ahmed’in kardeşi Meymûn’un Kalenderoğlu’na iltihak etmek üzere 6000 eşkıya ile Tokat ve Karahisâr-ı Şarkî yoluyla Erzurum’a gittiğini haber aldı. Derhal ordudan ayırdığı seçkin 15.000 askerin başına geçen Murad Paşa ağırlıksız olarak yanına yalnız bir haftalık erzak almak suretiyle harekete geçti. Bu sırada doksan yaşında bulunan Murad Paşa altı gün altı gece takip ederek on iki konakta alınacak yolu yedi konakta alarak Meymûn’un kuvvetlerine yetişti. Murad Paşanın bu kadar süratle kendilerine yetişeceğini tahmin edemeyen şakîler eşyalarını hayvanlarına yükletirken bir baskınla kısmen imha edildiler. Kaçabilenlerden pek azı Kalenderoğlu gibi selâmeti İran’a kaçmakta buldu.

Murad Paşa bundan sonra gerekli asayiş tedbirlerini aldıktan sonra İstanbul’a döndü (18 Aralık 1608). İstanbul’a girerken ordunun önünde mağlup Celâlî zorba-başlarının kalın yazılarla yazılmış isimleri olan 400 bayrak gidiyordu.

Sultan Birinci Ahmed Han veziriâzam Kuyucu Murad Paşanın bu muvaffakiyetlerinden son derece memnun kalarak kendisine iki hil’at ve bir murassa sorguç ihsan eyledi.

15 Haziran 1609’da veziriâzam Kuyucu Murad Paşa İran Seferi bahanesiyle Üsküdar’a geçerek otağını kurdu. Hakikatte ise bu sefer Sultan Birinci Ahmed Hanla gizlice aralarında planladıkları üzere Anadolu’da halâ mevcut bazı eşkıya reislerini imha etmek içindi. Bunlardan Aydın ve Saruhan taraflarında Üveys Paşa kethüdası Yusuf Paşa ile İçel’de sancak verdiği Muslu Çavuş en önemlileriydi.

Murad Paşa Üsküdar’a geçtikten sonra Muslu Çavuş ve Yusuf Paşaya çeşitli vaatlerde bulunarak okşayıcı mektuplar gönderdi ve onları İran seferine katılmaları için orduya davet etti. Bunlardan Yusuf Paşanın orduya iltihak etmek üzere Üsküdar’a geldiğinde; Muslu Çavuş’un ise Karaman beylerbeyi Zülfikar Paşa’nın kuvvetlerine mülâki olduğunda başları kesildi. Bu suretle son iki eşkıya reisini de ortadan kaldırdıktan sonra Sultan Birinci Ahmed Han Murad Paşayı Anadolu’yu yeni baştan fethedip kendisine hediye eden bir serdar olarak takdir edip büyük ihsanlarda bulundu.

On üç on dört sene devam eden Celâlî eşkıyalığı dolayısıyla; Suriye Irak ve Anadolu adeta elden çıkmış gibi bir vaziyete girmişti. Asayiş kalmamış ticaret durmuş ve iktisadî durum çok gerilemişti. Nitekim tarihçi Hammer Avusturya savaşının devlete Celâlî fetreti derecesinde insan ve para kaybettirmediğini yazmaktadır. Ayrıca Celâlîlerin Safevîler tarafından teşvik görmesi ve içlerine Şiî unsurların katılması meseleyi daha da ciddîleştiriyordu.

Murad Paşa yalnız Celâlîleri değil onlarla uzak ve yakından temasları olan ve yataklık edenleri de öldürttü. Tarihî kayıtlara göre Kuyucu Murad Paşanın üç sene devam eden temizleme faaliyeti neticesinde; toplam 65.000 kişi öldürülmüştür.

Murad Paşa; gayretli dindar üstün komutanlık idarecilik diplomatlık ve devletin çıkarlarını her şeyden üstün tutan bir şahsiyete sahipti. Tecrübeli samimî ve ileri görüşlü olduğundan icraatlarında tavizsiz hareket ederdi. Tarikat ehli olup her hafta Kur’ân-ı kerimi hatmeder insanlara zulmetmeyi hiç sevmezdi. Ancak devlet ve millet düşmanlarına karşı çok şiddetli davranır hiç fırsat vermezdi. Bu davranışı sayesindedir ki Anadolu’yu temizleyerek tehlikeli vaziyetin önünü almaya muvaffak oldu.

Daha sonraki yıllarda Anadolu’da buna benzer kaynaşmalar ve isyanlar oldu ise de hiçbir zaman Kuyucu Murad Paşadan önceki genişliğe ulaşmadı.

Genç Osman’ın yeniçeriler tarafından öldürülmesinden sonra Erzurum valisi Abaza Mehmed Paşa 1622’den 1628’e kadar yeniçerilere karşı intikam hissiyle hareket edip çok kan dökülmesine sebep oldu. Ancak Sadrazam Hüsrev Paşa tedbirli siyaseti ile kendisini isyandan vazgeçirdi. 1628’de Sultan Dördüncü Murad Hanın huzurunda af dileyen Abaza Mehmed Paşa daha sonra Bosna beylerbeyliğine tayin edildi.

Sultan Dördüncü Mehmed Han (1648-1687) zamanında 1664’te sadrazamlığa getirilen Köprülü Mehmed Paşa'ya ve yeniçerilere karşı sipahi zorbaları Abaza Hasan Paşa'nın etrafında toplanarak isyan ettiler. Bu isyancılar padişahtan Köprülü’nün idamını istiyorlardı. Âsîler üzerine serasker tayin olunan Murtaza Paşa Afyonkarahisar civarında Abaza’nın kurduğu pusuya düşerek mağlup oldu. Ancak kuvvetlerini toparlamaya muvaffak olan Murtaza Paşa Haleb’i vermek vaadiyle Abaza’yı kendi tarafına çekti. Köşkünde verdiği bir ziyafet esnasında da başta Abaza Hasan Paşa olmak üzere 30-40 kadar ileri gelen isyankâr elebaşısını katlettirdi.

İkinci Viyana Kuşatması (1683) sırasında Anadolu’da Akkaş Kara Mahmud Yâdigâroğlu Bölükbaşı ve Yeğen Osman gibi Celâlîler Sivas ve Bolu çevresinde faaliyete geçtilerse de zamanında ve yerinde alınan tedbirler sayesinde başarılı olamadılar.

1519’da başlayıp belirli aralıklarla yıllarca süren ve bilhassa 1596-1610 yılları arasında Anadolu’yu baştanbaşa saran Celâlî isyanlarının Osmanlı Devleti için bellibaşlı sonuçları şunlardır:

1. Celâlîlerin faaliyet yıllarında köylü halk kasaba ve şehirlere kaçtığından tarlalar ekilmez oldu. Ticaretin de durması ile Anadolu’da büyük bir kıtlık baş gösterdi ve gıda maddelerinin fiyatlarında büyük artışlar görüldü.

2. Şehir ve kasabaları seyrek olan Orta Anadolu Celâlî olaylarının en fazla tahribata uğrattığı bölge oldu. Bu sebeple Ankara Amasya Tokat Sivas Kayseri ve Kırşehir gibi yörelerde geliri tamamen toprağa dayalı timarlı sipahilerin geçim durumu çok kötüleşti. Bu sebeple Osmanlı ordusunun temelini teşkil eden ve timarlı sipahiliğe dayanan askerî teşkilât bozulmaya yüz tuttu.

3. Evvelce hazinenin zengin mukataaları bulunan; Diyarbakır Mardin Rakka Birecik yöresi sancaklarında pekçok köylerin harap ve adeta nüfussuz kalmaları yüzünden devlet gelirlerinde önemli düşüşler oldu.

4. Celâlî isyanlarının yıkıcı faaliyetleri 1603’ten sonra şehirlere de sıçradı. Nitekim bu sıralarda Ankara’dan başlayarak Afyon Kütahya Isparta Kastamonu Amasya Tokat Malatya Harput Maraş Karahisâr-ı Şarkî ve daha pekçok şehir ve kasaba büyük felaketler yaşadı. Bunların pek çoğunda evler hanlar dükkânlar hattâ cami ve medreseler Celâlîlerin çıkardıkları yangınlarda harap oldu.

5. 1606’da veziriâzamlığa getirilen değerli vezir Kuyucu Murad Paşa İran üzerine yürüyeceği halde Celâlî isyanlarının bir kangren halini alması yüzünden dört yıl boyunca bunlarla uğraştı. Bunu fırsat bilen İran Şahı Birinci Abbas bir taraftan Celâlîlere destek sağlarken diğer yandan Osmanlı hakimiyeti altındaki Şirvan Şemahi ve Gence kalelerini ele geçirdi. Bilâhare Kuyucu Murad Paşa 1610 yılında çıktığı İran Seferinde bu kaleleri geri aldı.

Cuma Selamlığı

Osmanlı sultanlarının Cuma namazına gidişleri ve dönüşleri sırasında yapılan merasim.
İslâm devletlerinde Cuma namazının ictimaî ehemmiyeti pek büyüktü. Osmanlı padişahları kendilerinden önceki İslâm hükümdarları gibi at üstünde ve bir merasimle büyük camilerden birine giderek Cuma namazlarını kılarlardı. Bilhassa halifeliğin Osmanlılar'a geçmesiyle Yavuz Sultan Selim Han'dan itibaren Osmanlı sultanları aynı zamanda İslâm halifesi de oldukları için bu hususa daha çok ehemmiyet vermişlerdir. Cuma namazının kılındığı ve hutbenin verildiği camilerin bütün Müslümanlara açık olması hükümdarın halkla temasının sağlanarak derdini ve dileğini ona açıklamasını sağlıyordu.

Padişahlar Sultan İkinci Abdülhamid Han'a kadar camilere ata binerek giderlerdi. Rahatsızlığından dolayı Sultan Abdülhamid Hanın saltanat arabasıyla Cumaya gitmesinden sonra atla gidilmez oldu.

Cuma selâmlığı merasiminde askerî mülkî ve ilmiye sınıfından pekçok kimse bulunur her sınıf askerden meydana gelen birlikler namazdan sonra padişahın önünde resmi geçitte bulunurlardı. Askerini seven yüzyıllar boyu serhat boylarından zafer haberleri bekleyen ve atalarını yâd eden halk da bu merasimleri büyük ilgi ile takip ederdi. O gün sokaklar bayram günleri gibi dolup taşardı.

Selamlıklara bütün şehzadeler bazı yâverler tüfekçiler ve hünkâr çavuşları katılırdı. Selamlığın hangi camide yapılacağı bilinmediği için halk Sultan Abdülhamid Han zamanında Yıldız Sarayı’nda toplanır orada iradeyi bekler padişah çıkınca onunla birlikte hareket ederdi. Bu esnada alkışçı tabir olunanlar şöyle söylerlerdi: “Uğurun hayır ola yaşın uzun ola yolun açık ola. Saltanatına mağrur olma padişahım senden büyük Allah var.”

Son devirde otuz üç sene padişahlık yapan Sultan Abdülhamid Hanın selamlıkları hiç aksatmadığını camide dert ve sıkıntısı olanların arzuhallerini alıp gerekeni yaptırdığını tarihî kaynaklar belirtmektedir. Sultan Abdülhamid Han namaz kılıp kılmamak hakkında kimseye mecburiyet koymadığı gibi baskıda da bulunmazdı. Yalnız veliahtların namaz kılmalarını ister kılmayanları da ikaz ederdi.

Selâmlık resmini seyir için gelen halk uzaklarda dururdu. Padişahı çok uzaktan da olsa görmeyi arzu eden halk büyük bir kalabalık teşkil ederdi. Ecnebilere ise; bunlardan sefirler için Mâbeyn dairesinin önünde set üzerinde kapalı bir yer tahsis olunurdu. Sefirlere burada sigara kahve vs. ikram edilirdi.

Padişahlar selamlık merasimi için her hafta bir büyük camiye giderlerdi. Böylece halkın değişik camilerde sultanı görüp dert ve şikâyetlerini anlatabilmeleri mümkün olurdu. Cuma selamlığından sonra Balmumcu çiftliğine Ihlamur ve Zincirlikuyu köşklerine arasıra saltanat kayığı ile Beylerbeyi’ne geziler yapılırdı.

Cülus (Cülûs)

Osmanlılarda tahta çıkacak şehzadenin padişahlığının ilan edilmesi dolayısıyla yapılan merasim.
Bu merasim Osmanlı Devleti töreleri arasında önemli bir yer tutmaktadır. Çünkü cülûs-ı hümâyûn İslâm kültüründen alınan bir takım usul ve teşrifat yanında Oğuz töresinin izlerini göstermekte olduğundan millî bir karakter taşımaktaydı.

Osmanlılarda saltanat sürmekte olan padişahın ölümü veya saltanattan hal’i üzerine yerine geçen padişahların cülûsları merasimle yapılır ve hiç vakit geçirilmeden yeni padişaha hemen o gün biat olunurdu. Eğer padişah gece vefat etmiş ise merasim sabah erkenden yapılırdı. Yeni padişahın cülûsu gün ve saati teşrifatçı tarafından merasime iştirak edecek olanlara derhal bildirilirdi.

Padişahın tahtı Bâbüssaâde denilen Akağalar Kapısı önünde kurulurdu. Bundan sonra Dârüssaâde Ağası Silahtar Ağa ile birlikte yeni padişaha giderek onu babasından amcasından veya ağabeyinden boşalan tahta davet ederdi. Bundan sonra yeni padişah Hasoda önündeki demir kapıdan çıkarak taht odasına geçer burada Hırka-i Saâdet yanında iki rekat namaz kılarak şükrederdi. Daha sonra cülûs törenine gitmek üzere saltanat alâmeti olan yûsûfî destâr ve samur erkân kürkü giyen padişah dışarı çıkarak Bâbüssaâde önünde kurulu tahta oturur ve merasim başlardı. Kanun gereği sırasıyla; Nakibü’l-Eşraf Kırım Hanzâdesi Saray Ağaları ve Rikab Ağaları ile Kapıcıbaşı Ağalarının tebriklerinden sonra Şeyhülislâm Efendi kısa bir dua yapar ve biat ederdi.

Biat merasimi Mataracıbaşının biat edişine kadar devam ederdi. Biat merasiminden sonra yeni hükümdar huzurda bulunanları selamlayarak Hasoda'ya geçerdi. Burada biraz dinlendikten sonra vefat eden padişahın cenaze namazına katılırdı.

Cülûs töreni kılıç alayı ve türbe ziyaretleriyle tamamlanırdı. Önce bütün hükümdar türbelerini içine alan ziyaret sonraları sadece Fatih Sultan Mehmed Hanın türbesine yapılır oldu. Yeni padişahın cülûsu haberi derhal İstanbul’da tellallar vasıtasıyla ve toplar atılarak ilan olunurdu. Ayrıca bütün Osmanlı ülkesine fermanlar gönderilerek tamim edilir ve şenlikler yapılırdı. Cülûs töreninden sonra hükümdar cülûs bahşişi dağıtırdı.

Cülûs bahşişi: Cülûs bahşişi verme usulü Osmanlılardan evvelki İslâm devletlerinde de vardı. Osmanlılardaki cülûs bahşişleri iki türlüydü. Birisi belli ve kanunda belirtildiği gibi bir defaya mahsus olarak verilir diğeri ise askerlerin ulûfelerine zam suretiyle icra edilirdi. Tahta çıkan her padişahın; “Kullarımın bahşiş ve terakkîleri makbulümdür verilsin” suretinde lisanen tasdik etmesi ve bu tasdiki askerin işitmesi usuldendi.

Bu bahşişten yalnız asker değil büyük-küçük bütün memurlar istifade eder sadrazam ve şeyhülislâma otuzar bin akçe verilirdi.

Osmanlı tarihinde ilk defa cülûs bahşişi 1389 tarihinde Kosova sahrasında padişah seçilen Yıldırım Bayezid Han tarafından kapıkullarına verilmiş ve bu usul Sultan Birinci Abdülhamid’in cülûsuna kadar devam etmiştir.

Cülûs bahşişi verilmesi Fatih tarafından kanun hâline getirilmiş Yavuz Sultan Selim Han da cülûs bahşişinde ödenecek paraları tespit etmiştir.

İlk zamanlarda padişahların bir ihsanı şeklinde olan cülûs bahşişi sonraları padişahların bir lütfu olmaktan çıkmış ve bu bahşiş uğrunda bir hayli ihtilâller olmuştur.

Cülûs bahşişi dîvânı: Cülûs bahşişi verilmek üzere toplanan dîvân. Cülûs bahşişi kanununda bu paranın dağıtılması emrinin padişah tarafından sözle bildirilmesi şart olduğundan bu iş için dîvân normal bir toplantı yapar ve bahşiş parasının hazırlanmış olduğunu bildiren bir telhis yazılır Kapıcılar Kethüdâsı ile Bâbüssaâde Ağası eliyle padişaha sunulurdu. Padişah bir taraftan bahşişin dağıtılması için yazılı izin verirken sözle de; “Kullarımın bahşiş ve terakkîleri makbûlümdür verilsin” diyerek dîvâna haber gönderirdi. Hazırlanan bahşiş keseleri ulûfe dağıtımındaki esaslara göre ilgililere verilirdi. Bahşiş dağıtımı bitince vezirler arza girerlerdi. Bu merasime Defterdar katılmazdı.

Cülûs çıkması: Padişahların cülûsları münasebetiyle yapılan çıkmalar hakkında bir tabir. Buna büyük çıkma umum çıkması da denilirdi. Çıkma mezuniyet demek olup acemilerin yeniçeri ocağına kayıt ve kabulleri saray hizmetlerinde bulunanların taşra hizmetlerine veya saraydaki odalardan birinden diğerine memur edilmeleridir.

Cülûs tebliği: Yeni padişahın Osmanlı tahtına geçtiğini münasebette bulunulan devletlerin hükümdarlarına gönderilen elçilerle bildirmektir. Bundan başka İstanbul’da devamlı bulunan elçilere de tercümanlar aracılığıyla birer nâme gönderilirdi.

Bu tebliğ üzerine yeni padişahı tebrik etmek üzere İstanbul’a gelen elçiler padişah tarafından özel bir törenle kabul edilirdi.

Yeni padişahın tahta geçtiği Osmanlı tebaasına fermanla duyurulur ve hutbenin yeni hükümdar adına okunması bildirildiği gibi devlet içindeki il darphanelerine gönderilen başka bir hükm-i şerîf ile de paranın yeni hükümdar adına basılması bildirilirdi. Bundan başka Kırım Hanına da özel bir Kapıcıbaşı gönderilmek suretiyle yeni padişahın cülûs ettiği haber verilirdi.

Cülûsiyye: Padişahların saltanat tahtına çıkmaları münasebetiyle söylenmiş manzume veyahut yazılmış makaleler. Önceleri kaside tarzında kaleme alınan cülûsiyyeler İkinci Abdülhamid Han devrinde mensur olarak yazılmaya başlanmıştır. Cülûsiyyelerde yeni hükümdarın tahta çıkmasıyla memleketin daha çok huzura kavuştuğu ve halkın neşesi anlatılır.

Sultan Osman için Nef’î’nin yazdığı cülûsiyyeden bir beyt şöyledir:

Şehinşâh-ı adâlet-pîşe Osmân Hân-ı Sânî kim
Vücûduyla hayât-ı tâze buldu mülk-i Osmânî

DeRDeST isimli Üye şimdilik offline konumundadır Alıntı ile Cevapla