Forum Aski - Türkiye'nin En Eğlenceli Forumu

Forum Aski - Türkiye'nin En Eğlenceli Forumu (https://www.forumaski.com/)
-   Aşka Dair Herşey (https://www.forumaski.com/aska-dair-hersey/)
-   -   Bir Aşk Masalı (https://www.forumaski.com/aska-dair-hersey/141238-bir-ask-masali.html)

Papatya 05.12.2014 20:59

Bir Aşk Masalı
 
Bir Aşk Masalı
BİR AŞK MASALI
Yeni bir sefere çıkmıştı ömrüm, tam da orta yaşımda. Demleniyordu insanlığım henüz acımamıştı tadım… Ne yolun sonunda beni bekleyenler ne de benimle gelecekler umurumdaydı. Yaşam döngüsünün içersinde birlikte evcilik oynayan bir dizi insandık sadece. Aşka hevesim, sevdaya merakım yoktu. Gökyüzü sadece maviydi, anlamı yoktu mavilerinin ne de beyaz pamuk örgülerinin. Toprak, topraktı üzerine basmak zorunda olduğum. Gecelerim yalnızlığımın verdiği zoraki bir huzur...du sadece. Yıldızlar ise siyahı aydınlatan ışık hareleri, ay onu tamamlayan bir temaydı. Umut adını çoktan unutturmuştu. Yarına dair dilek kutusuna atılacak bir niyet mektubu hiç yazmamıştım, kendime dair. Sarıp sarmaladığım yalnızlığımı iç içe, içten içe saklamıştım tavan arasına. Dünüme isyanım, anımdan kuruntum, yarından ise arzım yoktu. Sahipsiz düşlerim vardı. Bir adam sık sık rüyalarıma girerdi. Kendisi yabancı, yüzü tanıdıktı. Onu ne zaman görsem, uyandığımda içimi tarifsiz bir heyecan sarardı. Kendime gülümsediğim tek andı o dakikalar.
Bir gün bütün sıradanlığı yerle bir edecek, tüm ezberleri bozacak düş kahramanı, dikildi karşıma. Yorgun ve bitikti. Saçlarında zamanın ağrılarını iz gibi işleyen beyazlar, gözlerinde geç kalınmış bir mutluluğun burukluğu vardı. Titriyordu, dokunsam düşecekti sanki yere. Uzun uzun baktı gözlerime ve dedi ki;
“Eski bir hikâyeden geldim sana. Kusura bakma; üstüm başım mutsuzluk içinde, görmüyor musun? Güzel olan her şeye biraz eksiğim, al ve tamamla beni. Allah biliyor; adını arayan bir deliydim sana geldiğim yerde. Hiç kimliğim yok, kimse beni bilmiyor, sen beni sevmeyince. Sev beni! Çünkü ben, yer çekimi kanununa karşı gelerek, kirlenmiş onca yalan sevdalara inat, bel altıma düşürmeden kutsal bir kitap gibi, kalp hizamda sakladım seni.”
Duyduğum sözlere şaşırmam gerekiyordu. Bir terslik vardı. Yıllardır bir kenara not edilmiş, bir dizi cümleydi sanki tüm duyduklarım. Gülümsedim; o devam etti anlatmaya:
“ Yoruldum, sevgili! Tut artık! Tut ellerimden, düşeceğim yoksa tutmuyor dizlerim. Hayat, düş kırıkları yaşattı, seçtiğim yol iyi gelmedi. Fark ettim ki senden değil, kendimden vazgeçmişim aslında giderken. Ama hep özlendin, kimliksiz sevgili. Hayatıma değenler, yüreğimi her ezdiğinde, hayaline tutundum. Belki de bu yüzden sabırla gülümseyebildim, geldiğimde yüzümü solgun görme diye. Geldim: Alır mısın beni yüreğine?”
Öyle titrekti ki kalbin, öyle muhtaçtı ki kendi olmaya, uzandım ellerine:
“ Özledim” diyebildim sadece.
Kelimeler ilk defa bu kadar telaşlıydı. O daha fazlasını duymak istiyordu benden. Yıllar önce usulca serime bıraktığı emanetini almaya gelmişti benden.
Koca bir umutsuzluğun içinde, küçücük bir yapraktı o yeşeren. Yıllardır tavan arasına atılmış eşyalar gibi, çürümeye yüz tutmuş kalbimdi şimdi ellerinde tuttuğu. Sevinçle tuttum ellerini; yüreğimdeki o naftalin kokusu gitmişti. Tozunu aldı, içini açtı; can vermişti kalbime yeniden. Kendisi el, elleri tanıdık.
“Hoş geldin sevgili! Çok özlenmişsin. Ellerini gezdir yüzümde, hatırlayacaksın beni. Senin de düşüne girmiştim uzun zaman önce sen başka bir yol ağzında, başka bir kapıdan içeri girerken, el sallamıştım sana. Seni bekleyeceğimi fısıldamıştım kulağına. İşte; dönmedim sözümden bekledim seni. Biliyorum senin de bende aklın kalmıştı; giderken yüreğini bana emanet etmiştin ve bir gün sana yeniden geleceğim. O güne kadar emanetime iyi bak demiştin. Bak! Hala aynı duruyor bende emanetin. Öyle güzel saklamışım ki yerini ben bile unutmuşum, ta ki sen gelene kadar.”
Gözlerinde bir umut ışığı vardı şimdi. İlk defa aşkı yaşayan, çocuklar gibi şendin. Ben başlamıştım bir kere ve biriktirdiğim onca cümle büyük bir sabırsızlıkla dökülüverdi dilimden:
“Zaman zaman aklıma ilişirdi suretin. Umut, zoraki sızardı, karanlığıma ve ben içimde sevdayı bir çay gibi demledim. Deniz kenarında bir balıkçı kahvesinde, ince belli bardaktan çay içtik karşılıklı. Ama hep yalancıktan… Senin görmeden yürüdüğün o sokakta oysa ben köşe başına çöküp, defalarca seni izledim. Düşümde sen başka sevdalarda beni ararken, başka kadınlara dokunurken, ben o hiç öpemediğim boynunun kokusunu çektim içime. Baharın bembeyaz açan masum papatyalarında soludum, kıyıp da koparmadım hiç yapraklarını. Oysa sevdiğini bilmeyi ölesiye isterken… Seni ete, kemiğe büründürdüm. Bir heykel tıraşın, hayallerini süsleyen eserini şekillendiren, sabırlı elleriyle… Hiç kimse sen gibi olmadı, ya da sana benzemedi. Yüzünde eski bir tanıdıklık vardı sevgili, sanki içimde benim bile bilmediğim gizli bir niyet mektubu yazılmıştı benden sana. Hep var olan ama ete kemiğe bürünmemiş. Silueti var ama kimliği tanımsız. Yüzünde eski bir tanıdıklık var sevgili, bakışların bana yabancı değil. Uzak diyarda kaybettiğim, gurbette yolunu gözlediğim bir meçhul gibisin şimdi karşımda duran. Neden bu kadar geç kaldın sevgili?”
Kasım’da aş başkadır derler. Sen, yeniden o başkalıkta geldin kapıma. Sana anlatacak çok şey var. Çoklar birikti, deftere kaydedilmemiş. Yazılmayan, dile gelmeyen, dudağımda, dişlerimin arasına sıkışmış ve dilimi acıtan, telaffuzundan korktuğum. İtirafı mümkün olmayan, düşlerim var; hayra yoramadığım. Son baharın son demlerinde çıkıverdin karşıma, hazırlıksızdım. Rüyalar gerçek olamazdı, yanılıyor olmalıyım dedim. Ne sesine yabancıydım ne de yüzüne. İşte dedim işte oydun. Düşlenendin, beklenendin. Uzandım ellerine, sorgu sual yok. Adını bile sormadım Ne sen beni ilk defa görüyordun ne de ben seni. İkimizin de diline gelmeyen eski bir sevdadan tanışık, sanki ayrı düşen yolları yeniden kesişen iki sevgiliydik, yıllar sonra tekrar kavuşan.
O gece şiirler döküldü, sözlerden öte dudaklarımdan. İliklerime kadar mutluluk soluyordum sanki. Yeni yetme bir aşktı bu. Bense liseli bir cahil, durup durup ellerini koklayan. Oysa kokunu bile bilmiyordum. Pembe kâğıtlarım yoktu, kokumu sürüp sana göndereceğim. Önümde duran bembeyaz bir kâğıda kalemim değdi ve dedi ki:
Sen, ellerinde bir demet sevgiyle dayandın kapıma
Ben, eşikte elimde sepet, topladım sen de varsa
Aşk, ellerinde bir buket çiçek, sundun kalbime
Bak, yüreğimde bir sepet hercai menekşe
Soldukça açan, yeniden çiçek veren
Tek yaprakla, arsızca toprağına tutunan...
Zaman haksızlık ediyordu yine bize. Sabırla beklediğim uzayıp giden siyah gecelerimin yerini, ışıklı bir aydınlık sarmıştı ama bu defa süratle akıp gidiyordu saatler. Akrep acımıyordu bize, sindire sindire yaşatmıyordu geç kalınmış bu mutluluğu. Gün/aydınla başlıyor ve uzuyordu üzerimdeki ışığın. Yaşımıza başımıza bakmadan, cahilce paylaşıyorduk sevdanın yeni yetme heyecanını. Yastık altı ne çok sevda biriktirmişiz, halının altına ne çok aşk süpürmüşüz meğer. Öyle acele bir hevesle yaşıyorduk ki, adımızı bile unutuyorduk. Kulağımıza üflenen aşkın adıydı yalnızca. Gerisi teferruattan ibaretti.
Bir gün, beklenmedik bir ayrılık rüzgârı esmeye başladı. İçimizi ısıtan, bizi yerle bir eden aşk, bu defa üşütüyordu bizi. Eksik olan, ötelenen bir şeyler vardı; akla yatmayan bu aşktan. Sürekli elime yapışan telefon, uzağımda durur olmuştu. Hissediyordum; izah edemediğim bir göç başlamıştı gökyüzümüzde. Giderek, sorular artmaya başlamış, cevaplar bulunamaz olmuştu. Soluyorduk karşılıklı. O arsızca toprağına tutunan, hercai menekşe değildik. Kopuyordu tek tek yapraklarımız. Basit merhabalar, sıradan vedalar ediyorduk artık. Korkuyorduk ikimiz de.
Zamanın akrebi ilerlerken zehirliyordu, tiryaki gibi bağlandığım seni ve uyuşuyordu her yanım unuturken bizi… İçten içe hiç bastıramayacağım bir isyan vardı gözbebeklerimde. Sana geldiğim rüyalarım, seni artık alıyordu benden. Bir gece yine düşümde gördüm seni. Yüzün silikti, bedenin solgun; suskun ve kederliydi duruşun. Konuş istiyordum, kaldır istiyordum yere düşen başını. Yüzünü avuçlarımın arasına alıp, sormak istiyordum kederini. Lakin korkuyordum. Çünkü dokunursam dökülecekti dilinden duymak istemediğim ne varsa. Halin, ayrılığa hazırlanmış bir mecburiyetin telaşı içindeydi.
“ Sus! Konuşma, anladım gideceksin” dedim. Ayrılığı oluşturan harfler, nasıl da kesmişti dilimi o an. Zoraki yutkunuyorduk ikimizde. Yükünü omuzlamıştın bir kere ve duymak istemediğim sözleri işitecekti kulaklarım.
“ Vakit geldi. Değil mi?” dedim.
Günlerdir uyumamıştın sanki bir an kaldırdığında başını gördüm üzerindeki tükenmişliği. Artık hazırlıklıydım, gıyabımda verilmiş hükmü duymaya.
“ Susma, konuş, sessizlikten yeğdir seni bu halde izlemek. Gitmek istiyorsun öyle değil mi?”
Derin bir ah çekip, cebinde duran paketin son sigarasını yaktın. O buruşturup attığın paketten farkı yoktu birazdan çöpe atacağın sevdamızın. Ciğerlerine tek nefeste çektiğin bendim ve az sonra havaya salıverecektin kalbine inmeden beni. Atmosfere zehir gibi karışacaktı birazdan umutlarımız. Uyanmalıydım bu düşten. Bir yanım kan ter içinde,
“ Uyan! Duyma” diyordu. Diğer yarım ise, biliyordu hakikati:
“ Gitme vakti, güzel düşlerin terk etti seni” diyordu, içimden bir ses.
İki ucu paslı kör bir bıçaktı seni sevmek, bizi sevmek. Belli ki kanatmadan parçalayacaktı, önce beni sonra seni. Elindeki sigara bitmişti ve sen yere atıp tıpkı onun gibi, beni de ayaklarının altına alıp ezmeye meyil etmiştin bir kere. Bizi sona getiren, son sözler hazırdı artık, dile gelmeye ve başını kaldırıp başladın konuşmaya:
“Sanki koskoca bir şehirde kalabalığın için de sürekli kaybolduk ikimiz. Kesişip ayrıldı hep yollarımız. Ya çıkmazdı girdiğimiz sokaklar, ya ters istikamet. Senin çoktan geçip yürüdüğün kaldırımlarda takip etmeye çalıştım ayak izlerini. Ben sana geç, sen bana erken geçtik sevgililerin buluştuğu o kahveciden. İşlek bir caddede karşıdan karşıya geçmek isterken, bıraktın sen ellerimi ve ben sağa sola bakmadan attım bir sevdanın önüne kendimi. Aşk revan içinde kaldı hep sol yanım, bir türlü tedavi edemedin yaralarımı. Herkesi sen sandım, herkeste seni aradım. Seni şiirlere yazıp dağıttım gelen geçene, belki okuyup da seni bana getirirler diye. Bir dilenciye verdim elimde kalan son paramı, dualara sığındım bir gün karşılaşırız ümidiyle. Bir ağacın dalına bağladım taktığım parfüm kokulu atkımı, gölgesinde dinlenirken içine çekersin kokumu ve özlersin hiç dokunmadığın boynumu diye. Kelebeklerin kanatlarına yazdım sevgimi, uçup yanına gelip konarlar avucuna ve sana aşkımı anlatırlar umuduyla. Geceleri gökyüzündeki yıldızlara taktım gülücüklerimi, bakıpta onlarda görürsün diye yüzümü. Ve… Ve sonra mı? Yoruldum, gezip aramaktan seni ve seni ararken kaybetmekten kendimi. Düşünüyorum da sanırım sen değil, yalnızca ben aradım masalların içinde seni. Oturttum aklımın her köşesine, yaptım yüreğimin ev sahibi, seni ve uğruna öldürdüm yüreğimin kapısına gelen giden herkesi.”
Sus istiyordum artık, sus. Biliyordum, ardından gelecek sözleri. İşitmek, bilmekten daha mı zordu? Ama sen başlamıştın bir kere, arkası gelecekti, duymak istemeyeceğim, bu mecburi ayrılığın fermanını. Sen, soluk bile almadan devam ederken sözlerine, ben içten içe can çekişiyordum karşında. Dizlerim titriyor, ellerim soğuk soğuk terliyordu. Çaresizlik dedikleri bu olsa gerekti, duymak zorunda olduğum sözlerine devam ettin:
“Vesselam; hüzün düştükçe kalbime, yürek yasımı biriktirir oldum içimde. Üst üste giyinsem de üşür oldum, sensizlikten yüreğime yağan hüzünlerdir belki de sebebi. Bir elim aşkı yazarken, diğeri karalıyor üzerini şimdilerde. Silgi daha çok kullanır oldum sanırım kalemler unutuyor artık ikimizi. Biliyor musun? Artık çay demleyip, saatlerce gelirsin diye bekleyip soğutmuyorum. Kahve yapıyorum çabuk tarafından kendime ve en iyi dostum yalnızlıkla oturup içiyorum keyifle. Hiç bilmediğim bir dilden sövüyorum bu şehrin ve senin gelmişine geçmişine. Acılarım dinsin diye uyumak istiyorum. Uyumak ve bir daha uyanmamak. Evet: İstiyorum; sahip olamayacağım sana rüyalarımda kavuşmak. Anla be sevgili! Yoruldum, ya seni yaşayacağım, ya da gideceğim bu evcilik oyunundan. Sen bana uzaksın, bense sana tuzak. Anla be sevgili! Birimiz gitmeliyiz artık bu sevdadan.”
Aslını bildiğim her şey, neden aslımı bozuyordu şimdi? Uyan, diyordum kendime, uyan! Bu bir rüya…
Olmadı, olamadı. Yanılgı mıydı, yoksa yine mi ayrılmıştı yollarımız? Yoksa ben yine rüya mı görmüştüm? Sen sen değildin, ben de ben. Yine ıskalamıştık. Biz kocaman bir dünyaya sığamayan, köşeye sıkıştırılmış bir sevdanın, yıllardır dilenciliğini yapmışız meğer. Biz sadece bir dizi rüyaların iki başrol oyuncusuymuşuz. Hayra yorulmayan ve izleyicisi yalnız ikimiz olan. Dillenmeyen bir sevginin heveslisi, keşke ile sonlanan bir ayrılığın gerçekte yasını tutan, iki faydasız yürek, birbirine hayrı olmayan. Gayri meşru bir sevdaya tutulmuşuz. Bereketsizliğimiz bundan, doğurgan bir sevda yaşayamayışımız ondan. Şimdi bana düşen, eski bana dönmek. Yaşayamadığım, yaşamayacağım bir düşün ardından gelmiş/ine, geçmiş/ine, geleceği/ne kimsenin bilmediği bir dilden sövmek. Gayri meşru sevda artığı, ne anası belli, ne babası, piç bir çocuk gibi kucağıma ardından bırakıp gittiğin yalnızlık lanetleyecek kalan örümü. Daha çok küseceğim kendime, daha çok kızacağım sana. Giderek unutacağım hiç bilmediğim adını, sen başka yollarda oradan oraya savrulurken. Yaz günü yağmurlar yağacak, önce gözlerimden düşeceksin. Karın ayazında çetin kışlara gebe üşüyecek ruhum, sol yanımda duran barakamda yasını tutacağım.
Ayrılığa önce kimin adım attığının ne önemi vardı? Biri diğerine boyun bükecekti zaten. Zor günler kapımdaydı ve içeri aldım hüznü. Gündüzlerim geceyle kardeş olmuştu adeta. Aklımda hep aynı soru, dilimde hep aynı cümle vardı:
“ Neden? Neden?” diyordum kendi kendime.
Anlamak zor değil bu istemsiz ayrılığı. Bir sürü nedenin içine sıkışmış bir mecburiyet. Bir gün biri daha fazla cesaretli olup gidecekti zaten, sürpriz değildi bu. Mantığım devre dışı kalmıştı. Duygularımla yol alıyordum, her gün acımı kat be kat besleyip büyüterek. Kendimce özetliyordum bu ağrılı aşkı. Bir yarımda derin bir isyan, diğer yarımda ise tarifsiz bir şefkat vardı sana dair. Bir şeyler yazıp yazıp karalıyordum. Kâğıtlar sırdaşımdı. Sen sustuğumu zannettiğin anlarda bile ben konuşuyordum.
Bir gün satır aralarına sığdırmaya çalıştığım yaşanmışlıkları, yaşanamamışları yine sen duymadan ama sana anlatmaya karar verdim. Bu defa bunu yırtıp atmayacak ve sana gönderecektim. Sürekli seni hatırlattığı için müzik bile dinlemez olmuştum, ta ki o güne kadar. Saat gece yarısını çoktan geçmişti ve dalga geçtiğin ucuz şarabımdan bir kadeh doldurdum. Kürdan dediğin sigaramdan bir tane yaktım. Gittiğin gün geldi aklıma, sanki unutmuşum gibi. Nasıl bir ironi, anlatırken bile seçtiğim kelimelerin yalancılığına gülüyorum. Çünkü ben gittiğin o günü zaten hiç unutmamıştım ki aklıma gelsin. Fonda çalan şarkı en sevdiğimdi. Sözlerini kendime mal ediyordum. Hele nakarat kısmı vuruyordu can evimden. “ Bu ne aşktır yarabbi! Öldürdü beni, ne kendisi güldü, ne de güldürdü beni” diyordu. Öyleydi de. Ne sen mutluydun, ne de ben. Bu yazı diğerlerine benzemeyecekti, anlatacağım duyguları yaşarken bile inkâr ederken, şimdi oturup itiraf edecektim.
“Bir zamanlar yüzündeki tebessümdüm; şimdi yüreğinde bir korku! Hani resimler çizerdik parmaklarımızla erişemediğimiz yüzümüze, ellerin gezinirdi, yanaklarımda, ben gözlerimi kapatırdım; karşımda duran bir resim değil, yanımda duran bir can olurdun o anda. Dokunamadan sevmenin zevkini, o masumane şehveti nasıl anlatayım bilmem. Daha önce kimsenin karşısında bu kadar, anadan üryan, bir o kadar da katıksız olmadım ki hiç! Yanında olmadan dizinin dibinde olmayı ve bunu nasıl becerdiğimi hiç sorma bana. Sorma, gıyabında hazırlanan sofraları, kanepede ayaklarımın ayaklarının arasında nasıl kaybolduğunu, birlikte izlenen filmleri, çığlık çığlığa izlenen, bol tezahüratlı, fanatik maçları sorma! Geceleri sadece düşlerimin şahit olduğu sevişmeleri sorma. Sabah gözlerimi açtığım anda, saçlarının arasında gezinen ellerimi sorma. Bilmezsin sen kaç yere yüzünde gezindi dudaklarım, kaç defa gözlerini öptüm hiç sorma! Sen sabahları işe giderken, sana hazırladığım o kahvaltı masasını, kapıda nasıl uğurlandığını ve nasıl özleneceğini, ardından sana bakan gözlerimi hiç sorma! Akşama kadar gelişini heyecanla bekleyip, sana keyifle hazırladığım yemekleri hiç sorma! Sana hep aşkla bakan, çocuk ruhlu o masum şehveti hiç sorma! Tek başına yaşadığım bu şizofrenik aşk ağrısının dahasını hiç sorma!
Gittin! Ama sözde. Özde hep aynı yerde öylece kaldın. Ne sana yemek yapmaktan, ne seninle olmaktan hiç yorulmadım. Her sabah seni işe ben gönderdim, ben karşıladım sevinçle seni kapıda. Suretinin hiç var olmadığı, serimde sakladığım, nazarından korktuğum bir sevda masalı içinde yaşattım bizi. Yer, gök, yattığım kanepe, düşlerim ve Tanrı’dan başka şahidim görenim duyanım olmadı. Tutunamayacağım bir dala uzattım ellerimi, sarkıttım kendimi boşluğa, düşmeyi göze almıştım bir kere. Aslında hiç kızmadım, ne gittiğine, ne de gidişine. Seni sen olmadan seveceğimi biliyordum. Gocunmadım yani sandığın gibi. Gurur, kibir, kendim hiç olmadı seni yaşarken. Saklanmadım bu defa kendimden.
Vazgeçmek kolay değil çünkü sen benim olmazımsın, olduramadığımsın. İmkânsız bir aşkın büyüsüne kapılmak değil çünkü sen benim arsız yarımsın. Düşlerime ortak, yalnızlığıma yabancı, sen bir yolcu, ben seni daima kapısı sana açık bekleyecek olan hancı. O kapı sana hiç kapanmayacak bilesin. Belki çok gece, isyan çöreklenecek göğüs kafesime, sitemler yağdıracağım kendime. Kızacağım belki de; sana kıyamayıp kalbime söveceğim. İstemeden şu sözler dökülecek dilimden, nasihat edeceğim herkesten saklı derdime:
Ey benim düşleri karalı, kapısı hep ayrılığa aralı, asi ömrümün mazlumu kalbim. Sığıntı aşkların yetim bakışlı çocuğu… Bağışla şu aşka arsız serseriyi. Küsüp gitme; onlar gibi, soldurdum diye gamzelerini. Satır arasında göremediklerim, meğer tırnak içinde okunuyormuş. Düşünde gördüğün masumiyet yetmiyormuş. Bir gönle yataklık yapacaksa insan, bir ömür yetecek aydınlığı olmalıymış. Sevda yolu dikenlerle bezeliymiş. Şefkati meşakkatinden azade değil. Yürek mahzende sevgilinin esiri imiş özgürlük tutsaklıktan öte değil. Beyhude geçecek bir ömre kanaat etmek düşer şimdi bana, aşığın fıtratında huzur elzem değil. Hakikatin gözü kör, bir yalanın içinde sözler kâfi değil. Umut yeter mi; yoksa hacet? Kırk gün kırk gece ibadet kâfi değil. Etsen de yârin gönlünü kutsal mabet, nasipten öte yol, sonun değil. Aşkın gözü kör derler, ne büyük yalanmış, âşık görmeyi bilmezmiş, baksa da kâfi değil… Sığıntı gibi iliştiğin bir kalpte, aşk fakir, âşık yoksul bir dilenci ise ayrılık kaçınılmaz son ve rüyadan uyanmak, gerçekle yüzleşmekten daha zor değil…
Veda zamanı, ne sen gel düşlerime, ne gölge et gerçeğime. Ne ben inanayım geleceğine, ne sen bekle yolumu. Ben sarı saman kâğıtlara yazacağım bundan sonra bizden kalanları. Sokaklara çıkıp, dağıtacağım, gelene geçene… Tesadüfen sana da denk gelir belki, okurken, son defa ağlarsın bize…
Ah! Benim uzaklardaki memleket kokan sevdiğim, seninle başka bir gökyüzünde yaşayamadığım ne varsa yaşayacağım. Orada güneş başka yerden doğup, başka yerden batacak. Gecenin o boğazımı sıkan ellerinin yerinde dudakların gezinecek. Sana bir annenin evladına sızlayan vicdanı ve şefkatiyle sarılacağım. Görmeyeceksin ama varlığımı hep ensende hissedeceksin ve soluduğun hava kokumu getirecek sana. Ben korkularımı aldım bir kenara ve yüzleştim kendimle. Ve dedim ki; “Sevdim, seviyorum, seveceğim” Yani uzun lafın kısası; bu yalancı bir ayrılık!”
Senin bu yazıyı okuduğun kadar kolay olmamıştı yazmak. Defalarca ağlayıp, yer yer gülümseyip senden sonra bir türlü dengede tutturamadığım ruh halimi yaşamıştım. O gece sabahı zor ettim. Ertesi sabah, sana göndereceğim bu yazıyı okuduğunda ne hissedeceğinin merakı içinde sızıp kalmışım. Sabah gözlerimi açtığımda geceden kalma ruh halim aynı bıraktığım gibi duruyordu. Vakit gelmişti, e postayla sana içimde çırpınıp duran, kanadı kırık serçe kuşunu gönderdim. Oturup, beklemekten başka yapacak bir şeyim yoktu. Bana yazabileceğin, herhangi bir kelimeye ihtiyacım vardı. Sürekli mail kutumu kontrol edip duruyordum. Sonunda beklediğim ileti geldi; şöyle yazıyordu:
“ Bir gün beni anlayacaksın sevgili. Dizlerinin üzerinde bir battaniye ile denizi seyrederken pencerenden ve sırtında örgü bir şal olacak. Rengi mavi. Aklına Halil Cibran düşecek, Cemal Safi fısıldayacak kulağına, anlayacaksın. Bir gün beni anlayacaksın sevgili! Ney üfleyecek bir sûfî, kulağına değil kalbine. Dokuz boğumunda damıtılmış notalar, saracak ruhunu. Ellerinin üzerinde kara lekeler ki biri kalp şeklinde olacak. Diline Turgut Uyar batacak, Cemal Süreyya dökülecek ellerine, anlayacaksın. Bir gün beni anlayacaksın sevgili! Bir mezar gelecek aklına, kar gelecek ki ıslanacaksın. Şöminede yanan ateşin alevleri yetmeyecek, donacaksın. Ayaklarını göreceksin sonra, kalın çoraplar içinde ve yanacaksın. İbn-ül Arabî bulandıracak dimağını, Beyan-ı Menâzil damlayacak kirpiğinden, anlayacaksın. Bir gün beni anlayacaksın sevgili ki bana ağlayacaksın…”
Ne anlatmak istediğini ve benim ne anlayacağımı bilmiyordum. Yine şifreler vermiştin önüme çözmek zorunda kaldığım. Benim kadar uzatmamıştın az/dan çok anla diye kestirip atmıştın sözleri. Ardı ardına sıraladığın isimlere takılmıştım. Üşenmeden, bilmediklerimle ilgili bilgi toplamaya başladım. Aklımın almadığını kitaplarda aradım. Kendimin bile hayret ettiği bir inatla bağlıydım sana ve koparmak çok zor geliyordu. Nedenler arıyor, sebepleri çoğaltıyor fakat cevaplara ulaşamıyordum. Bir süre sonra yoruldum; sana ve kendime kızmaktan. Ama unutmayı hiç aklıma getirmedim. Çünkü unutmaktan korkuyordum. Çaresizdim; onu düşünürken gurursuz, düşünmediğimde ise şuursuzdum.
Anladım ki; ayrılıklar gitmekle değil, unutmakla başlıyor ve ben en çok unutmaktan korkuyorum. Çünkü biliyorum o zaman içim bomboş kalacak. Sadece bedenim değil, yüreğimde de yalnızlığı yaşayacağım. İçimi sarıp sarmalayan, kanımı ısıtan o sıcaklıktan yoksun kalıp üşüyeceğim. Zamanla yerini başka duygular alacak. Kim bilir belki de yenileri gelecek. Sevmek, sevmek gibi olmayacak illa ki yer değiştirecek kalıplar. Sorun sevebilmekte değilmiş aslında, sadece unutmak istemiyorum. Velhasıl, senden öğrendiklerimin derdindeyim. Mesela; aklıma sen geldiğinde kendi kendime durup durup gülmeyeceğim. Gülüşlerim eksilecek yani giderek solacağım. Bir şarkının orta yeri seni anımsatmayacak. Nakaratına bağıra çağıra eşlik etmeyeceğim. Konuşmayı unutacağım, sessizliğim artacak. Sokakta her hangi bir insanı sana benzetip seni özlediğimi düşünmeyeceğim. Hayal gücüm beni terk edecek. Anla be sevgili! Bu defa da sen anla beni. Seni unutmak istemiyorum; çünkü unutursam seni de kaybedeceğim. Unutmak yok saymak demek, seni yok etmek demek.
Zamanla seni sen eden tüm özelliklerin yitip gidecek. Ellerinin bir özelliği kalmayacak, gözlerin farklı bakmayacak, gülüşüne mana yüklemeyeceğim. Git gide değersizleşeceksin ve senin değersizliğine tahammül edemeyecek kadar yücelttiğimi hatırlayacağım. Kalbim ve onu verdiğim senin sıradanlaşmasına izin veremem. İstiyorum ki, kıymetlim kal. Gitmişsin, bitmişsin, umurumda değil; sadece unutmak bana göre değil. Dert mi ki, en fazla daha çok hüzün yüklenir gözlerime. Sana ağlarım, kızarım, küfür ederim. Olsun, gururla arkasında dururum yaşadıklarımın. Nankörlük etmekten yeğdir, paşa paşa yas tutmak. Daha onurlu olur, hiç değilse sana isyanım.
Varsın, biraz arabesk olmaktan kime ne zarar gelir? Az da türkü dinler, sarhoşluğun sızıntısında sayıklarım adını. Sesimi kimsecikler duymadan naralar atarım, ne çıkar? Az biraz isyan eder, söverim gelmişine geçmişine. Edeple sevdiğim gibi, aynı edeple tutarım yasımı. Zaman kurutur giderek gözyaşlarımı, daha az ağlar, daha az anımsarım bizden kalan her izi. Hatırımda kalırsın, kalmalısın. Unutmaktan korkuyorum seni çünkü unutmak beni kaybetmek, unutmak seni kaybetmek, unutmak nankörlük ve unutmak bizi kaybetmek demek…
Şimdi izninle düşlenen sevgili! Gitmek istiyorum; oturup sana şiir yazmam gerek. Adını çoktan koydum bile “ Düşlenen”
DÜŞLENEN
Bir köşe başında karşıma dikildi.
Gözlerini dikip, şöyle bir baktı.
Koca bir ömrü özetleyecekti sanki.
Yaklaşıp usulca yanıma, otur dedi.
Öyle kararlı bir ifade takınmıştı ki
Durup da neden sormak yerine,
Susup da boyun eğmeyi yeğledim.
Oturdum; itiraz bile edemeden.
Ellerim korkudan titriyordu;
Dilim kurumuş, nefesim ağırdı sanki.
Ben, allak bullak merak içinde,
Adam alabildiğine sakindi.
Derin bir nefes aldı, yüzüme dönüp,
Düşümde gördüm yıllar evvel seni
Yıllarca aradım, her kadında.
Tenine yabancı değilim,
Kokunu çok çektim içime,
Titreyen ellerini tuttum defalarca,
Sardım, sarmaladım seni.
Çok ayrı düştük, bırakmadım peşini;
Sen hep kaçandın, ben kovalayan.
Vazgeçmedim, sonunda buldum seni.
Sen bilmezsin, sen her ağladığında,
Benim omzumda dinlendin.
Görmedin, ellerim hep saçlarındaydı.
Uyurken başında bekledim.
Bilirim, korkarsın karanlıktan.
Işığı hep açık bıraktım.
Bana yabancı değilsin, hatırladın mı?
Bir gece düşüme eşlik ettin.
O konuşuyordu soluksuz,
Ben hayretler içinde dinliyordum.
Zihnimi kurcalayan bir düş
Aklıma geldi irkildim.
O muydu? Sık sık rüyalarıma gelen.
Başımı kaldırıp, yüzüne baktım.
Tanıdıktı, çehresi, gözleri,
Bakışları yabancı değildi.
Afalladım; allak bullak;
Sensin dedim, sensin!
Gülümsedi.
Geldim. İşte yeniden buldum seni.
Bu defa düş değil, gerçeğini.
Dedi; “gel ver ellerini”
Dedim; “gelemem”
Dedi; “neden?”
Dedim; “evlendim”
Sustu, sustu, sustu…
Dedi; “kapat gözlerini şimdi”
Gidelim; seni bekleyen beyaz bir gelinlik,
Ahşap bir evimiz var; bahçesi yemyeşil.
Bizi bekliyorlar.
Kalktım yerimden, tuttum ellerini.
Bembeyaz bir kapı araladı bana,
“Gel. Gel” dedi “Hadi! Vakit tamam”
Cennetti, gördüğüm gözlerimde,
Huzurla doldu yüreğim.
Uyandım, kan ter içinde.
Başımda bir sürü insan ağlamakta,
Meğer son nefese gelmişim.
Veda için son kez açılmış gözlerim;
“Gidiyorum!”
Bekleyenim, bekleyenlerim var.
Tebessümle, bir damla yaş süzüldü
Yanaklarımdan, yüzüme;
“Hoşça kalın” dedim.
Bedenimi huzura teslim edip,
Tuttum düşteki sevgilinin ellerini

Ayla Kapıcı


Saat: 13:06

Telif Hakları vBulletin® Copyright ©2000 - 2024, ve
Jelsoft Enterprises Ltd.'e Aittir.


SEO by vBSEO 3.6.0 PL2 ©2011, Crawlability, Inc.