Forum Aski - Türkiye'nin En Eğlenceli Forumu
 

Go Back   Forum Aski - Türkiye'nin En Eğlenceli Forumu > Eğitim - Öğretim > Dersler > Türkçe - Edebiyat
Kayıt ol Yardım Kimler Online Bugünki Mesajlar Arama

canlı casino siteleri canlı casino siteleri sagedatasecurity.com casino siteleri takipçi satın al
porno diyarbakır escort bayan antalya escort malatya escort

Osmanlıca Kelimeler

Türkçe - Edebiyat kategorisinde açılmış olan Osmanlıca Kelimeler konusu , ...


Like Tree2Beğeni
  • 1 Post By YeşiL6
  • 1 Post By Orhan-38

Yeni Konu aç  Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Arama Stil
Alt 27.07.2015, 13:35   #1 (permalink)

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Osmanlıca Kelimeler

Osmanlıca Kelimeler

eski türkçe kelimeler, osmanlıca isimler, osmanlıca sözlük, Osmanlıca, osmanlıca kelimeler, osmanlıca sözlük, osmanlı sözlük





ÂBÂ VÜ ECDAD: Babalar, dedeler, atalar.
ABÂ: Bazı dervişlerin ve ilmiye mensuplarının giydikleri yünden yapılmış bir giysi.
ABD: Kul, köle, mahlûk. Tasavvufta kâmil müslüman.
ABD-İ MEMLUK: Kul, köle.
ABES: Boş, saçma.
ÂB-I HAYAT: Hayat suyu, içene ebedî hayat veren efsanevî su.
ÂBİR-İ SEBÎL: Yolda giden yolcu.
ACÂİB VE GARÂİB: Anlaşılmaz ve tuhaf.
ACÂİB-İ DEKÂİK: Anlaşılmaz hileler, ince oyunlar.
A'CEMÎ: Arap olmayan.
ACÎB: Şaşılacak ve hayret edilecek şey.
ACÛZ: Âcizler, beceriksizler, yaşlı kadın.
ACZ-I BEŞERÎ: İnsanın acizliği, güçsüzlüğü.
ACZ-I KÜLLÎ: Tam güçsüzlük.
A'DÂ: 1. "Adüvv"ün çoğulu. Düşmanlar. 2. Pek zâlim, pek gaddar.
A'DÂD: "Aded"in çoğulu. Sayılar.
ÂDÂT-I CARİYE: Kullanılan âdetler, yaşayan sosyal kurallar.
ADÂVET: Düşmanlık, husumet.
ADEM: Yokluk.
ADEM-İ KÜLLÎ: Tam yokluk.
ADEM-İ MÜSÂVÂT: Eşitsizlik.
ADEMÎ: Yokluğa ait.
ÂDET-İ CÂHİLİYYE: İslâm'dan önceki putperestlik ve müşriklik devrine ait âdet.
ÂDETULLAH: Allah'ın kâinatta câri olan usûl ve kanunu, sünneti.
ÂDİL: Adalet sahibi, doğru adaletli.
ADÎL: Benzer, eş, akran.
ADL: Adalet, çok adaletli.
ÂFÂK: "Ufuk"un çoğulu. Ufuk, yerle göğün birleştiği gibi görünen uzak daire. Âfak, ufuklar, dış âlemler.
ÂFÂKÎ: Havâî, herhangi bir dayanağı olmayan şey. Mekke'ye mikat sınırları dışından gelenler.
ÂFÂT: Âfetin çoğulu, musibetler, büyük felaketler.
ÂFÎF: İffetli, namuslu, terbiyeli, haramdan sakınan, nezih.
AFV Ü GUFRÂN: Bağışlama ve yarlığama.
AFV: Affetme, suçu bağışlama.
ÂGÂH: Uyanık, basiretli haberdar.
AĞNAM: "Ganem"in çoğulu. Davarlar, koyunlar, keçiler.
AĞNİYÂ: "Ganî"nin çoğulu. Zenginler.
AĞRAZ: Maksatlar, arzular, amaçlar.
AĞRAZ-I DÜNYEVİYYE: Dünyevî maksatlar, dünyevî niyetler, amaçlar.
AĞRÂZ-I FÂSİDE: Bozuk maksatlar, bozguncu niyetler.
AĞRAZ-I NEFSÂNİYYE: Nefsanî maksatlar, nefsî arzular.
AĞRAZ-I ŞAHSİYYE: Şahsî maksatlar, ferdî niyetler.
ÂĞÛŞ: Kucak, sığınılacak yer.
AĞYÂR: Başkaları, düşmanlar, yabancılar.
ÂHAD HABER: Bir kişi tarafından rivayet edilen hadis veya rivayetler.
ÂHÂD: "Ehad'in çoğulu. Birler, birden dokuza kadar olan sayılar.
ÂHAR: Başkası, diğeri, yabancı.
AHBÂR: "Haber"in çoğulu. Haberler.
AHBÂR-I SADIKA: Doğru haberler.
AHD U EMÂN: And ve emniyet, korkusuzluk, güvenlik.
AHD U MÎSÂK: Yemin ve anlaşma, kesin söz.
AHD: 1. Söz verme. 2. Yemin, and. 3. Devir, zaman, gün.
AHD-İ HARİCÎ: Daha önceden ismi bilinen kişilere veya şeylere işaret eden Lâm-ı tarif.
ÂHENG: Uygunluk ve düzen.
AHFÂ: Çok gizli, en gizli.
AHFÂD: "Hafîd"in çoğulu. Torunlar.
AHİD: (Bak: AHD).
ÂHİR ZAMAN PEYGAMBERİ: Son zaman Peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.).
ÂHİR ZAMAN: Son zaman, dünyamızın son çağı.
AHİZ: (Bak: AHZ)
AHKÂM: Hükümler, kanunlar.
AHKÂM-I AMELİYYE: Tatbikata ait hükümler, uygulanan kurallar.
AHKÂM-I EZELİYYE: Ezelî hükümler, başlangıcı bilinmeyen hükümler.
AHKÂM-I FER'İYYE: Asla ait olmayan, ikinci derecedeki hükümler.
AHKÂM-I ULUHİYYET: Allahlık hükümleri, ilâhlık hükümleri.
AHKÂM-I UMÛMİYYE: Umûmî hükümler.
AHKEMU'L-HÂKİMİN: Hükümdarların hükümdarı, hâkimlerin hâkimi olan Allah.
AHLÂK-I ZEMÎME: Kötü huylar, çirkin davranışlar.
AHLÂM: "Hulm"ün çoğulu, karışık rüyalar.
AHRÂR: Hürler, esir ve köle olmayanlar.
AHSEN: "Husn"den. En güzel, pek güzel, daha güzel.
AHSEN-İ TAKVÎM: En güzel ve en iyi kıvamda en güzel biçimde.
AHSENÜ'L-KASAS: 1. Kıssaların, hikâyelerin en güzeli. 2. Yusuf Sûresi.
AHZ: 1. Alma, tutma, kabzetme, 2. Kabul etme. 3. Tessellüm. 4. Sorgulama.
AKABE: 1. Sarp ve çıkılması zor yokuş, bâdire. 2. Tehlike. 3. Tehlikeli geçit. 4. Bugün Ürdün sınırları içinde bulunan bir şehir.
AKÂİD: Akîdeler, inançlar, dinin itikadî hükümleri.
AKAR: Gelir, gelir getiren gayr-ı menkuller.
AKD: 1. Anlaşma, sözleşme. 2. Bağlama, düğümleme.
ÂKIBET: Nihayet, sonuç.
ÂKIDEYN: Anlaşma veya sözleşme.
ÂKIL BÂLİĞ: Ergenlik, olgunluk çağına gelen.
ÂKILÂNE: Akıllıca.
AKÎDE: İtikad, iman.
ÂKİF: 1. İbadette devamlı olan kimse. 2. Sebat eden.
AKİKA: Yeni doğan çocuk için Allah'a şükür maksadıyla kesilen kurban.
AKÎM: 1. Beyhude, boş yere. 2. Kısır erkek veya kadın.
AKL-I SELÎM: Doğru düşünen, doğru anlayan, doğru karar veren akıl.
AKLÎ: Akla ait, akla uygun.
AKRÂN: Birbirine benzeyenler, em-sâl, yaşıt, denk.
AKRİBA: Akraba, aralarında soy veya sihriyetçe yakınlık olanlar.
AKSÂ: En uzak, en son.
AKSÜ'L-AMEL: Tepki, istenilen şeyin zıddının hâsıl olması.
AKTAR: Baharatçı.
AKTÂR: Kuturlar, çaplar, dairenin merkezinden geçen hatlar, bölgeler, taraflar. Her taraf.
AKVÂ ve AHZAR: Daha kuvvetli ve daha açık.
AKVÂ: Daha kuvvetli, en kuvvetli.
AKVÂL: "Kavl"in çoğulu. Kaviller, sözler.
AKVÂM: Kavimler, milletler.
AKVÂM-I SÂİRE: Diğer kavimler.
A'LÂ: En yüce.
ALADDERECÂT: Derecelere göre.
ALÂK SÛRESİ: Kur'ân-ı Kerim'in 96. sûresi.
ALAKA: "Alak"dan yapışkan sıvı, embriyo.
ÂLÂM: Elemler, kederler, acılar.
ALÂMET: İşaret, nişan.
ALÂMET-İ FARİKA: Bir şeyi diğerinden ayırıcı işaret. Belirgin özellik.
ÂLÂT: Âletler, vasıtalar.
ÂLÂT-I CİSMANİYYE: Maddî âletler.
A'LÂ-YI İLLİYYÎN: Cennette en yüksek derece, olgun kişilerin Allah katındaki dereceleri.
ALE'L-HUSÛS: Hususiyetle, özellikle.
ALE'L-USÛL: Usûl üzere. Usûle göre, usulen.
ÂLEM: Kâinat, dünya.
ALEMDÂR: Bayraktar, sancaktar.
ÂLEM-İ CİSMANİYYE: Maddî âlem, kâinat, dünya.
ÂLEM-İ EŞBÂH: "Şebah"tan: 1. Cisimler âlemi, varlıklar âlemi. 2. Hayaller âlemi."Şibh ve şebih"den: Misaller âlemi.
ÂLEM-İ KABİR: Kabir âlemi.
ALESSEVİYYE: Aynı seviyede, eşit olarak.
ÂL-İ FİRAVUN: Firavun ailesi. Firavun soyu.
ÂLİŞÂN: Şan ve şerefi yüksek olan.
ALİYYU'L-A'LÂ: Pek iyi. Fevkalâ-de.
ALLAH BES BÂKÎ HEVES: Allah yeter, başkası gelip geçici istektir, hevestir.
ALLÂME: Bilginlerin en bilgilisi.
ALLÂMÜ'L-GUYÛB: Esmâ-i Hüs-nâ'dan biri, bütün gizlileri bilen Allah.
ÂMÂ: Kör.
AMDEN: Kasten, bile bile, isteyerek.
AMELDE İ'TİDÂL: Amelde aşırılıktan uzak, dengeli.
AMEL-İ SALİH: Allah'ın rızasına uygun olan her iş.
AMELİKA: Eskiden Sîna yarımadasında yaşamış olan bir kavim.
AMÎK: Derin. Bahr-i amîk: Derin deniz. Fikr-i amîk: Derin düşünce.
ÂMİL: 1. Sebep. 2. İş yapan. 3. Zekat toplayan memur.
ÂMM: Umumî, genel.
AMR: Bir erkek ismi.
AMÛD: Direkler, sütunlar.
ANÂSIR-I MUHTELİFE: Çeşitli unsurlar.
ANKA-YI MUĞRİB: İsmi var, cismi yok. Ankâ kuşu.
ANVETEN: Cebren, kahren, zorla, sıkıntı ile.
ANYEDİN: Elden.
ÂRÂBÎ: Bedevî. Çölde yaşayan köylü.
A'RÂF: Cennetle cehennem arasında bulunan bir yer.
ARAFAT: Mekke'ye 12 mil yani takriben 20 km. uzaktaki bir yer. Hacca gidenler Zilhicce'nin 9. günü buraya gelerek bir müddet vakfe yaparlar.
ARASAT: Mahşer yeri, haşir ve neşir meydanı.
ARAZ: 1. İşaret, alâmet. 2. Tesadüf. 3. Kaza, felaket. 4. Kendi kendine vücut bulmayıp başka bir cevherle meydana gelen hal ve keyfiyet.
AREFE: Kurban bayramından bir önceki gün.
ARIZÎ: Sonradan hasıl olan şey. Geçici.
ÂRÎ: Temiz, hür, uzak.
ÂRİF: Anlayışlı, bilgili.
ARŞ: 1. Taht. 2. Dokuzuncu gök. 3. Çardak. 4. Cenab-ı Hakk'ın kudret ve azametinin tecelli ettiği yer.
ARZ: yeryüzü, dünya, genişlik.
ARZ-I MUKADDES: Kutsal ülke. Kudüs, Filistin.
ASÂ: Değnek, sopa, baston.
ASABÂT: 1. Baba tarafından olan akrabalar. 2. Şer'an miras alamayan akrabalar.
ASABE: Baba tarafından akraba olanlar.
ASAHH-I RİVÂYET: En doğru olan rivayet.
ÂSÂR: Eserler.
ÂSÂR-I ATÎKA: Eski eserler.
ASÂ-YI MÛSÂ: Hz. Musa'nın sopası.
ASGARİ: En az, en küçük.
ASHAB: Hz. Peygamber'i mümin olarak gören ve o iman üzere ölen kimseler.
ASHÂB-I KEHF: Mağara arkadaşları. Bunlar, zamanlarındaki zalim hükümdarlarının şerrinden mağaraya sığınan ve orada yıllarca uyutulduktan sonra tekrar diriltilen, köpekleri ile birlikte, yedi sekiz kişiydiler.
ASHAB-I MEŞ'EME: Uğursuz, şerli kişiler, kötüler.
ASHAB-I MEYMENE: Uğurlu kişiler, iyi kimseler.
ASHAB-I YEMİN: Uğurlu, meymenetli kimseler.
ÂSIF: Şiddetli rüzgar, fırtına.
ÂSİ: İsyan eden.
ÂSİM: Günah işleyen, günahkâr.
ASNÂM: "Sanem"in çoğulu. Putlar.
ASR: 1. İkindi namazı. 2. İkindi vakti. 3. Yüzyıl, çağ.
AŞR: Kur'ân-ı Kerim'den on âyet miktarı okunan kısım.
ATÂ: İhsan, lütuf, bağışlama.
ATALET: Tembellik, hareketsizlik.
ATF-I BEYAN: Kapalı bir sözü, açıklayan cümle.
ATIF (ATF): 1. Eğme, meyletme, 2. Bağlama.
ÂTİH: Bunak.
ATİYYE: Hediyye, ihsan, bahşiş.
ATTAR: (Bak: AKTAR)
AVÂLÎ: Yüceler, büyükler. Medine etrafındaki semtler.
AVAM: 1. Halk. 2. Soylu veya bilgin olmayanlar.
AVÂMİL: 1. Âmiller, sebepler. 2. Arap nahvine ait ve bu isimdeki kitap.
A'YÂN: 1. İleri gelenler. 2 Gözdeler.
A'YÂN-I SABİTE: Allah'ın ilminde varlıkların değişmez suretleri, öz mahiyetleri.
ÂYÂT: Âyetler.
ÂYÂT-I BEYYİNAT: Açık seçik âyetler.
ÂYÂT-I TEKVİNİYYE VE TEŞRİİYYE: Yaratılışa ve şeriata ait âyetler.
AYIN: Arap alfabesinin 21. harfi. Ebced hesabında sayı değeri 70'dir.
ÂYİN: 1. Tören, âdet. 2. Dinî bazı gösteriler. Mevlevî âyini gibi.
AYN: 1. Göz, 2. Pınar. 3. Eşyanın hakikatı.
AYNE'L-YAKÎN: Müşahede ve keşif ile hâsıl olan ilim.
A'ZÂ: Uzuvlar, organlar, üyeler.
AZÂB: 1. Büyük sıkıntı, şiddetli elem. 2. Dünyada işlenen günahlara karşı ahirette çekilecek ceza.
AZÂB-I NÂR: Cehennem azabı.
ÂZÂDE: Serbest, hür, kayıtlardan kurtulmuş.
AZ'AF-I MUZÂAF: Kat, kat, pekçok.
AZAMET: Büyüklük, kibirlilik.
AZDÂD (EZDÂD): Zıd olan şeyler.
AZHAR: En açık:
AZÎMÜ'Ş-ŞÂN: Şânı büyük.
AZÎZ: 1. Allah'ın isimlerinden biri. Değerli. 2. Ermiş, velî.
BAB: 1. Kapı. 2. Fasıl, bölüm.MİNE'L-BAB İLE'L-MİHRAB: Kapıdan mihraba dek, baştan sona kadar.
BÂDİYE: Kır, ova, sahra, çöl.
BÂGÎ: Âsi, baş kaldırmış, haksızlık eden.
BAĞÇE: Bahçe.
BAĞTETEN: Ansızın, zulüm, isyan.
BAĞY: Azgınlık, zulüm, isyan.
BAHIYRE: Cahiliyye devrinde beş batın doğuran devenin beşinci yavrusu erkek olursa kulağı yarılır ve salıverilirdi. Artık hiç bir işte kullanılmayan bu deveye bu ad verilirdi.
BÂHİL: 1. İşsiz, avare, başı boş. 2. Yularsız deve.
BAHÎL: Cimri, tamahkâr.
BÂHİR: 1. Yalancı, ahmak. 2. Ekin sulayıcı, sulayan. 3. Belli, açık. 4. Işıklı, parlak, güzel.
BÂHİRE: 1. Çok koşan cins deve. 2. Dikenli ağaç.
BAHR Ü BERR: Deniz ve kara.
BAHŞ: Bağış, ihsan.
BÂİN: Dibi geniş kuyu, bostan kuyusu.
BÂİS: 1. Sebep olan, gerektiren. 2. Gönderen. 3. Yeniden yaratan.
BAKAR: Sığır, öküz, manda cinsleri.
BAKARA: 1. Sığır, inek. 2. Kur'ân-ı Kerim'in ikinci sûresi: Bu sûrede yahudilere bir inek kurban etmeleri emredilip bu konuda geniş bilgi verildiğinden, sûre bu adı almıştır.
BAKİYYE: Artan, artık, geri kalan.
BÂLİĞ: 1. Erişmiş, vâsıl olmuş, son mertebeyi bulan. 2. Yekûn.
BÂP: (Bak: BÂB)
BÂR: 1. Allah. 2. Yemiş, meyva. 3. Yük, ağırlık. 4. Yağdıran, serpen, döken.
BÂRİD: 1. Soğuk. 2.Letafetten uzak nâhoş.
BÂRİZ: Açık, belli, âşikâr, zâhir.
BA'S: 1. Gönderme, yollama, gönderilme. 2. Allah'ın bir peygamberi, Hak dinine davete memur buyurması. 3. Dirilme veya diriltme.
BASAR: 1. Görme, görüş, görme yeteneği. 2. Zihnî algı.
BÂSİR: Gören, görüp anlayan, ferasetli, zeki.
BASÎRET: Doğru görüş, gönül gözü ile görme, uyanıklık.
BAST: 1. Yayma, açma. 2. Özellikle hurufilikte cezbe ve tefekkür içinde kendinden geçmeyi ifade eder.
BÂTIN: 1. İç, içyüz, gizli, sır, derunî. 2. Allah'ın isimlerinden.
BATN: Karın, kuşak, nesil.
BÂYİN: Aralayıcı, ayıran, ayırıcı özellik.
BA'Z: Bir şeyin bir bölümü,bir parçası, bazısı.
BED NAZAR: Kötü bakış.
BED: Kötü, çirkin, işe yaramaz.
BEDÂ'-BEDA'AT: Güzellik, yenilik, bediilik.
BEDÂHET: 1. Açıklık, bellilik. 2. Ansızın ortaya çıkma.
BEDÂYİ': İcat edilmiş güzel şeyler. Sanat eserleri.
BEDBAHT: Talihi kötü olan, talihsiz.
BED-BİN: Her şeyi kötü gören, karamsar.
BEDEL: 1. Değer, kıymet. 2. Başkasının parası ile onun yerine hacca giden kimse yerine geçen.
BEDEL-İ BA'Z: Geniş anlamlı bir sözün bir kısmına yapılan açıklama.
BEDEL-İ İŞTİM'ÂL: Geniş ve genel anlamlı bir sözün bir noktasını açıklayan cümle.
BEDEL-İ KÜLL: Kapalı bir söze bütün yönleriyle yapılan açıklama.
BEDEVÎ: Çölde çadırda yaşayan göçebe, çöllü, Arap göçebesi.
BEDİA: 1. Yaratma. 2. Estetik değeri yüksek, sanat eseri, eşine az rastlanan güzel.
BEDİHİ: 1. İspat gerekmeyecek şekilde açık. 2. Akla kendiliğinden gelen.
BEDİÎ: Güzel, beğenilen, sanatlı söz.
BEDR-BEDİR: 1. Dolunay, ayın ondördü. 2. Mekke ile Medine arasında bulunan Bedir gazasının yapıldığı yer.
BED-TAHRİR: Kötü yazı.
BEHA-BAHA: 1. Güzellik, süs, pırıltı. 2. Kıymet, değer, bedel.
BEHAİM: 1. Dört ayaklı hayvanlar. 2. Suriye'de bir sıradağ.
BEHÇET: Güzellik, güleryüzlülük, sevinç.
BEHİME-İ EN'AM: Deve, sığır, koyun gibi dört ayaklı hayvanlar.
BEHİMÎ: Hayvana yakışır tarzda, hayvanlık.
BEİS-BE'S: 1. Zarar, ziyan. 2. Korku, azap, sıkıntı, fenalık. 3. Kuvvet, kudret.
BEKA: Devam, sebat, evvelki hal üzere kalmak, ölmezlik, ebedilik.
BEKA-YI ERVAH: Ruhların kalıcılığı, devamlılığı.
BEKA-YI RUH: Ruhun kalıcılığı, ölmezliği.
BELAGAT Ü FESAHAT: Tam yerinde açık ve güzel söz söyleme.
BELAGAT: İyi konuşma, sözle inandırma yeteneği ve sanatı, uzdillik.
BELİĞ: 1. Açık, düzgün söz söyleyen. 2. Güzel, sanatlı söz. Belâ-gatli.
BENÂM: Namlı, ünlü, meşhur.
BENAN: Parmak ucu.
BENÎ İSRAİL: İsrailoğulları, yahudiler.
BERAAT: 1. Temizlik, arılık. 2. Olgunluk, güzellik.
BERA'ÂT-I İSTİHLÂL: Söze güzel ve etkili başlangıç.
BEREKÂT: Bolluklar, uğurlar, hayırlar.
BEREKÂT-I KELÂMULLAH: Allah kelâmının verdiği feyizler, bolluklar, uğurlar.
BER-HAYAT: Sağ, diri, yaşayan.
BERÎ: Sâlim, kurtulmuş, temiz arınmış.
BERİ: Yakın mesafe, ötenin zıddı.
BERK: 1. Şimşek, parıltı, kıvılcım. 2. Sert, katı.
BERR: 1. Doğru sözlü, hayır işleyen kimse. 2. Kara, toprak.
BER-TARAF: Bir yana atılan, ortadan kalkan. Bertaraf etmek: Ortadan kaldırmak, yok etmek.
BERZAH ÂLEMİ: Ruhlar âlemi.
BERZAH: 1. İki şey arasındaki mesafe, aralık. 2. Can sıkıcı. 3. İnce uzun kara parçası. 4. Dünya. 5. Ruhların kıyamete kadar bulunacakları yer.
BES: Yeter, yetişir, tamam, kâfi, çok.
BE'S: Zarar, ziyan, azap, şiddet, fenalık.
BEŞÂRET: Müjde, muştu, iyi haber.
BEŞÂRET-ÂVER: Müjdeci, iyi haber getiren.
BEŞER: İnsan, bütün insanlar, Ebu'l-Beşer: İnsanlığın babası, Hz. Âdem.
BEŞERİYYET: 1. İnsanlık. 2. İnsanın yaratılış özellikleri.
BEŞİR: 1. Müjdeci, iyi haber getiren,güleryüzlü. 2. Hıristiyan Araplar'da İncil yazan veya hıristiyanlık akidelerini telkin eden kimse. 3. Peygamberimizin bir vasfı.
BEY': Satma, satılma, satış.
BEYAN İLMİ: Belâgat ilminin,hakikat, mecaz, kinaye, teşbih ve istiare gibi konularından bahseden bölümü.
BEYÂN: Anlatma, açıklama sanatı.
BEYN: Aralık, arasında, arada.
BEYNÛNET: 1. İki şey arasındaki mesafe, aralık. 2. İhtilaf, anlaşmazlık, ara açıklığı.
BEYT: Ev, mesken, oda, oba.
BEYT-İ ATİK: Eski ev, Kâbe.
BEYT-İ MAMUR: Kâbe'nin tam üzerinde yedinci kat gökte bulunan ve melekler tarafından tavaf edilen bir köşk.
BEYTULLAH: Allah'ın evi, Kâbe, insan kalbi.
BEYTÛTET: Geceleme, bir yerde geceyi geçirme.
BEYTÜ'L-MAKDİS: Mukaddes ev, Mescid-i Aksa, Kudüs'teki büyük camii.
BEYYİN: Belli, açık, âşikar.
BEYYİNÂT: Açık, belli şeyler.
BEYYİNE: 1. Delil, şahit. 2. Kur'ân'ın 97. sûresi.
BEYZÂ: 1. Çok beyaz. 2. Demirden savaşçı başlığı. 3. Yumurta.MİLLET-İ BEYZÂ: Beyaz millet, müslümanlar.
BEZL: Bol bol verme.
BÎA-BİYAT: Birinin hakimiyetini kabul etmek, emirlerine uyacağına söz vermek.
BİAT OLUNMAK: Birine itaat edilmek, hükmüne girmek.
BİD'AT: 1. Sonradan ortaya çıkan şey. 2. İslâm'da Peygamberimizden sonra ortaya çıkan değişik âdetler.
BİD'AT-I HASENE: Beğenilebilir, güzel yenilikler.
BİD'AT-I SEYYİE: Kötü yenilikler.
BİDÂYET: Başlama, başlangıç.
BİDAYETEN: Başlangıçta, ilkin.
BİİZN-İ HÜDA: Allah'ın izni ile.
BÎKARAR: 1. Kararsız. 2. Rahatsız.
BİKR: Dokunulmamış, bekâret, bâ-kire.
BİKR-İ FİKR: Hiç söylenmemiş, yeni fikir.
BİLÂ BEDEL: Bedelsiz, karşılıksız.
BİLÂ KAYD Ü ŞART: Kayıtsız şartsız.
BİLÂ: ... sız.
BİLAD: Beldeler, şehirler, memleketler, kasabalar.
BİLÂD-İ ARAB: Arab ülkeleri.
BİLAFASILA: Fasılasız, aralıksız.
BİLÂH: Arkaları büyük olan kadınlar.
BİLLUR: 1. Duru, kristal. 2. Necef taşı.
BİN: Oğul.BİN MEHMED: Mehmed'in oğlu.
BİNA: 1. Yapı, ev. 2. Yapma, kurma. 3. Göz, gören, görücü.
BİNAEN ALA ZÂLİK: Bunun üzerine, bundan dolayı.
BİNAEN: ...den dolayı, ...den ötürü.
BİNÂENALEYH: Ondan dolayı, onun üzerine, şu halde.
BİRR: İyilik, güzellik, hayır, anaya babaya itaat. 2. Dininde ibadetinde kuvvetli olan. 3. Bağışta bulunma.
Bİ'SET: Gönderme.
Bİ'SET-İ MUHAMMEDİYE: Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamberlikle görevlendirilmesi.
Bİ'SET-İ NEBEVİYYE: Peygamberin, peygamberlikle gönderilişi.
BU'D: Uzaklık, aralık, boyut.
BU'D-İ MESAFE: Gidilen yolun uzaklığı.
BUĞZ: Düşmanlık duyma, nefret, kin.
BUĞZETMEK: Kin gütmek, düşman olmak.
BUHÛL: Cimrilik, tamahkârlık.
BUK'A: 1. Ülke, yer. 2. Büyük bina. 3. Benek, leke.
BURAK: Peygamberimizin mirac gecesi bindiği binek.
BURC: 1. Kale, yüksek bina. 2. Herhangi bir şekli gösteren ve özel ad alan sâbit yıldızlar topluluğu, galaksi. 3. Güneşin girip çıktığı on-iki burçtan her biri: Yengeç, kova, akrep.
BURC-İ ÂBÎ: Suya ait burçlar: Yengeç, akrep, balık.
BURC-İ BÂDÎ: Havaya ait burçlar: İkizler, terazi kova.
BÜHTAN ETMEK: İftira etmek.
BÜHTAN: Yalan, iftira, birine işlemediği suçu yükleme.
BÜLEGA: Belegat sahipleri, düzgün ve güzel konuşanlar, beliğ olanlar.
BÜLEGA'-İ BEŞER: Belegat ilmi mütehassısları.
BÜLEGÂ-İ ULEMÂ: Belagat bilginleri ve âlimler.
BÜLÛĞ: 1. Erginlik, olgunluk çağına girme, yetişme. 2. Yaklaştırma.
BÜNÜVVET: Oğulluk, evlatlık.
BÜNYÂN: Yapı, bina, bir şeyin yapısı.
BÜNYAN-I MERSUS: Birbirine lehimlenmiş, kenetlenmiş yapı.
BÜRHAN: Kesin delil, hüccet.
CÂFÎ: Cefâ çektiren, eziyet eden.
CÂH: İtibar, makam, mevki.
CÂHİLİYYE: Kelime olarak cahilliğe ait mânâsına gelir. Terim olarak İslâmiyetten önceki putperest dönemi ifade eder.
CAHÎM: Cehennem.
CÂİL: "Ceale" kökünden yaratıcı, yapıcı.
CÂİLU'N-NÛR: Nûr'un yaratıcısı.
CÂİZE: Armağan, övücü şiirleri için eskiden şairlere devlet büyükleri veya aşiret büyükleri tarafından verilen para veya mal.
CA'L: Yapma, meydana getirme, yaratma.
CA'LÎ: Sahte, yapmacıklı, düzme.
CÂLİB-İ DİKKAT: Dikkat çekici.
CÂMİ: 1. Toplayan, derleyen. 2. İçerisinde namaz kılınan ve mescidden büyük olan ibadethane.
CÂMİD: 1. Donmuş, hareketsiz. 2. Gelişmeyen, gelişme kabiliyeti olmayan.
CÂNİB: Cihet, yön, taraf, yan.
CÂRİYE: 1. Savaşta gayr-i müslimlerden esir olarak alınan kız ve kadınlar. 2. Hizmetçi kız.
CÂY-İ İŞKÂL: Güçlük, zorluk, müşkülât noktası.
CÂZİBE: Cezbeden, çeken, yer çekimi.
CÂZİBE-İ FÂNİYE: Geçici güzellik, fânî güzellik.
CÂZİBE-İ MUTLAKA: 1. Mutlak çekici kuvvet. 2. Yegane çekici kuvvet. 3. Geçici güzelliğin zıddı olan ebedî güzellik.
CÂZİBE-İ UMÛMİYYE KANUNU: Yerçekimi kanunu.
CEBÂBİRE: Cebredenler, zorbalar, zâlimler.
CEBBÂR: 1. İlâhî isimlerdendir. Dilediğini yapan, kudret ve güç sahibi Allah. 2. Zalim, müstebit kişi. 3. Gökyüzünün güneyinde bulunan bir yıldız kümesi.
CEBBÂRÂNE: Cebbârcasına, zorbalıkla.
CEBEL: Dağ.
CEBR U İKRAH: Zorlama ve baskı yapma.
CEBR-İ MAHZ: Sırf cebir, mutlak cebir.
CEBRİYYE: Cüz'î iradeyi inkâr eden mezhep.
CEDİD: Yeni.
CEHD: Çalışma, çabalama.
CEHELE: Cahiller.
CEHL U DALÂLET: Cehalet ve sapıklık.
CEHL: Bilmezlik, cehalet.
CEHR: Açıktan söyleme, açık olarak okuma.
CELÂDET: Kahramanlık, yiğitlik.
CELÂL: Büyüklük, ululuk. Zü'l-celâl: Celâl sahibi Allah.
CELÂL-İ KİBRİYÂ: Allah'ın büyüklüğü.
CELB-İ MASLAHAT: İyilik, dirlik ve düzeni sağlayıcı, fayda getirici.
CELB-İ MENFAAT: Menfaat celbedici, çekici, fayda sağlayıcı.
CELDE: Kamçı ile vücuda vuruşlardan her bir vuruş. (Fıkhî ıstılah)
CELÎ: Aşikar, belli, parlak, açık.
CEM U TEVFİK: Toplama ve uygunlaştırma, uzlaştırma.
CEMAAT: Topluluk, imam arkasında namaz kılan topluluk.
CEMAAT-I NÂCİYE: 1. Cehennemden kurtulacak ehl-i sünnet cemaatı. 2. Selâmete, kurtuluşa erecek cemaat.
CEMÂDÂT: Cansızlar.
CEMÂL: 1. Allah'ın lütf ve ihsan sıfatıyla tecellisi. 2. Yüz güzelliği.
CEMÂL-İ HAK: Allah'ın güzelliği ki, müminler cennette onu temaşa edeceklerdir.
CEMÂLULLAH: 1. Allah'ın cemâlı, Allah'ın güzelliği. 2. Allah'ın lütfu ihsaniyle tecellisi.
CEMEL: Deve.
CEM'-İ KILLET: Arapça'da türlü vezinlerde cemileri olan isimlerin, bu cemilerinden dokuzdan aşağı mahsus olanları.
CEM'İ MAHLUKÂT: Bütün yaratıklar.
CEMM-İ GAFÎR: Büyük cemaat, insan kalabalığı.
CENÂBET: 1. Gusül abdesti almayı gerektiren durum. 2. Gusül gerektiği halde henüz gusül yapmamış kimse.
CENAH: 1. Yan taraf, cihet. 2. Kol, pazu. 3. Kanat, kuş kanadı.
CENNATU'N-NAÎM: Naîm Cennetleri, nimetlerle dolu olan cennetler.
CERAD: "Cerâde"nin çoğulu. 1. Çekirgeler. 2. Yağmacılar.
CERH: Yaralama, yaralatma, çürütme.
CERİME: "Cürm"ün çoğulu. Suçlar, günahlar.
CESTE CESTE: Bölüm bölüm, yavaş yavaş.
CEVAD-I MUTLAK: Şarta bağlı olmaksızın çok ihsanda bulunan, cömertlik eden Cenab-ı Allah.
CEVAHİR: Cevherler, çok değerli olan şeyler.
CEVÂMİU'L-KELİM: Kelimeler topluluğu.
CEVÂRİH: "Cerh"den yaralayanlar, yırtıcı hayvanlar, yırtıcı kuşlar.
CEVAZ: İzin, müsaade, caiz olma.
CEVELAN: Dolaşma, gezme.
CEVF: 1. Boşluk, oyuk, çukur. 2. Orta yarı.
CEVHER: 1. Varlığı için başkasına muhtaç olmayan. 2. Bir şeyin özü.
CEVR Ü ZULM: Ezâ ve zulüm.
CEVR: Ezâ, eziyet, haksızlık, sitem.
CEYB: Yakanın göğüs üzerindeki açık yeri.
CEYŞ-İ USRET: Güçlük ordusu.
CEYYİD: İyi, güzel, hoş.
CEZÂLET: Rekaketsizlik, peltek kekeme veya pepe olmayış.
CEZÎRETÜ'L-ARAB: Arap yarımadası.
CEZM: 1. Kesin karar, niyet. 2. Kesme, katı.
CİBAYET: Câbîlik, vergi, gelir toplama.
CİBİLLİYET: Huy, yaratılış.
CİBRİL: Dört büyük melekten biri, vahiy meleği olan Cebrail.
CİBT VE TAGUT: Haç ve put. Allah'tan başka canlı cansız mabut edinilmiş şeyler.
CÎD: Boyun.
CİDD: 1. Bir işi gerçekten çalışıp işleme. 2. Ciddilik.
CÎFE: Lâşe, leş.
CİHAD: 1. İslâm için düşmanla yapılan maddî, manevî savaş. 2. Nefisle yapılan her türlü mücadele.
CİHAD-I EKBER: 1. Büyük savaş. 2. Benlikle savaş.
CİHANŞÜMÛL: Cihânı içine alan.
CİHAZ: 1. Çeyiz ve avadanlık. 2. Cenazenin kaldırılması için gerekli olan eşya.
CİHET: Yön, taraf.
CİM SECÂVENDİ: Kur'ân-ı Kerim'deki durma yerlerinden biri. Bu secâvendde durmak veya geçmek caizdir.
CİMA: İnsanların cinsî münasebetleri.
CİNÂS: Münasebet, benzeyiş. Birçok mânâlara yorulabilen söz. İmalı, telmihli söz. Telaffuzu aynı anlamı ayrı olan kelimelerin bir söz içinde kullanılması.
CİNNET: Delilik, çılgınlık.
CİNS-İ KARÎB: Yakın cins.
CİRM: 1. Cisim. 2. Büyüklük, hacim cirmi ne kadardır?
CİSR: Köprü.
CİSR-İ CEHENNEM: Cehennem köprüsü.
CİZYE: Müslüman olmayan teb'a-dan alınan vergi.
CÛD: Cömertlik. Karşılık beklemeden yapılan cömertlik.
CÛDİ: Şırnak şehrinin 6 kilometre güney doğusunda bulunan büyük bir dağ.
CUHÛD: Çıfıt, yahudi.
CUMHÛR: Halk, kalabalık, ahâlî, çoğunluk.
CUMHÛR-İ MÜFESSİRÎN: Müfessirler topluluğu, müfessirlerin çoğunluğu.
CUMHÛR-İ UKALÂ: Akıllılar topluluğu. Akıl sahiplerinin hepsi.
CÜDERÎ: Çiçek hastalığı.
CÜMLE-İ İSMİYYE: İsim cümlesi.
CÜMLE-İ MU'TARIZA: Parantez içinde bulunan cümle, açıklayıcı mahiyetteki cümle. Ara cümlecik.
CÜMLE-İ VECÎZE: Kısa ve öz söz.
CÜNAH: Günah.
CÜND: Asker, asker topluluğu.
CÜNÛD: Askerler.
CÜNÜB: Gusül abdesti gerekmiş kimse.
CÜZ-İ MAKSÛM: Bölünmüş parça.
CÜZ'İ: Az miktar, bir parça.
ÇÂK: 1. Yarık, yırtık. 2. Yırtmaç.
DÂB: 1. Adalet, doğruluk, 2. İhsan, vergi.
DÂBBE: Yük ve binek hayvanı.
DÂBBETÜ'L-ARZ: Kıyâmet alametlerinden olup topraktan çıkan varlık.
DÂD-I HAKK: 1. Allah vergisi. 2. Veriş, satış.
DÂFİ': 1. Def' eden, savan, savuşturan, iten. 2. Cenab-ı Hak.
DÂĞ-DÂR: 1. Kızgın demirle nişanlanmış, dağlanmış. 2. Pek müteessir, çok üzgün.
DÂİN (DÂYİN): Borç veren, alacaklı.
DAKİK: 1. İnce, ufak, nâzik. 2. Toz haline getirilmiş şey, un. 3. Dikkatli ölçülü davranan titiz kimse.
DALÂLÂT-I BEŞERİYYE: İnsanlığın sapıklığı, beşerî sapıklık.
DALÂLET: Hak yoldan sapma, sapıklık, azgınlık.
DALÂL-İ MUBÎN: Apaçık sapıklık.
DÂLL Bİ'L-İŞÂRE: İşaretle delâlet etme. Sözün işaretle mânâya delâlet etmesi.
DÂLL U MUDILLE : Doğru yoldan çıkanlar ve çıkaranlar, sapanlar ve saptıranlar.
DÂLLÎN GÜRÛHU: Sapıklar, azgınlar topluluğu.
DÂLLİN: Doğru yoldan sapmış olanlar, azgınlar.
DÂR: Ev, yer, yurt, dünya.
DARBE-İ AZÂB: Azap darbesi, azap verici vuruş.
DARB-I MESEL: Ata sözü.
DÂREYN: İki dünya: Dünya ve ahiret.
DÂR-I DÜNYA: Dünya.
DÂR-I HARP: Müslümanlarla savaş halinde olan gayri müslim ülke.
DÂR-I İSLÂM: İslâm ülkesi.
DÂR-I KÜFÜR: Gayr-i müslimlerin ülkesi.
DÂR-I SAADET: Mutluluk yeri.
DÂR-I UHRA: Ahiret yurdu.
DARÎRU'L-BASAR: Kör, âmâ.
DÂRU'N-NEDVE: Mekke şehir meclisi.
DÂRU'S-SELÂM: 1.Selamet yurdu, cennet. 2. Bağdat şehrinin ünvanı.
DÂRÜ'L-HİLAFET: İstanbul.
DE'B-İ KADÎM: Eski gelenek, eski usûl, eski âdet.
DEBÛR: Batı rüzgarı, batı taraftan esen yel.
DECCÂL: Kıyametten az önce çıkacak, insanlardan bir kısmını sapıtacak ve daha sonra Hz. İsa tarafından öldürülecek olan şahıs.
DEF': Öteye itme, savma, savulma.
DEF-İ İHTİYAÇ: İhtiyacın giderilmesi, ihtiyacın karşılanması.
DEF-İ MAZARRAT: Zararı giderme.
DEF-İ MEFSEDET: Fesadı ortadan kaldırma.
DEFTER-İ A'MÂL: Amel defteri, insanların dünyadaki hayır ve kötülüklerin kaydedildiği defter.
DEHA: 1. Olağanüstü zeka ve anlayış kabiliyeti. 2. Olağanüstü zeka sahibi kimse.
DEHLİZ: Hol, koridor.
DEHRİ: Dünyanın sonsuzluğuna inanıp ahireti inkâr eden kimse Materyalist.
DELÂLET: Yol gösterme, kılavuzluk etme.
DELÂLET-İ AKLİYYE VE MANTIKIYYE: Akıl ve mantık yardımıyla, akıl ve mantığın yola göstermesiyle.
DELİL: 1. Kılavuz, yol gösterme. 2. Kanıt.
DELİL-İ NAKLÎ: Naklî delil, Kitabî delil. Kur'ân-ı Kerim ve Hadis-i şeriflere istinad eden delil.
DELÎL-İ ŞUÛDÎ: Görgüye dayanan delil.
DEM: 1. Kan, 2. Soluk, nefes. 3. Zaman, an.
DEM': Göz yaşı, göz yaşı dökme, ağlama.
DEM-İ MESFUH: Dökülmüş kan.
DENÂNET: Alçaklık, zillet.
DENÎ: Alçak.
DERMİYÂN: Ortada.
DERPİŞ: Göz önünde, en önde.
DERS-İ İNTİBAH: Uyandırma dersi.
DERÛN: İç taraf, dahil, kalp.
DEVR-İ CÂHİLİYYE: Cahiliyye devri, İslâm'dan önceki devir.
DEVR-İ SABAVET: Çocukluk çağı.
DEYN: Borç.
DEYYÂN: Mükâfatlandıran veya cezalandıran, hâkim. Allah.
DEYYÂR: 1. Manastır sahibi. 2. Biri, bir kimse, fert.
DÎBÂCE: Başlangıç, önsöz, mukaddime.
DİĞERGÂM: Başkalarını düşünen, bencil olmayan.
DİL-ÂVÎZ: Gönül çeken, câzip.
DİL-NİŞÎN: Hoşa giden, kalpte yerleşen.
DÎN U DİYÂNET: Din dindarlık, din ve din duygusu.
DÎNÂR: Bir altın liranın dörtte bir değerinde olan eski bir para.
DÎN-İ HAK: Hak din İslâmiyet.
DİRAYET: Zekâ, iktidar, beceriklilik. Akıl ve ilim yoluyla yapılan çözüm.
DİRHEM: 1. Okkanın dörtyüzde biri olan eski ağırlık ölçüsü. 2. Gümüş para.
DİVAN: Arap şiiri, Divan-ı Arab, Arab'ın şiir külliyatı.
DÛN: 1. Alçak, aşağılık. 2. Aşağı. 3. Altta.
DÜBB-İ ASGAR: Küçük ayı (yedili yıldız grubu).
DÜBB-İ EKBER: Büyük ayı (yedili yıldız grubu).
DÜLDÜL: Hz. Muhammed (s.a.v.)'in Hz. Ali'ye verdiği beyaz at.
DÜSTÛR: Kânun, kaide, kural, esas.

EAMM: Daha geniş, pek şümullü, en umumî.
EÂZIM: Büyükler, ulu kişiler.
EB: Baba, ata.
EBB: Kuru ot, taze ot. Mera, otlak, çayır.
EBEDÂ: Ebedî olarak, ebediyyen.
EBEDÎ: Devamı, sonu olmayan. Ezelînin zıddı.
EBED-ŞÜMÛL: Ebedî içine alan.
EBEVEYN: Ana-baba.
EBRÂR: İyiler.
EBSÂR: "Basar"ın çoğulu. Gözler, görme hassaları.
EBTER: 1. Eksik, tamamlanmamış. 2. Dölsüz, çocuğu olmayan kimse.
EBU'L-BEŞER: İnsanlığın atası. Hz. Âdem.
EBU'L-HAYR: İyilik babası.
ECÂNÎB: Ecnebîler, yabancılar.
ECEL-İ KAZÂ: Tehlikeye uğramak suretiyle gelen ecel.
ECEL-İ MÜSEMMÂ: Allah tarafından tayin edilmiş ömrün sonunda gelen ecel.
ECİR: 1. Karşılık, ücret. 2. İyi bir amelin karşılığı olarak verilen manevî mükâfat.
ECR U MESUBÂT: Karşılık ve mükâfat. İyi amele karşılık Allah tarafından ahirette verilen sevap.
ECR U SAVÂB: Yapılan bir şeyin karşılığı olarak verilen ücret ve sevab.
ECR: Yapılan bir iş karşılığında verilen ücret.
ECRÂM U ECSÂM: Cansız varlıklar ve cisimler.
ECRÂM-I SEMÂVİYYE: Gök cisimleri, yıldızlar.
ECSÂM-I MUHTELİFE: Muhtelif cisimler.
ECSÂM-I SAKÎLE: Ağır cisimler.
ECSÂM-I SELÂSE NAZARİYESİ: Üç cisim nazariyesi.
ECZÂ: Cüzler. 1. Eczacılıkta kullanılan maddeler. 2. Bir kitabın parçaları. Kur'ân-ı Kerim'in cüzleri.
EDÂ: 1. Ödeme, verme. 2. Zamanında yerine getirme. 3. Tarz, üslûp.
EDÂ-İ EMANET: Emaneti yerine getirme.
EDAT: 1. Kendi kendine anlamı olmayıp isim ve fiillere katılarak anlam gösteren kelime. 2 Âlet.
EDEB-İ KUTSÎ: Kutsî edeb, iyi ahlâk.
EDEB-İ UBUDİYYET: Kulluk edebi.
EDGÂS U AHLÂM: Karışık rüyalar.
EDİLLE: Deliller.
EDİLLE-İ AKLİYYE: Aklî deliller.
EDİLLE-İ HAKK: Hak deliller, gerçek deliller.
EDİLLE-İ KÂTIA: Kesin deliller.
EDİLLE-İ ŞER'İYYE: Şer'î deliller; Kitap, sünnet, icma-ı ümmet ve kıyas-ı fukahadan ibaret dört delil.
EDİLLE-İİ İLMİYYE: İlmî deliler.
EDNÂ: Pek aşağı, en alçak.
EDVÂR: Devirler, çağlar.
EDYÂN-I BÂTILA: Bâtıl dinler. Hak olmayan dinler.
EDYÂN-I MÜNZELE: Allah tarafından gösterilen dinler.
EDYÂN-I SEMAVİYYE: Semavî dinler. Musevîlik, Hıristiyanlık ve İslâm dinleri.
EF'ÂL: Fiiller, işler.
EF'ÂL-i İBÂD: Kulların işleri.
EF'ÂL-İ KULÛB: Kalbin işleri, kalbe doğan çeşitli duygu ve düşünceler. Arapça'da kalbî fiiller (bilmek, görmek gibi)
EFDÂL: Daha faziletli, en faziletli.
EFLÂK: 1. Felekler, gökler. 2. Her gezegene ait gök tabakaları.
EFRADINI CÂMİ AĞYÂRINI MANİ: Kendisine ait olanları toplayan, olmayanları dışarda bırakan.
EFSANE: Masal, destan, mitoloji.
EHAD: Bir, tek. Allah'ın sıfatlarından.
EHÂDÎS-İ ŞERİFE: Hz. Muhammed (s.a.v.)'in söz, hareket ve ikrarlarından meydana gelen hadis-i şerifler.
EHADİYYET: Birlik. Allah'ın her bir şeyde kendilerine ait sıfatı. Her şeyde birliğinin tecellisi.
EHAKK: Çok haklı, daha haklı.
EHASS: 1. En has, en özel. 2. En bayağı.
EHASS-I MAKSAT: En özel maksat.
EHL U İYÂL: Bir kimsenin geçindirmek zorunda olduğu aile efradı ve diğer kimseler.
EHL: 1. Sahip, malik, 2. Maharetli, usta. 3. Bİr yerde oturan. 4. Karıkocadan herbiri.
EHL-İ BEYT: Hz. Muhammed (s.a.v)'in ailesi, hane halkı, (Hz. Ali, Hz. Fatma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin)
EHL-İ BİD'AD: Dinde olmadığı halde sonradan çıkan şeylere uyanlar.
EHL-İ DİRÂYET: Zeka, bilgi, tecrübe ehli.
EHL-İ EHVÂ: Heva ehli, arzu ve isteklerine tabi olanlar.
EHL-İ İCTİHAD: Müctehid olan kişi, içtihad ehli.
EHL-İ İMAN: İman ehli.
EHL-İ İNSÂF: Merhametli, adil olanlar.
EHL-İ KARYE: Köylü, köy halkı.
EHL-İ KİTAP: Allah'ın gönderdiği kitaplara inananlar. Terim olarak yahudiler ve hıristiyanlar.
EHL-İ KÜFR: İnkârcılar.
EHL-İ SALİB: Haçlılar, hıristiyanlar.
EHL-İ SUFFE: Suffe ehli ki bunlar, Medine'deki Mescid-i Nebevî'nin sofasında kalırlar ve burada Hz. Peygamber'den dni öğrenirlerdi.
EHL-İ SÜNNET: Hz Muhammed (s.a.v.)'in yolunda gidenler, sün-nîler.
EHL-İ ZİMMET: İslâm devletinin himaye ve tabiiyyetinde bulunan hıristiyanlar.
EHLULLÂH: Allah'a itaat eden, Allah'ın sevdiği kimse, velî.
EHREMEN: Zerdüştîlerin inandıkları, kötülük ve karanlık tanrısı, şeytan, dev.
EHVEN-İ SIRREYN: İki gizliden en zararsızı.
EHVEN-İ ŞERR: Şerrin en hafif olanı.
EİMME: İmamlar.
EKÂLİM: İklimler, memleketler, ülkeler.
EKALLİYET: Azınlık, azlık.
EKÂNİM-İ SELÂSE: Hıristiyanların baba, oğul ve Ruhu'l-Kudüs'ten oluştuğuna inandıkları Allah. Allah, İsa, Ruhu'l-Kudüs üçlüsü.
EKBER: En büyük.
EKL: Yemek.
EKMEL: En mükemmel, eksiği olmayan, en olgun.
EKREMÜ'L-EKREMÎN: Cömertlerin en cömerdi. Çok kerim, çok cömert olan Allah.
ELFÂZ: Sözler.
ELFÂZ-I GARÎBE: Şaşılacak, tuhaf sözler.
EL-FURKAN: Kur'ân-ı Kerim.
EL-HAKK: 1. Gerçeğin ta kendisi, tam doğrusu. 2. Allah.
ELHÂN: Nağmeler, besteler.
ELHÂN-I TAYYİBE: Güzel nağmeler, güzel sesler.
EL-HÜDÂ: Hidayet, Kur'ân-ı Kerim.
ELVÂH: Levhalar, tablolar.
ELVÂN: Renkler, çeşitler.
EL-YEVM: Bugün.
EMÂN: 1. Eminlik, korkusuzluk. 2. Aman dileme. 3. Şikayet. 4. Rica.
EMÂNET-İ İLÂHİYYE: İlâhî emanetler.
EMİR, EMR: Buyruk.
EMN: Eminlik, korkusuzluk.
EMNİYYET-İ KÂMİLE: Tam güven, tam itimat.
EMR-İ Bİ'L-MA'RÛF VE NEHY-İ ANİ'L-MÜNKER: Dinin iyi gördüğü şeyleri emretmek ve kötü gördüğünden sakındırmak.
EMR-İ Bİ'L-MA'RUF: İyiliği emretmek.
EMSİLE: Misaller, örnekler.
EN'ÂM: Davar, koyun, keçi, sığır ve deve gibi hayvanlar.
ENBİYA: Peygamberler, nebîler.
ENE: Ben, benlik.
ENE'L-HAKK: "Ben hakkım" anlamına gelen ve ilk defa Hallac-ı Mansûr tarafından söylenen söz.
ENFÂL: "Nefel"in çoğulu. Harpte düşmandan alınan mallar, ganimetler. Kur'ân-ı Kerim'in 8. Sûresi.
ENFÜS: "Nefs"in çoğulu. Canlar, ruhlar.
ENFÜSÎ: Nefsî, nefiste meydana gelen, ferdî zihne ait bulunan, subjektif.
ENSÂR: Hz. Muhammed (s.a.v.)'in Medineli arkadaşlarından olan ve muhacirlere yardım eden ashabı.
ENVÂ: Türler, çeşitler.
ENVÂ-I VÂHİDE: Bir çeşitten olma.
ERBÂB-I HALL-U AKD: Halife seçmeye yetkili olan kişiler. Medine halkının ileri gelenleri.
ERBÂB-I HASENAT: İyilik sahipleri.
ERCAH: Daha üstün, en üstün.
ERDÂN: "Beden"in çoğulu. Cisimler, vücutlar, gövdeler.
ERHÂM: 1. Kadınlardaki çocuk yatağı, rahimler. 2. Akrabalar.
ERHAM: Çok merhametli, çok acıyan.
ERKÂN: Rükunlar, esaslar, direkler, üniteler, bölümler.
ERVÂH: Ruhlar.
ERVÂH-I HABÎSE: Kötü ruhlar.
ERZEL-İ ÖMÜR: İhtiyarlığın sonları, bunaklık günleri.
ESAHH: Çok sahih, en doğru.
ESÂTİR: Efsaneler, masallar.
ESATÎR-İ EVVELÎN: Eskilerin masalları.
ESBÂB: Sebepler.
ESFEL-İ SÂFİLÎN: Cehennemin en alt tabakası, aşağının aşağısı.
ESHÂB VE ETBA: Sahabeler ve tabiin.
ESHÂB: Mümin olarak Hz. Muhammed (s.a.v.)'i gören ve mümin olarak ölen müslümanlar. (Bak: ASHAB)
ESHÂB-I EYKE: Şuayb Peygamberin gönderildiği kavim.
ESHÂB-I HİCR: Salih Peygamberin gönderildiği kavim.
ESLÂF: "Selef"in çoğulu. Eskiler, yerlerine geçilmiş kimseler.
ESLÂF-I MÜFESSİRÎN: Eski müfessirler, geçmiş müfessirler.
ESLAH: En salih, en iyi, en uygun.
ESMÂ: Adlar, isimler.
ESMÂÜ'-HÜSNÂ: Allah'ın güzel isim ve sıfatları.
EŞBÂH: Benzeyenler, nazirler.
EŞCÂR: "Şecer"in çoğulu. Ağaçlar.
EŞHURU'L-HAC: Hac ayları. Şevval, Zilkade ve Zilhicce'nin ilk on gününden ibaret olan cem'an 70 gün İslâm'dan önce de Araplar bu günlerde Kâbe'yi ziyaret ederlerdi.
EŞHURU'L-HURUM: Haram aylar. Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep ayları. İslâm'dan önce Araplar bu aylarda savaş yapmayı haram sayarlardı.
EŞRÂF: Soylulular, şerefliler.
EŞRÂR: Şerliler, kötüler.
EŞRÂT-I SAAT: Kıyamet alâmet-leri.
ETFÂL: Çocuklar.
EVÂMİR U NEVÂHÎ: Emirler ve yasaklar.
EVÂMİR-İ CİHÂD: Cihad emirleri.
EVÂMİR-İ İLÂHİYYE: İlâhî emirler.
EVÂMİR-İ SÂBIKA: Eski emirler.
EVHÂM: Vehimler ve hayaller. Kuruntular ve gerçek dışı şeyler.
EVLÂ VE EFDÂL: Daha iyi ve daha faziletli.
EVLÂ VE ESLÂH: En iyi ve en uygun.
EVLÂ: Birinci, başta gelen. En iyi.
EVLİYA: "Velî"nin çoğulu. Allah'ın ermiş kulları.
EVLİYÂ-YI UMÛR: İş başında olan kimseler.
EVSÂF U ŞERÂİT: Vasıflar ve şartlar.
EVSAF: Vasıflar, özellikler.
EVSAT: Orta.
EVVEL U ÂHİR: Önce ve sonra.
EVVELEN: Evvelâ, birinci olarak.
EYTÂM VE ERÂMİL: Yetimler ve dullar.
EYYÂM EN MA'LÛMAT: Bilinen günler.
EYYÂM: Günler.
EYYÂM-I MA'DÛDÂT: Sayılı günler; Ramazan ayının bütün günleri.
EYYÂM-I NAHR: Kurban Bayramı'nın ilk üç günü.
EYYÂM-I TEŞRİK (Eyyâmü't-teşrik): Kurban Bayramı'nın ilk gününden sonraki üç gün.
EZELİYET: Başlangıcı olmama. Ezeliyeti Müş'ir: Başlangıcı bildiren.
EZMÂN: Zamanlar, vakitler.
EZMİNE: Zamanlar, çağlar.
EZ-ZİKR: Kur'ân-ı Kerim'in adlarından biri.
FÂCİR: 1. Fücûr sahibi, fena huylu. günahkâr.
FÂDIL-FÂZIL: Faziletli, fazilet sahibi, erdemli.
FADL-FAZL: İyilik, fazilet, erdem.
FAHR: Övgü, şeref, böbürlenme.
FAHR-İ KÂİNAT: Kâinatın övgüsü, şerefi; Hz. Peygamber (s.a.v.)
FAHŞÂ: 1. Meşru olmayan cinsel ilişki, fuhuş. 2. Zekatı az verme, tamahkârlık. 3. Akla ve ahlâka uygun olmayan söz ve iş.
FÂİL: 1. İşleyen, yapan. 2. Te'sirli, etkili.
FÂİL-İ MUHTAR: İstediğini yapmakta serbest olan.
FAKR: Fakirlik, yoksulluk, züğürtlük.
FÂRİĞ: 1. Vazgeçmiş, çekilmiş. 2. Rahat, âsûde. 3. Boş, işini bitirmiş, işsiz.
FARÎZA: 1. Allah'ın emri, farz, vacip, gerek, vazife. 2. Mirasçılardan her birine şer'an düşen hisse, pay.
FART-I İZDİHAM: Fazla kalabalık.
FÂRUK: Haklıyı haksızı ayırmakta pek mahir olan. Hz. Ömer'in sıfatlarından biri.
FARZ: 1. İslâmiyette mazeret olmadıkça yapılması mecburi olan, terkedilmesi günah sayılan Tanrı buyruğu. 2. Zarurî, lüzumlu.
FARZ-I AYN: Kişinin bizzat yapması gereken farz. Herkese farz olan.
FARZ-I KİFÂYE: Bir kısım müslümanların yerine getirmesiyle diğerlerinden sakıt olan farz. Cenaze namazı gibi.
FASÂHAT: Güzel ve açık konuşma, uzdillilik, iyi söz söyleme kabiliyeti.
FÂSIK: Allah'ın emirlerini tanımayan, günah işleyen.
FÂSILA: 1. Aralık, ara, bölme. 2. Ayıran, bölen, Kur'ân-ı Kerim âyetlerinin sonları.
FÂSİD-FÂSİDE: 1. Kötü, fena, yanlış, bozuk. 2. Münafık, fesad çıkaran.
FASL: 1. Ayrıntı, ayırma, kesinti, bölüm. 2. Halletme, neticelendirme, kesip atma.
FÂTIR: Yaratan, yaratıcı.
FAZÂİL: İnsanda iyilik etmeye ve fenalıktan çekinmeye karşı devamlı ve değişmez istidatlar, güzel huylar.
FAZİLET: İnsanda iyilik etmeye ve fenalıktan çekinmeye olan devamlı ve değişmez istidat, güzel vasıf, iyi huy, erdem.
FAZL U İHSÂN: Cömertlik ve bağışta bulunmak.
FAZL U KEREM: Bilginlere, faziletli kişilere yaraşır olgunluk ve cömertlik.
FAZL U RAHMET: Faziletli kişinin lütfu, merhameti ve acıması.
FAZL: 1. Fazla, ziyade, artık, bâki. 2. Fazlalık, üstünlük.
FAZL-I AZÎM: Büyük değer, temelde var olan büyük meziyet.
FEBİHÂ: Ne alâ, ne güzel.
FECR: Fecir; sabaha karşı güneş doğmadan önce, ufkun aydınlığı, tan yerinin ağarması.
FECR-İ SADIK: (Hakiki fecir) şafak sökme.
FEDA: 1. Gözden çıkarma, uğruna verme. 2. Kurban.
FEHVÂ: Mânâ, anlam, mefhum, kavram, hüküm.
FELÂH: Kurtuluş, selâmet, onma, mutluluk, kutluluk.
FELÂK: 1. Tan zamanı. 2. Sabah aydınlığı.
FELÂSİFE: Filozoflar, felsefe ile uğraşanlar, âlimler, bilginler.
FELEK: 1. Gökyüzü, sema. 2. Âlem, dünya. 3. Talih, kader.
FELEKİYYÂT: Gök ve heyet ilmine ait şeyler, astronomik.
FENA: 1. Yok olma, yokluk. "Beka"nın zıddı. (Tasavvufta maddî varlıktan sıyrılıp hakka ulaşma). 2. İyi olmayan, kötü.
FERÂŞE: Pervane (gece kelebeği).
FERC: 1. Aralık, yarık, çatlak. 2. Dişilerde üreme organı, avret.
FERİK: 1. İnsan topluluğu, cemaat. 2. Askerî kolordu kumandanı. 3. Körpe, buğday tanesinin yarı olgunu, firik.
FERMAN: Emir, buyruk, padişah tarafından verilen yazılı emir.
FERMAN-I İLÂHÎ: Allah buyruğu.
FERŞ: 1. Döşeme, yayma. 2. Yayılan şey. 3. Seccade, hasır, 4. Yeryüzü, kır, sahra.
FESAD: Fenalık, kötülük, arabozuculuk. Kargaşalık, karışıklık.
FESH: Bozma, bozulma, dağıtma, dağılma, yürürlükten kalkma.
FETÂNET: Fatinlik, zihin açıklığı, zihnin yaratılıştan bir şeyi çabuk ve iyi anlamak hususundaki istidadı, zeyreklik.
FETH: 1. Açma, açılma. 2. Bir yeri savaşla ele geçirme.
FETH-İ MÜBİN: Açık ve parlak zafer.
FETİŞ: Sahibine uğur getirdiğine ve tabiatüstü özellikler taşıdığına inanılan nesne veya hayvan.
FETRET: 1. İki peygamber veya padişah arasında peygambersiz veya padişahsız geçen zaman. 2. İki vakıa arasındaki zaman.
FETTAH: 1. Zafer kazanmış, üstün gelmiş. 2. Fetheden, açan. 3. Kullarının kapalı işlerini açan, Cenab-ı Hakk.
FETTAN: 1. Fitne ve fesada teşvik eden, ayartan. 2. Cazibeli, gönül alıcı, oynak kadın.
FEVÂHİŞ: 1. Kötülükler. 2. ******ler, kahpeler.
FEVÂİD: Faydalar, menfaatler, kârlar, kazançlar.
FEVC: Bölük, takım, cemaat.
FEVERAN: 1. Kaynama, galeyân etme. 2. Damar, vurma, su fışkırtma.
FEVK: Üst, üst taraf, yukarı (maddî-manevî)
FEVKALÂDE: Âdetin üstünde, duyulmadık, görülmedik, olağanüstü.
FEVKA'L-BEŞER: İnsanüstü.
FEVKA'T-TABİA: Tabiatüstü.
FEVREN: Çarçabuk, birden bire.
FEVT: 1. Bir daha ele geçmemek üzere kaybetmek, elden çıkarma, kaçırma, 2. Ölüm.
FEVZ: Galiplik, zafer, üstünlük, selamet, kurtuluş.
FEVZ-İ AZÎM: Büyük kurtuluş, büyük selamet, büyük başarı.
FEY': Savaşta elde edilen mal ve ganimet.
FEY'ÜZ GANÂİM: Savaşta elde edilen mallar ve ganimetler.
FEYYAZ: Feyiz, bereket ve bolluk veren. Allah.
FEYZ: 1. Suyun taşıp akması. 2. Bolluk, fazlalık, gürlük. 3. İlim, irfan.
FEZÂ': Korkma, dayanamama, ümitsizlik.
FEZÂ: Uzay; ucu bucağı bulunmayan boşluk, kâinatın sonsuz genişliği.
FEZÂİL: Faziletler, meziyetler, üstün özellikler.
FEZÂİL-İ MÜTENEVVİA: Türlü hüner, marifet ve meziyetler.
FEZLEKE: Hülâsa, netice, özet.
FIKH-I HANEFİ: Hanefî fıkhı.
FIKH-I İSLÂM: İslâm fıkhı.
FIKIH-FIKH: 1. Bir şeyi anlayıp bilme, 2. Şeriat ilmi, şeriatın usül ve hükümleri, amelî ve şer'î meseleler bilgisi. Hukuk bilgisi.
FIRAK: 1. Tümenler, alaylar, bölükler. 2. Partiler. 3. Takımlar, kalabalıklar, ehl-i sünnet ve cemaatten ayrılan mezhepler.
FIRAK-I İSLÂMİYYE: İslâm fırkaları, mezhepleri.
FIRKA: 1. İnsan kalabalığı grubu. 2. Tümen.
FIRKA-İ NÂCİYYE: Selâmet yolunu bulmuş, müslüman grubu.
FISK U FÜCÛR: Sefahet ve günaha batma.
FISK: 1. Hak yolundan çıkmak, Allah'a karşı isyan etmek. 2. Sefahete dalma, ahlâksızlık, gü-nahkârlık.
FITRA: Fitre: Ramazan'da bölünmeden verilmesi şer'ân vacip olan fıtr, sadaka.
FITRAT: Yaratılış, huy, tabiat, mizaç.
FITRAT-I MUHAMMEDİYE: Hz. Muhammed (s.a.v.)'in huyu, yaratılışı.
FÎ EMRİLLÂH: Allah'ın emrinde.
FÎ SEBİLİLLAH: Allah yolunda, karşılık beklemeksizin.
FÎ: 1. İçinde - de. 2. Tarih bildirir.
FİDÂ: Bir esiri kurtarmak için verilen şey, fidye.
FİDYE: Can kurtarma karşılığı verilen akçe vesaire.
FİİL-Fİ'L: 1. İş, kâr, amel, zamanla ilgili olup mânâya yol açan kelime. 2. Eylem.
FİKR: 1. Fikir, düşünce. 2. İdrak, 3. Zihin, akıl. 4. Hatır.
Fİ'L-İ HAKİKİ: Gerçek eylem, hakiki fiil.
Fİ'L-İ İHTİYÂRİ: Yapılıp yapılmaması insanın kendi seçimine bağlı olan fiil.
Fİ'L-İ KAVLÎ: Kavli fiil, sözle yapılan eylem.
FİRÂK: 1. Ayrılık, ayrılma. 2. Hüzün, keder, sıkıntı.
FİRÂSET: 1. Anlayışlı, çabuk seziş, 2. Binicilik, at yetiştirme bilgisi. 3. Yiğitlik, mertlik.
FİRÂŞ: Döşek, yatak, şilte, hasır, halı.
FİR'AVN: Firavun, eski Mısır hükümdarlarına verilen ünvan. 2. Tanrılık iddiasında bulunduğu için Hz. Musa'nın mücadele ettiği Mısır hükümdarı. 3. Çok kibirli, gururlu ve inat adam, Firavn.
FUAD: Kalp, yürek, gönül.
FUHŞ: 1. Haddini aşma. 2. Kötülük, namusa aykırı hareket.
FUHŞ-U KELÂM: Edep ve terbiye dışı söz.
FUKAHÂ (Fakih): Fakihler, İslâm hukukçuları, Fıkıh âlimleri.
FUKARA: Fakirler, yoksullar.
FUKARA-İ MÜSLİMÎN: Müslüman fakirler.
FUKARA-İ SÂBİRİN: Sabreden, dayanan, oruç açmayan fakirler.
FURKAN: 1. Hak ile batılı ayırmak, iyi ile kötüyü ayırd etmek. 2. Kur'ân-ı Kerim'in adlarından biri.
FUSÛL: 1. Fasıllar, mevsimler. 2. Bölümler, kısımlar.
FÜLÂN: Belirsiz bir şey, filan.
FÜNÛN: 1. Nev'iler, çeşitler, sınıflar, tabakalar. 2. Hünerler, sanatlar, ilimler, fenler.
FÜNÛN-I TABİİYYE: Tabiat ilminin çeşitleri.
FÜRS Ü RÛM: İran ve Anadolu.
FÜRS: 1. Farslılar, Fars milleti. 2. Eski İran.
FÜRÛ': Dallar, budaklar, ayrıntılar.
FÜTUHÂT: Fetihler, zaferler.
FÜTÛR: Zayıflık, gevşeklik, bezginlik, endişe.
GADDÂR: Hain, zalim.
GÂDİR: Gadreden, hıyanet eden, fenalık eden.
GADR: Hainlik, vefasızlık, zulüm, merhametsizlik, haksızlık.
GAFLET: Gafillik, boş bulunma, dalgınlık, ihtiyatsızlık.
GAFÛR: Çok bağışlayan, çok affeden. (Allah'ın adlarından biri)
GAİT: 1. İnsan pisliği, necaset, 2. Çukur yer, düz ve geniş yer.
GALAT: Yanlış, yanılma.
GALEBE-İ İLMİYYE: İlmî üstünlük.
GALÎZ: Çirkin, terbiye dışı, kaba, ağır.
GALLE: 1. Gelir, varidat, küçük kasa. 2. Zahire, mahsul, ekin.
GAMGÜSÂR: Gam ve kederi def eden, teselli veren.
GAMMAZ: "Gamz"dan. İftiracı, fitne koğucu. Birine iftira ederek zarar veren kimse.
GAMZE: 1. Göz kırpma, gözle işaret, Nâz ile bakma, süzgün bakış. 2. Çene veya yanak çukurluğu.
GANÎ: 1. Zengin, 2. Muhtaç olmayan. 3. Bol, fazla.
GANÎMET: Savaşta düşmandan alınan mal.
GÂR: Mağara.
GARAM: Aşk, sevda, şiddetli arzu.
GARANİK OLAYI: (Bak: Necm Sûresi)
GARAZ: Maksat, gaye, niyet.
GÂR-İ HIRA: Hıra mağarası.
GARÎZA: Yaratılıştan olan, huy.
GARK: Batmak, suda boğulmak.
GARÛR: Aldatan, aldatıcı.
GÂSIK: Gece, karanlık.
GAYB: 1. Gizli olan, gözle görülmeyen şey. 2. Belirsiz, bilinmeyen şey.
GAYBET (Gıybet): 1. Kaybolma. 2. Aleyhinde bulunma, arkasından söyleme, çekiştirme dedikodu yapma.
GÂYETÜ'L-GÂYE: En son derecede, hedeflenen son amaç.
GAYR-İ FITRÎ: Fıtrî olmayan. Doğuştan olmayan.
GAYR-İ MUNSARİF: Cerr ve tenvin kabul etmeyen isim.
GAYR-İ MÜSLİM: Müslüman olmayan.
GAYZ U KÎN: Hiddet ve kin.
GAYZ: Hiddet, öfke, hınç.
GAZA: Din uğrunda kâfirlere karşı yapılan savaş, cihad.
GILAF: Kılıç, kın, muhafaza.
GILL U GIŞŞ: Şüphe ve tereddüt, kararsızlık. Kin ve hile. Hiyanet ve düşmanlık.
GILMÂN: Hizmet gören delikanlılar. Köleler, esirler.
GITÂ: Örtü, örtülecek şey.
GİL: Kil, çamur, balçık.
GİRÂN: 1. Ağır, sakil. 2. Fenâ, kokmuş. 3. Bıktırıcı, usandırıcı.
GİRİFTÂR: 1. Tutulmuş, esir, yakalanmış. 2. Düşkün.
GİRİZGÂH: 1. Kaçacak yer, melce, 2. Giriş.
GUBÂR: Toz.
GUBÂR-ÂVER: Toz götüren. Tozkoparan.
GUBÂR-I HÜZÜN: Üzüntü dalgası, üzüntü tozları.
GUFRAN: Mağfiret, bağış.
GULŞEN U GÜLZÂR: Gül bahçesi ve gül tarlası.
GUNNE: Şeddeli "nun" ile şeddeli "mim"in teğanni ile okunması.
GURBET: 1. Gariplik, yabancılık. 2. Yabancı memleket, yabancı diyar, vatan dışı, yâdel.
GURFE: Oda, çadır, çardak, cumba.
GURRE: 1. Parlaklık, aklık. 2. Atın alnındaki beyazlık. 3. Arabi ayın ilk günü.
GURUB: Batma, batış.
GURUB-İ ŞEMS: Güneşin batışı.
GUZÂT: Gâziler. Düşmanla savaşmış İslâm askerleri.
GÜRÛH: Cemaat, bölük, takım, topluluk, çete.
HABÂİS: Kötülükler, kötü şeyler.
HABÂSET: Kötülük, alçaklık, fenalık.
HABB-HABBE: 1. Tane, tohum, 2. Parça.
HABER-İ SÂDIK: 1. Doğru haber. 2. Peygamberimizin sözü, hadis.
HABÎB: Sevgili, dost.
HABİB-İ HÜDÂ: (Hüdâ'nın sevgilisi); Hz. Muhammed (s.a.v.).
HABÎB-İ KİBRİYA: Kibriyanın sevgilisi. Hz. Muhammed (s.a.v.).
HABİBULLAH: (Allah'ın sevgilisi); Hz. Muhammed (s.a.v.).
HABÎS: Kötü, alçak, pis.
HABL: İp, urgan, halat.
HABLÜ'L-METİN: Sağlam ip. İslâ-miyet, Kur'ân-ı Kerim.
HABT: İptal etme, bozma, bozulma.
HACALET: Utanma, utangaçlıkla şaşırma.
HACCAC: 1. Irak valisi olup, müslümanlara zulmeden Yusuf bin Sakifî'nin ünvanı. 2. Delil ile galip olan.
HÂCET: İhtiyaç, gereklilik.DEF-İ HÂCET: Abdest bozma.ARZ-I HÂCET: Eksiğini, isteğini bildirme.
HACR: 1. Men etme, yasak etme. 2. Kucak, oğuş, himaye.
HACR-I TAHRÎM: Haramı yasaklamak.
HADD: 1. Sınır. 2. Gerçek değer. 3. Şeriatçe verilen ceza.
HADD-İ TAM: Tam sınırında, derecesinde, kıvamında.
HADES: 1. Yeni olma, sonradan olma. 2. Abdesti tazelemeyi gerektiren şey, manevî pislik.
HÂDİ: 1. Hud'a yapan, hileci, aldatıcı. 2. Fena, bozuk.
HÂDÎ: Hidayet eden, doğru yolu gösteren, mürşit.
HADİS: Peygamberimizin sözü.
HÂDİSÂT: Yeni olan şeyler, olaylar.
HÂDİSÂT-I ACÎBE: Şaşılacak, garib olaylar.
HÂDİSE: Yeni olan, sonradan olan şey, olay.
HADİS-İ KUDSÎ: Mânâsı Allah tarafından vahyedilen, lafzı Peygamberimize ait hadis.
HAFA: Gizlilik, kapalılık.
HAFAYA: Gizli şeyler, sırlar.
HAFAZA: 1. Muhafızlar, koruyucular, bekçiler. 2. Koruyucu melekler.
HÂK İLE YEKSAN: Toprakla bir yıkık, harap, yerle bir.
HÂK: Toprak.
HAKAİK: Hakikatler, gerçekler.
HAKAİK-İ SÂBİTE: Değişmez hakikatler.
HAKAMEYN: İki hakem: Sıffîn vak'asında Hz. Ali ile Hz. Muaviye arasında hakem seçilen Amr b. Âs ile Ebu Musa el-Eş'arî.
HAKAYIK: Hakikatler, gerçekler.
HAKEM: Bir işte karar vermeye yetkili kişi.
HAKÎKAT: 1. Bir şeyin aslı, mahiyeti. 2. Gerçek, doğru. 3. Sadakat kadirbilirlik. Sözlük anlamıyla söylenen söz.
HAKÎM: 1. Âlim, bilgin. 2. Doktor. 3. Hikmeti bilen, filozof. (Allah'ın isimlerinden)
HÂKİM: Hakim, yargıç, hüküm veren, hükmeden, hükümran olan, üstün olan.
HAKÎM-İ MUTLAK: Allah.KİTAB-I HAKÎM: Kur'ân.
HÂKİMİYET: Hakimlik, üstünlük, egemenlik.
HAKİR: İtibarsız, değersiz, önemsiz.
HAKK: Doğruluk, insaf, hak. (Allah'ın isimlerinden biri)
HAKK-I MÜDAFAA: Savunma hakkı.
HAKK-I MÜKTESEB: Elde edilmiş hak.
HAKK-I ŞİRB: İçme, hayvan veya tarla için su olma hakkı.
HAKKU'L-YAKÎN (HAKKE'L-YAKÎN): Bilgi ve marifet mertebelerinin en yükseği, bizzat yaşayarak elde edilen bilgi, gerçeğin özünü kavramak.
HAKŞİNASLIK: Doğruyu, hakkı tanımak.
HALÂL: 1. Dostluk. 2. İki nesne arası açık olmak.
HALÂS: Kurtulma, kurtuluş.
HALASKÂR: Kurtarıcı.
HALÂVET: 1. Tatlılık, şirinlik. 2. Zevk.
HALEF: Birinden sonra gelip onun yerine geçen kimse, ardıl.
HALET: Hal, suret, keyfiyet.
HALET-İ İHTİZAR: Can çekişme hali, sakınılacak hal.
HALET-İ NEZİ': Ölüm hali, sekarat-ı mevt.
HALF: Yemin etmek.
HALHAL: Kadınların ayak bileklerine taktıkları altın veya gümüş halka, ayak bileziği.
HÂLIK: Yaratan, yaratıcı. (Allah'ın isimlerinden)
HALÎL: 1. Dost. 2. Zevc, koca.
HALÎME: Yumuşak huylu kadın. (Peygamberimizin süt annesinin adı)
HÂLİS: Hilesiz, katkısız, duru.
HALK: Yaratma, yaratılma.
HALK-I CEDÎD: Yeniden yaratılış.
HALK-I DÜ CİHAN: İki cihanın halkı, ölüler ve diriler.
HALT: 1. Karıştırma. 2. Uygunsuz söz söyleme.
HALVET: 1. Yalnız kalma, tenhaya çekilme. 2. Tenha yer, ibadet için tenha hücre.
HÂM: Çiğ, olmamış.
HAM: Eğri, bükülmüş.
HAMD Ü ŞÜKRAN: Allah'ı minnet ve şükranla övme.
HAMD: 1. Övgü, medh. 2. Allah'a şükran hislerini bildirmek.
HAME: 1. Yük. 2. Ana karnındaki çocuk.
HAME: Balçık, çamur
HAMEİN MESNUN: Değişken balçık.
HÂMÎ: Himaye eden, koruyucu.
HAMÎD: Allah'ın adlarından.
HÂMİD: Hamd eden, şükreden. (Hz. Muhammed (s.a.v.)'in lakabı.)
HAMİE: Balçıklı, çamurlu.
HÂMİL: 1. Yüklü. 2. Gebe.
HÂMİLE: Gebe kadın.
HÂMİŞ: Mektubun altına ilave edilen yazı, hâşiye, dipnot.
HAMR: Şarap.
HAMÛLE: 1. Yük. 2. Gemi yükü.
HANEDAN: Kökten asîl ve büyük aile, ocak.
HANİF: İslâmiyetten önce Allah'ın birliğine inanan ve Hz. İbrahim dinine bağlı olan kimse.
HÂRÂBAT: Harabeler, viraneler, meyhaneler. (Ziya Paşa'nın meşhur antolojisi).
HARABE: Şehir ve ev yıkıntısı, virane.
HARBÎ: 1. Harble ilgili. 2. Savaş yerinde bulunan ve müslüman olmayan kimse. 3. Anlaşma yapılmamış düşman. 4. Tüfek doldurma âleti.
HAREC: 1. Darlık, sıkıntı, zorluk. 2. Günah.
HAREM: 1. Girilmesi serbest olmayan yer. 2. İhrama girilen yerden itibaren Kâbe'ye doğru olan kısım.
HAREM-İ ŞERİF: Kâbe ve civarı.
HARİKULÂDE: Olağanüstü, eşi görülmemiş.
HARS: 1. Tarla sürmek. 2. Yarmak. 3. Ekin, kültür.
HASÂNET: Bir bina veya yapının sağlamlığı.
HASB: Göre, nazaran, gereğince.
HASBE: Kızamık hastalığı.
HASBE'L-ÂDE: Âdet gereği, alışıldığı gibi.
HASBE'L-BEŞERİYE: İnsanlık gereği.
HASBETEN LİLLAH: Allah rızası için.
HASEB: Baba tarafından gelen soyluluk, asalet.
HASED: Haset, kıskançlık, çekememezlik.
HASENÂT: İyilikler, güzel işler.
HASENE: İyilik, güzel iş.
HASF: Yere batma, ışığı sönme.
HÂSIL: Husûle gelen, peyda olan, çıkan, üreyen.
HÂSILA: Bir işten elde edilen sonuç.
HÂSIL-I KELAM: Sözün özeti.
HÂSİD: Haset edilen, kıskanç.
HÂSİR: 1. Hasret çeken, meramına kavuşamayan. 2. Zarar görmüş.
HASÎS: 1. Nekes, cimri. 2. Alçak, değersiz.
HASLET: Tabiat, huy, yaratılış.
HASR: 1. Sıkıştırma. 2. Etrafını çevirme, mahsus kılma, tahsis etme.
HASR-I EVKAT: Bütün vakitlerini o işe verme.
HASR-I NEFS: Kendini o işe adama.
HASSA ORDUSU: Hükümdarın kendine mahsus ordusu.
HÂSSE: Bir şeye mahsus olan kuvvet, duygu.
HAŞERAT: 1. Küçük böcekler; Karınca, akrep, yılan gibi hayvancıklar. 2. Değersiz ve zararlı adamlar.
HAŞÎN: Katı, sert, kırıcı, kaba.
HÂŞİR: Toplayan, bir araya getiren.
HAŞİYE: Dipnot.
HAŞR Ü NEŞR: Toplayıp dağılma, haşir neşir.
HAŞR: 1. Toplama. 2. Ölüleri diriltip mahşere çıkarma. 3. Kur'ân'-ın 59. sûresi.
HAŞYETULLAH: Allah korkusu.
HATA: 1. Yanlış, yanılma. 2. Günah.
HÂTEM: Mühür.
HATEMÜ'L-ENBİYA: Peygamberlerin sonuncusu: Hz. Muhammed (s.a.v.).
HÂTİM: 1. Mühürleyen, mühürleyici. 2. Bitiren, sona erdiren.
HÂTİME: Son, nihayet.
HATT: 1. Çizgi. 2. Satır. 3. Yazı.
HATT-I KUR'ÂN: Kur'ân yazısı.
HAVÂİC: İhtiyaçlar.
HAVÂRİYYÛN: Hz. İsa'nın oniki kişiden ibaret olan ashabı.
HAVASS: 1. Hasseler, duyular. 2. Muhterem ve seçkin kişiler.
HAVASS-I HAMSE: Beş duyu. (Görme, tatma, işitme, dokunma, koklama)
HAVÂYİC-İ ASLİYE: Aslî ihtiyaçlar.
HAVF VE RECA: Korku ve ümit.
HAVF: Korku, korkma.
HÂVİ: İhtiva eden, içine alan, şâmil, içeren.
HÂVİYE: Cehennemin yedinci katı, en şiddetli yeri.
HAVL: 1. Sene, yıl. 2. Etraf, çevre. 3. Kuvvet, kudret.
HAYA: 1. Utanma, sıkılma. 2. Ar, namus, edeb. 3. Günahtan kaçınma.
HAYAT: Dirilik, canlılık.
HAYAT-I BÂKİYE: Ölümsüz hayat.
HAYAT-I BEŞER: İnsan hayatı.
HAYAT-I FÂNİYE: Geçici hayat.
HAYLİ: Oldukça. Epeyce.
HAYR Ü ŞER: İyilik ve kötülük.
HAYR: İyi, faydalı, hayırlı.
HAYRET: Şaşma, şaşırma, ne yapacağını bilmeme.
HAYRHAH: Hayır sahibi.
HAYRÜ'L-BEŞER: İnsanların hayırlısı Hz. Muhammed.
HAYRÜ'N-NÂS: İnsanların hayırlısı.
HAYSİYYET: Şeref, onur, itibar, değer.
HAYSİYYET-İ EBEDİYYE: Edebî itibar.
HAYT: İplik, lif, tel.
HAYT-İ ESVED: Siyah iplik, fecir zamanı yavaş yavaş silinen gecenin karanlığı.
HAYTÜ'L-EBYAZ: Beyaz iplik, fecir zamanı, ufukta bir çizgi şeklinde beliren ve giderek artan sabah ağartısı.
HAYY: 1. Diri, canlı. 2. Allah'ın isimlerinden.
HAYYE ALE'L-FELÂH: Toplanıp felaha gelin, haydin felaha.
HAYYE ALE'S-SALAH: Toplanıp namaza gelin, haydin namaza.
HAYYÜ'L-KAYYÜM: Her an diri olan, yöneten, düzenleyen.
HAYZ VE NİFAS: Aybaşı hali ve lohusalık.
HAYZ: Kadınlarda aybaşı hali akıntısı.
HAZER: Sakınma, kaçınma, korunma, çekinme.
HAZF: Aradan çıkarma, kaldırma, giderme, silme, gizli tutma.
HÂZIRA: 1. Şehirli. 2. Bir yere yerleşmiş. 3. Medeni.
HÂZIRÛN: 1. Meydanda, gözönünde olanlar. 2. Hazır olanlar.
HAZÎNE: Hazine, devlet malının saklandığı yer.
HEBA: 1. Toz, zerre. 2. Boş, nafile.
HEBÂEN MENSÛRA: Boşuna harcanarak.
HEDEF: Maksat, amaç.
HEDER OLAN: Boşa giden.
HEDER: Boşa gitme, yok yere giden şey.
HEDİY: Beytullah için getirilen kurbanlar.
HEDY: Harem-i şerife götürülen kurban.
HELÂK: 1. Mahvolma, ölme. 2. Harcanma. 3. Çok yorulma.
HEMŞİRE: Kız kardeş.
HENDESE: Geometri.
HERC Ü MERC: Alt üst, karmakarışık, allak bullak.
HERDEM: Her zaman, daima.
HEREM: 1. İhtiyarlama, kocama. 2. Mısır ehramlarından biri.
HETK-İ HÜRMET: Saygının ortadan kalkması. Şer'an haram olanın bozulması.
HEVÂ: 1. Heves, istek, arzu, sevgi, hoşlanma. 2. Nefsanî zevklere uyma.
HEVÂ-İ NESÎM: Latif hava. Mâne-vî gıda.
HEVAMM: 1. Böcekler, haşereler. 2. Yılan, pire, akrep gizli zararlı hayvanlar.
HEVÂPEREST: Meşru olmayan lezzet ve heves peşinde olan.
HEVDEC: Kadınların binmesi için deve üzerine yapılan küçük mahfel.
HEY'ET: 1. Şekil, suret. 2. Görünüş. 3. Durum.
HEY'ET-İ İCTİMAİYYE: Toplantı heyeti, sosyal durum.
HEZL: 1. Eğlence, alay, şaka. 2. Latife. 3. Mizah.
HIDK: Öç almak için kin besleme.
HIFZ: Saklama, koruma, ezberleme.
HIFZISSIHHA: Sağlığı koruma.
HIKD: Kin tutma, öç almak için fırsat bekleme.
HINZIR: 1. Domuz 2. Pis ve katı yürekli kimse.
HIRMAN: Mahrumluk, ümitsizlik.
HIRZ: 1. Sığınak. 2. Nazar boncuğu, nazar duası. 3. Tılsım.
HISÂL: Huylar, mizaçlar, karekterler.
HIŞM: Kızgınlık, öfke, gazap.
HITBE: 1. Okunmuş. 2. Söz kesilmiş, nişanlı kız veya kadın.
HIYAR: 1. Bir işi yapıp yapmamakta serbestlik, İslâm hukukunda alış-veriş hususunda muhayyerlik. 2. Hayırlılar, iyiler.
HİBE: Bağışlama bağış.
HİCAB: 1. Utanma, sıkılma. 2. Perde, hail, engel.
HİCRÂN: 1. Ayrılık. 2. Unutulmaz acı keder.
HİCRET: 1. Memleketten memlekete göç. 2. Hz. Muhammed'in Mekke'den Medine'ye hicreti, Miladın 622. senesi.
HİCRET-İ SENİYYE-HİCRET-İ NEBEVİYYE: Peygamberimizin Mekke'den Medine'ye göçü.
HİCV: Birini şiirle yermek, gülünç hale koymak, alay etmek.
HİCVİYYE: Hicv sözü veya yazısı, taşlama.
HİDAYET: Hak yola, doğru yola erme.
HİDAYET-İ İLÂHİYYE: İlâhî hidayet, Allah'ın doğru yola erdirmesi.
HİKMET: 1. Hakimlik, bilgelik. 2. Sebep. 3. Felsefe.
HİKMET-İ İLÂHİYYE: Allah'ın hikmeti, yalnız O'nun bileceği iş.
HİKMET-İ TEŞRİ: Kanun yapma hikmeti. Allah'ın emir ve yasaklarında gözetilen Rabbanî incelikler.
HİLAF: 1. Karşı, zıt. 2. Yalan.
HİLÂFET: 1. Birinin yerini tutma. 2. Peygamberin vekilliği, halifelik.
HİLÂFETEN: 1. Birinin yerine geçerek. 2. Halife olarak.
HİLAF-I EDEB: Terbiye ve ahlâka aykırı.
HİLÂL: Yeni ay.
HİL'AT: Elbise, kaftan.
HİL'AT-İ RİSALET: Peygamberlik elbisesi.
HİLF: Yardımlaşma, ittifak, sözleşme.
HİLKAT: 1. Yaratılış. 2. Tabiat.
HİLKAT-İ ÂDEM: İlk insanın yaratılışı.
HİLKAT-İ ARZ: Dünyanın yaratılışı.
HİLL: 1. Hilal. 2. Hac zamanında ihrama girilen yerin dışında kalan saha, haremin dışı.
HİLM Ü HAYÂ: Yumuşaklık ve utanma duygusu.
HİLM: Yumuşaklık, insanın tabiatında olan yumuşaklık duygusu.
HÎN: An, zaman, vakit, sıra.
HİRFET: Sanat, meslek.
HİSAB: Hesap, saymak, aritmatik.
HİSAL-HISAL: Huylar, tabiatlar.
HİSAR: 1. Kuşatma, etrafını alma. 2. Etrafı istihkamlı kale, bent.
HİSS: Duyma kuvveti, duygu.
HİSSE: Pay, nasip.
HİSSEDÂR: Pay, hisse sahibi.
HİSS-İ KABLELVUKU: Önsezi.
HİSSÎ: His ile, duygu ile ilgili, duygusal.
HİSSİYYAT: Duygular, sezişler.
HİTAB: Bir veya daha fazla kimselere söz söyleme, nutuk.
HİTAB-I ÂM: Umuma hitap, bir topluluğa söyleme.
HİTAB-I EZELÎ: Başlangıçsız, çok eski söz.
HİTÂM: 1. Son, nihayet. 2. Bitme, tükenme.
HİTÂN: 1. Sünnet, sünnet etme. 2. Duvarlar, engeller.
HİZB-HİZİB: 1. Kısım, bölük. 2. Taraftar. 3. Kur'ân cüzünün dörtte biri.
HOD BE HOD: Kendi kendine, kendi başına.
HOD: 1. Kendi. 2. Baş zırhı.
HODGÂM: Bencil, egoist, kendini beğenmiş.
HUB: Güzel, hoş, iyi.
HUBB: Sevgi, muhabbet.
HUBB-İ DÜNYA: Dünya sevgisi.
HUBS: 1. Pislik. 2. Kötülük.
HUCCÂC: Hacılar.
HUCCET-HÜCCET: 1. Vesika, delil, senet. 2. Tanınmış bilginlere verilen ünvan.
HUD'A: Aldatma, oyun hile.
HUDÂ: Allah, yaratıcı.
HUDDAM: Hizmetçiler.
HUDUD: Sınırlar, hudutlar.
HUDÛS: Sonradan olma.
HUFFAZ: Ezberleyiciler, Kur'ân'ı ezbere bilenler.
HUKUK: 1. Haklar. 2. Hakikatler. 3. Kanunların verdiği hak.
HULASA: Bir şeyin, bir sözün özü, özeti.
HULÂSA-İ KELÂM: Sözün özeti.
HULD AZABI: Ahiratteki ebedî azab.
HULD: 1. Sonu olmayan. 2. Ebedî devamlı.
HULF: Verdiği sözü tutmama, yemininde durmama.
HULK: Huy, tabiat.
HULKUM: Boğaz, gırtlak, ağızdan mideye giden yol.
HULÛD: Ölmezlik, süreklilik, devamlılık.YEVM-İ HULÛD: Kıyamet günü.
HULÛM: 1. Rüyalar, hülyalar. 2. Düş azması.
HULÛS: Halislik, saflık, gönül temizliği.
HULÛS-İ NİYET: Halis, samimi niyet.
HUMS: Beşte bir.
HÛN: 1. Kan, dem. 2. Öldürme, öc.
HUNEFA': "Hanif"in çoğulu. Allah'ın birliğine inananlar, Hz. İbrahim dininden olanlar.
HURAFAT: Aslı, esası olmayan sözler ve rivayetler, hurafeler.
HURAFE: Uydurma hikâye ve rivayet.
HURDE: Değersiz şey, kırıntı.
HUREMAT - HURMÂT - HURUMAT: Haram olan şeyler, dince yasak olan şeyler.
HURÎ: 1. Cennet kızı. 2. Sevgili.
HURÛC: Çıkma, çıkış, dışarı çıkma.YEVM-İ HURÛC: Kıyamet günü.
HURÛF: Harfler.
HURÛF-İ HECA: Alfabe harfleri.
HURUF-İ MUKATTAA: Bazı surelerin başında bulunan ve ayrı ayrı okunan harfler.
HURUM: Haramlar, dince yasak ,olanlar.
HUSUS: İş, şekil, yol, konu.
HUŞÛ: 1. Gönül alçaklığı, tevazu. 2. Korku ile sevgi arası durum, saygı.
HUTAME: Cehennemin adlarından biri, cehennemin beşinci tabakası.
HUTUT: 1. Çizgiler. 2. Yazılar. 3. Yollar.
HUZUR: 1. Hazır bulunma. 2. Rahat.
HÜCCET: 1. Vesika, delil. 2. Seçkin âlimlere verilen ünvan.
HÜCCETÜ'L-İSLÂM: İmam Gazali'nin lakabı.
HÜCEYRE: 1. Küçük delik, oyuk. 2. Odacık, hücrecik.
HÜCRE: 1. Odacık, göz. 2. Dokuların, organların en küçük parçası, hücre.
HÜDA: 1. Doğru yol gösterme. 2. Hidayet etme. 3. Kur'ân-ı Kerim'in adlarından biri.
HÜKEMA: Hakîmler, bilginler, filozoflar.
HÜKM-HÜKÜM: Yargı, emir, komuta.
HÜNSA: 1. Kendisinde hem erkeklik hem dişilik alâmeti bulunan kimse. 2. Aynı çiçekte erkeklik ve dişiliğin bulunması.
HÜRRE: Cariye veya esir olmayan kadın.
HÜSN Ü KUBUH: Güzellik ve çirkinlik.
HÜSN: Güzel, iyi, güzellik, iyilik.
HÜSNA: En güzel.
HÜSN-İ AKİBET: Netice güzelliği.
HÜSN-İ DİLÂRÂ: Gönül alıcı güzellik.
HÜSRAN: 1. Zarar, ziyan. 2. Beklenilenin elde edilememesinden duyulan acı, mahrumiyet acısı.
HÜVE: 1. O. 2. Allah.
HÜVE'L-BÂKÎ: Bâkî kalan Allah'tır.
HÜZN-HÜZÜN: Gam, keder, sıkıntı.

ICL: Dana, sığır yavrusu.
IDLÂL: Saptırma, azıtma.
ISLAH: Düzeltme ve imâr etme.
ISLAHAT: Düzeltmeler, tashihler, iyi hale getirme, mükemmelleştirme.
ISTIFÂ: Seçme, ayıklama, süzme.
ITLÂK: 1. Salıverme. 2. Boşama. 3. Soyutlama, söyleme, kullanma.
ITNÂB: Konuşurken fazla tafsilât vermek, sözü gereğinden fazla uzatmak.
IYÂN: Âşikâr, belli.
IZTIRÂRÎ: Mecburiyet altında olan.
İBÂD: Kullar.
İBÂDÜ'R-RAHMÂN: Allah'ın kulları.
İBÂHE: 1. Mübah olmak. 2. Ateş söndürme.
İBDÂ: 1. Meydana getirme. 2. Yaratma.
İBKÂ: "Bekâ"dan: Devamlı kılmak.
İBKÂM: Susturma, bir tartışmada ağız açamıyacak hale getirme.
İBN: Oğul.
İBNULLAH: Allah'ın oğlu. Hıristiyanlar Hz. İsa'ya İbnullah derler.
İBRÂ: Bağışlanma, temize çıkma, aklanma.
İBRET-ENGİZ: İbret verici.
İBTİDÂ: Başlangıç, baş taraf.
İBTİDÂ-İ KIRAAT: İlk okuma. Okumaya başlama.
İBTİLÂ: Belaya uğramak, musibete düşmek, kötü şeye düşkünlük.
İCÂBET: 1. Kabul etme. 2. Muvafakat etme.
İCÂD U İBDÂ: Yapma ve yaratma.
İ'CÂZ: 1. Aciz bırakma. 2. Mucize göstererek muhatabı cevap veremez duruma düşürme. 3. Aciz bırakma.
İCÂZ: 1. Sözü kısa söyleme. 2. Az sözle çok mânâ anlatma.
İCBÂR: Zorlama, cebretme.
İCL: Dana, buzağı.
İCMÂ: Dağınık şeyleri bir araya getirme, toplama.
İCMÂ-I ÜMMET: Büyük fakihlerin dinle ilgili bir konuda görüş birliğinde olmaları.
İCMÂL: Kısaltma, ihtisar, özet.
İCTİMAGÂH: Toplantı yeri.
İCTİNÂB: Çekinme, sakınma.
İDÂRE-İ KELÂM: Sözü mümkün mertebe yürütmek, işi idare etmek.
İDDET: Bekleme süresi. İslâm hukukunda kocasından boşanan bir kadının 100 gün, kocası ölen bir kadının 130 gün bekleme müddeti. Bu müddet geçmeden başkasıyla evlenemez.
İDGÂM: Birbirine benzeyen iki harfi bir yazıp şeddeli okuma.
İDHÂL: Dâhil etme, içine alma.
İDLÂL: Dalâlete sokma, sapıtma.
İDLÂL-İ İLÂHÎ: Allah'ın kulu saptırması.
İDRÂK: 1. Anlayış, akıl edinme. 2. Yetişmek, erişmek. 3. Olgunlaşma çağını bulma.
ÎFÂ: 1. Ödeme, yerine getirme. 2. Bir işi yapma. 3. İş görme.
İFK: İftira, iftira ekmek, Hz. Aişe'ye yapılan iftira.
İFLÂH: Felâha, selâmete kavuşmak.
İFNÂ:: Mahvetmek, yok etmek.
İFRÂT: Haddi aşma, pek ileri gitme.
İFRÂZ: Bütünden parça ayırma. Bölme.
İFRÎT: Çetin cin, öfkeli insan.
İFTİTAH TEKBİRİ: Namaza başlama tekbiri.
İGÂSE: İmdada yetişmek, yardım etmek.
İĞFÂL: Yanıltma ve aldatma.
İĞTİSÂL: Gusletme.
İĞVÂ: Ayartma, baştan çıkarma.
İHÂTA: 1. Kuşatma, etrafını çevirme. 2. Geniş tam bilgi ve ihtisas.
İHDÂS: Ortaya çıkarma.
İHFÂ: Gizleme, saklama.
İHLÂL: "Halel"den bozma, sakatlama, kusurlu hale getirme.
İHLÂS: Samimiyet, doğruluk, riyasızlık. Kur'ân-ı Kerim'in 112. Sûresi.
İHMÂL: Mühlet verme.
İHRÂC: Çıkarmak.
İHRÂM: Hacıların giydikleri dikişsiz elbise.
İHRÂZ: Nail olmak, kazanmak, almak.
İHSÂN: 1. İyilik etme. 2. Bağış, bağışlama. 3. Sağlamlaştırma.
İHTİCÂC: Hüccet, delil göstermek.
İHTİDÂ: Hidayete ermek, İslâm olmak.
İHTİKÂR: 1. Haksız kazanç, aşırı kâr, vurgunculuk. 2. Hakarete katlanmak.
İHTİLAF: Ayrılma, ayrışma, çözülme.
İHTİLAF-I EDYÂN: Dinlerin ayrılıkları, farklı farklı oluşları.
İHTİLÂM: Düş azması, uyurken cenabet olma.
İHTİLÂT: Karışma, karışıp görüşme komplikasyon.
İHTİRAS: Bir şeyi fazla arzulama ve ona fazla düşkünlük.
İHTİRAZ: Sakınma, çekinme.
İHTİRÂZÎ: Çekinme, sakınma ile ilgili.
İHTİSAR: Kısaltma, icmâl etme.
İHTİSAS: Özellik kazanma, uzmanlaşma.
İHTİVA: İçine alma, içinde bulundurma, içerme.
İHTİYAR: Seçme, seçilme.
İHTİZÂZ: 1. Haz duymak, ferahlanmak. 2. Titreşim.
İHVAN: Kardeşler, arkadaşlar, aynı tarikata mensup olanlar.
İHYÂ: Diriltme, hayat verme.
İKÂB: Ceza, azap, cezalandırma.
İKAL: 1. Bağ. 2. Ayak bağı.
İKÂLE: 1. İki tarafın isteğiyle alışverişi bozmak. 2. Dememiş iken "dedim" diye iddia etmek.
İKÂME: Yerleştirmek, iskan etmek, vücuda getirmek.
İKÂMET: İmamlık, halifelik, önderlik.
İKÂNİYYE: Yakînî bilgiye tabi olanlar. Din ve bilginlerce ileri sürülen şeyleri delil aramaksızın doğru sayan anlayış.
İKLÂB: Çevirme, bir halden başka bir hale döndürme.
İKTİBAS: 1. Ödünç almak. 2. Bir kelimeyi, bir cümleyi veya bunların mânâlarını olduğu gibi alma, aktarma.
İKTİDÂ: Uymak, tabi olmak.
İKTİSAB: 1. Kazanma. 2. Tahsil etme. 3. Elde etme.
İKTİSÂD: Ekonomi. Toplumun tutumluluğu.
İKTİZA: 1. Lazım gelme, gerekme. 2. İşe yarama, yararlık.
ÎLÂ: 1. Yemin etmek. 2. Erkeğin, bir müddet karısına yaklaşmaması. için yemin etmesi. 3. Sıkıntı ve derde uğrama.
İLÂF: Ülfet ettirme, ülfet ettirilme, alıştırma, uzlaştırma.
İLÂH: Mabud, tanrı.
İ'LÂ-YI KELİMETULLAH: Allah'ın adını yüce tutmak.
İLHÂD: 1. Dinsizlik, inanç bozukluğu. 2. Allah inancından ayrılış, tevhid inancından ayrılma.
İLLET: Hastalık, sebep, gaye, hedef.
İLLET-İ ÛLÂ: Birinci sebep, ilk sebep.
İLLET-İ VÜCÛD: Varlık sebebi.
İLLİYYET: Sebep ile ilgili, sebeplilik.
İLME'L-YAKÎN: İlmî bilgi. Kesin bilgi.
İLM-İ FERÂİZ: İslâm hukukunda miras taksimi ile ilgili bilim dalı.
İLM-İ HÂL: İslâm dininin her müslüman için bilinmesi gereken temel bilgileri.
İLM-İ HEY'ET: Astronomi ilmi.
İLM-İ HİKMET: Düşünce bilgisi, felsefe.
İLM-İ LEDÜNN: Gayb ilmi, Allah'ın sırlarına ait ilim.
İLM-İ MEÂNÎ: Meânî ilmi, belagat.
İLM-İ TEVHİD: İlm-i kelâm.
İLM-İ USÛL ve AKÂİD: Usûl ve akâid ilmi.
İLM-İ VEHBÎ: Allah tarafından verilen ilim.
İLTİBAS: Benzeyen şeyleri birbirine karıştırma. Şaşırıp yanılma.
İLTİCA: Sığınma.
İLTİZAM: 1. Kendisi için gerekli sayma. 2. Bilerek, isteyerek taraf tutma.
İLZAM: Delil göstererek muhalifi susturmak.
İ'MÂL: Yapma, işleme, iş yapma.
İMÂLE: 1. Bir tarafa meylettirmek, bir tarafa eğmek. 2. Bir heceyi vezne uydurmak için uzatarak okumak.
İMDÎ: Artık, bu halde, böyle olduğu halde.
İMKÂN VE CÜNÛB: Mümkün ve gereklilik.
İMLÂ: Doldurma, yazdırma.
İMSÂK: 1. Oruca başlama zamanı. 2. Kendini tutmak, bir şeyden el çekmek.
İMTİNA: Çekinme, vazgeçip geri durma.
İMTİSÂL: Örnek kabul etme.
İNÂBE: 1. Günahlardan vazgeçip Hak yola dönmek. 2. Bir mürşidden el alıp yerine geçme.
İNADİYYE: Eşyanın hakikatini inkâr etme felsefesine bağlılık.
İN'ÂM: İhsan, nimet verme.
İNÂS: Kadınlar, kızlar.
İNÂYET: 1. Dikkat, gayret, özenme. 2. Lütuf, ihsan, iyilik.
İNDALLAH: Allah yanında.
İNDE'L-CUMHUR: Çoğunluğun yanında, çoğunluğun nazarında.
İNDE'L-HÂCE: İhtiyaç zamanında.
İNDİRAC: İçine konma, arasına sıkışma. Derecelenme.
İNDİYYE: Kendi görüşüne tabi olan.
İNFAK: Nafaka verme, besleme, geçindirme.
İNFİSÂL: 1. Ayrılma, 2. Azledilme, işinden uzaklaşma.
İNFİTÂR: Yarılma, açılma.
İNHİRÂF: Doğru yoldan sapma.
İN'İKÂS: Bir yere çarpıp geri dönme, aksetme.
İNKÂR: Tanımama.
İNKIBÂZ: 1. Büzülüp toplanma, çekilme. 2. Kasvet, keder, sıkıntı. 3. Kabızlık, peklik.
İNKILÂB: Bir halden başka bir hale dönme.
İNKIRAZ: Tükenme, blitme, kırılıp yok olma.
İNKITÂ: Kesilme.
İNKIYÂD: Boyun eğme, mutî olma, itaat etme.
İNKİŞÂF: Gelişme, ilerleme.
İNS U CİN: İnsan ve cin.
İNS: İnsan.
İNŞÂ: Yapma, vücuda getirme.
İNŞİKÂK: İkiye ayrılma, yarılma.
İNŞİRAH: Ferahlamak, sevinç duymak.
İNŞİRAH-I SADR: Vicdan ferahlığı,vicdan huzuru.
İNTAK: Nutka getirmek, söyleme yeteneği olmayanı söyletmek.
İNTİBAK: Uyma, uygun hale gelme. Edebiyatta iki zıd şeyin ortak özelliğini bulup birleştirme.
İNTİFÂ: Fayda sağlama, menfaatlanma.
İNTİŞÂR: Yayılma.
İNZÂL: İndirme, indirilme.
İNZÂL-İ MENÎ: Üreme organından meni çıkması.
İNZÂR: Korkutmak, sakındırmak.
İ'RÂB: 1. Düzgün konuşma ve hakikatı belirtme. 2. Arapça kelimelerin sonundaki harf veya harekenin değişmesi.
İRÂDE-İ CÜZ'İYYE: Allah tarafından insanın yetkisine bırakılan cüz'î irade. İnsan iradesi.
İRÂE: "Rü'yet"ten: Gösterme, tayin etme.
İ'RÂZ: Yüz çevirme, başka tarafa dönme.
İRBE: Kadına ihtiyaç duymayan erkek.
İRCA': Döndürme, geri çevirme.
İRS: 1. Ölen kişinin mirasçılarına kalan mal veya para. 2. Veraset, soya çekim.
İRŞAD: Doğru yolu gösterme.
İRTİCÂ': Gerilik, geriye gitme, eskiyi isteme.
İRTİDÂD: Din değiştirme, dinden çıkma, dinden dönme.
İRTİFÂ': Yükseklik, yükselme.
İRTİHÂL: Vefat etmek, ölmek.
İRTİKÂB: 1. Kötü bir iş işleme. 2. Rüşvet yeme.
İS'ÂF: Birinin isteğini kabul edip yerine getirme.
ÎSÂL: Ulaştırma, vardırma.
İSKÂT: (Sükut'tan) Susturma.
İSKAT: 1. Düşürme, aşağı alma. 2. Hükümsüz bırakma, iptal etme.
İSKAT-I CENİN: Çocuk düşürme.
İSM-İ ÂZAM: Allah Teâlâ'nın en büyük adı.
İSM-İ FAİL: İş yapan kimse.
İSM-İ HÂS: Özel isim.
İSNAD-I MECAZÎ: Mecazî isnad, bir sözün mecaz anlamını tercih etmek.
İSNEYN: 1. Pazartesi günü. 2. İki.
İSRA: Gece yürüyüşü, yürütme.
İSTİÂB: İçine alma, kaplama.
İSTİÂRE: 1. Ödünç alma. 2. Bir kelimenin mânâsını muvakkaten başka bir kelime hakkında kullanma.
İSTİÂRE-İ TEMSİLİYYE: Teşbihin esas unsurlarından biri ile yapılan benzetme.
İSTİÂZE: "Eûzü billâhi mineşşeyta-nirracîm" sözünü söyleyerek Allah'a sığınma, eûzü çekme.
İSTİB'ÂD: Uzaklaşma, uzaklaştırma, akıl dışı sayma.
İSTİ'DÂD: 1. Alışma, ünsiyet. 2. Kabiliyet.
İSTİDLÂL: Bir delile dayanarak bir şeyden netice çıkarmak. Delil getirerek anlamak.
İSTİDRÂC: 1. Derece derece yükselmeyi istemek. 2. Fâsık veya kâfir olduğu belli bir şahsın gösterdiği harika.
İSTİDRÂK: Yetişme, nail olma.
İSTİFA: Memuriyetten azlini istemek.
İSTİFHAM: Anlamaya çalışmak, soru sormak, soru.
İSTİFHAM-I İNKÂRÎ: Olumsuzu pekiştiren soru şekli. "Hiç yapar mı?" ifadesindeki gibi.
İSTİGÂSE: 1. Yağmur isteme, yağmur duası etme. 2. Yardım ve imdad isteme.
İSTİĞFÂR: Af talep etme.
İSTİĞNA: Gönül tokluğu.
İSTİĞRAK: Bir şeyi baştan aşağı kaplamak. Tasavvuf erbabının vecde gelip kendinden geçmesi. İstiğrak lâmı: Bir cinsin bütün bireylerini içine alan belirtme edatı, lâm-ı tarif, diğer adıyla harfi tarif.
İSTİHBÂR: Haber ve bilgi alma.
İSTİHFÂF: Hafife alma, önem vermeme, hor görme.
İSTİHLÂK: Tüketme, kullanarak yok etme.
İSTİHSÂL: Üretmek, hâsıl etmek, çoğaltmak.
İSTİHSÂN: Beğenme, iyi ve güzel bulma.
İSTİHZÂ: Alay etmek.
İSTİKBÂL: 1. Gelecek zaman. 2. Gelen bir kimseyi karşılamak.
İSTİKRÂ: 1. Gezme, dolaşma, âvârelik, konuklama. 2. Bir şey hakkında etraflı bilgi edinme.
İSTİKRÂH: Kerih ve kötü görmek, tiksinmek bir şeyi beğenmemek, bir şeyi zorla yapma.
İSTİLÂ: Bir yeri kuvvet kullanarak ele geçirmek.
İSTİ'LÂM: 1. Selâm vermeyi isteme. 2. Kâbe'yi tavaf esnasında Hacerü'l-Esved'i selâmlamak.
İSTİ'MÂL: Kullanma.
İSTİMDÂD: Yardım isteme.
İSTİMRÂR: Devamlılık.
İSTÎNÂF: 1. Yeniden başlama. 2. Bidayet mahkemesinde verilen bir hükmün bir üst mahkemeye başvurarak feshini isteme.
İSTİNÂFİYYE: 1. Yeniden başlamaya ait. 2. İstinaf mahkemesine ait. 3. Arapça'da bir soruya cevap anlamında bulunan cümle.
İSTİNBÂT: Bir iş veya sözden gizli bir anlam çıkarmak, tahmin etmek.
İSTİNBÂT: Bir söz veya işten gizli bir mânâ çıkarma, zımnen, açık olmayarak, dolayısıyla anlama.
İSTİNKÂF: Kabul etmeme, yüz çevirme, çekimser kalma, reddetme.
İSTİNSÂH: Nüshasını çıkarma, bir sûretini çıkarma, kopye etme.
İSTİSÂL: Kökünden sökmek.
İSTİSHÂB: "Sohbet"den: Yanına alma, yanına alınma.
İSTİSKÂ: 1. Su isteme. 2. Yağmur duasına çıkma. 3. Vücudun bir yerinde su toplanması.
İSTİŞÂRE: Müşavere etme, danışma.
İSTİŞHÂD: 1. Şahid gösterme. Delil getirme, belge. 2. Şehid olma.
İSTİTÂAT: Güç yetirme, kudret.
İSTİTÂR: Örtünmek, kapanmak.
İSTİVÂ: 1. Müsavî olma, denk olma. 2. Düz olma, düzlük. 3. Kaplama, örtme. 4. Ortada ve tam bir derecede bulunma.
İSTÎZÂN: İzin isteme.
İŞ'ÂR: 1. Yazı ile haber verme. 2. Anlatmak, bildirmek.
İŞKİL: Kuşku, zan.
İŞMÂM: "Şemm"den. 1. Koklatma, koklatılma. 2. Tecvid ıstılâhında harfin zamme harekesine işaret etme.
İŞRÂK: "Şark"tan: 1. Güneşin doğması ve etrafı ışıklandırması. 2. Parlama, ışıklandırma.
İŞTİÂL: Alevlenme, tutuşma.
İŞTİBÂH: Şüphelenme, şüpheye düşme.
İŞTİGÂL: Meşguliyet, uğraşma.
İŞTİHÂR: Şöhret bulma, ün kazanma.
İŞTİKÂK: Bir kökten parçalara ayrılmak. Türeme.
İŞTİRA: Satın alma.
İŞTİYAK: Fazla arzu ve şevk. Hasret çekmek, özlemek.
İTÂB: Azarlama, tekdir etme.
İ'TİKÂF: Bir yere çekilip tek başına ibadetle meşgul olmak.
İ'TİNÂ: Çok dikkat etme, özenme.
İ'TİZÂL: 1. Bir tarafa çekilme. 2. İşten çekilme. 3. Vâsıl b. Ata'nın kurduğu Mutezile mezhebini benimseme. 4. Takımdan ayrılma.
İ'TİZÂR: Özür dileme.
İTKAN: 1. Muhkem, sağlam kalma. 2. İnanma, emin olma.
İTLÂF: Telef etmek, ziyan etmek.
İTMÂM: Tamamlama, ikmâl etme.
İTMİ'NÂN: Emin olma, güvenme. Kalbin mutmain olması. Gönülden inanma.
İTTİBÂ: Tâbi olma, uyma, ardısıra gitme.
İTTİHAD: Birlik, beraberlik.
İTTİKÂ: Sakınma. Takva ehlinden olma.
İTTİRAD: Düzenli, uygun biçimde sıra ile birbirini izleyen. Biteviye.
İTTİSÂF: Vasıflanmak, bir sıfat sahibi olmak.
İVAZ: Karşılık olarak verilen şey, bedel.
İVME: Acele etme, koşma.
İZÂFET: 1. İki şey arasındaki ilgi, bağ. 2. İsim tamlaması, isim takımı.
İZÂHÂT: Açıklamalar.
İZÂLE: Giderme, def etme, yok etme.
İZÂN: Zekâ, anlayış.
İZÂR: Belden yukarıya mahsus örtü, peştemal, futa.
İZMÂR: Gizleme, saklama.
İZMİHLÂL: Yok olma, mahvolma.
İZZET: Değer, şeref, saygınlık.
KABİH-KABİHA: Çirkin, yakışıksız, fena, ayıp.
KÂBİL: 1. Kabul eden, kabul edici. 2. Olan, olabilir.
KABİLİYET: Anlama, anlayış, kabul edebilirlik, alabilirlik.
KABİR: Mezar, ölünün gömüldüğü yer.
KABZ: 1. El ile tutma, avuç içine alma, kavrama. 2. Bir malı teslim alma. 3. Peklik, kabız.
KABZA: 1. Tutacak, tutanak yeri, sap. 2. Bir avuç, bir tutam, bir el dolusu şey. 3. Pençe.
KADEM: 1. Ayak, adım. 2. Yarım arşın uzunluğunda bir ölçü. 3. Uğur.
KADER: Cenab-ı Hakk'ın kâinatta mevcut her şeyin bütün özelliklerini ezelden bilip takdir etmesidir.
KADÎM: 1. Eski. 2. Öncesini bilir kimse bulunmayan, öncesi bilinmeyen şey. Başlangıcı olmayan, ötedenberi mevcut bulunan.
KADİR-İ MUTLAK: Mutlak güçlü (Allah).
KADİR-U KAYYUM: Kadir ve Kayyum (Allah).
KADR: 1. Değer, itibar, onur, haysiyet, meziyet. 2. Rütbe, derece.
KÂFÎ: Elveren, yetişen, yeter.
KÂFİR: 1. Hakk'ı tanımayan, bilmeyen, 2. Allah'ın varlığına ve birliğine inanmayan. 3. Küfreden, küfredici. 4. İyilik bilmeyen, nankör.
KAHHÂR: 1. Ziyadesiyle kahreden, kahredici, yok edici, batırıcı. 2. Allah'ın isimlerinden biri.
KAHIR: 1. Aşırı üzüntü, acı, keder. 2. Ezici davranış, zulüm. 3. Baskı ile iş gördürme, zorlama.
KÂHİN: 1. Gaipden haber verme iddiasında bulunan kimse, falcı. 2. İlkel dinlerin ruhani reisleri.
KÂHİR: 1. Kahreden, zorlayan. 2. Üstün gelen, ezen, ezici. 3. Yok eden, ortadan kaldıran.
KAHR: 1. Zorlama, zorla bir iş gördürme. 2. Üstün gelerek mahvetme, batırma, ezme. 3. Çok kederlenme, çok üzüntü duyma.
KAİDE: 1. Esas, temel. 2. Usul, nizam, kural. 3. Taban. 4. Ayaklık. 5. Yaprakların köke birleştiği yer.
KAİDE-İ KÜLLİYYE: Açık, sarih olan hükümler, genel kurallar.
KAİL: 1. Söyleyen, diyen. 2. Razı olmuş, boyun eğmiş.
KAL': Koparma, koparılma, sökme, sökülme, çıkarılma, temelinden çekip atma.
KALBEDEN: Değiştiren, çeviren.
KALP: 1. Yürek. 2. Yürek hastalığı. 3. Gönül. 4. Her şeyin ortası, ehemmiyetli, alıcı noktası, değiştirme, çevirme.
KÂM: 1. Meram, arzu, istek, amel. 2. Lezzet, zevk.
KAMER: Ay.
KÂMİL: 1. Bütün, eksiksiz, tam. 2. Kemale ermiş, olgun. 3. Geniş bilgili, kültürlü, bilgin.
KANÛN: Devletin yasama kuvveti tarafından herkesçe uyulmak üzere konulan her türlü nizam, kaide.
KARÂBET: Soyca yakınlık, hısımlık, akrabalık.
KÂRBÂN: Kervan.
KÂRHÂNE: 1. İş yeri, iş yapılan yer, dükkan.
KÂRİ': 1. Kıraat eden, okuyan, okuyucu. 2. Kur'ân'ı usulünce okuyan.
KÂRİA: 1. Pek şiddetli rüzgâr, 2. Ansızın gelen büyük belâ. 3. Kıyamet. 4. Belâdan kurtulmak üzere okunan "el-Kariâtü" sûresi.
KARÎB: Yakın, yakın olan, uzak olmayan, soyca yakın.
KARÎN: 1. Yakın. 2. Bir şeye sahip olan, bir şeye nail olan. 3. Hısım, komşu, arkadaş gibi yakın.
KARÎNE: Karışık bir iş veya meselenin anlaşılmasına yarayan hal, ipucu.
KARÎNE-İ MANİA: Kelimenin gerçek anlamında alınmasına engel olan ipucu.
KARN: 1. Boynuz. 2. Yüz yıllık zaman. 3. Vakit, zaman. 4. Yaşıt, bir yaşta olan.
KARÛN: 1. İsrailoğullarında zenginliği ile meşhur olan bir insan. Krezüs. 2. Çok zengin.
KARYE: Köy.
KARZ: 1. Ödünç verme, ödünç alma. 2. Ödünç verilen veya alınan şey, borç.
KARZ-I HASEN: Faizsiz verilen borç.
KASEM: Yemin, and.
KASIR: 1. Kısa. 2. Küsur.
KÂSİB: Kesbeden, kazanan, kazanmak için çalışan, kazanç sahibi.
KASÎDE: Onbeş beyitten aşağı olmamak, bütün beyitlerin ikinci mısraları en başta bulunan mısra ile kafiyeli bulunmak ve daha çok büyükleri övmek üzere yazılan nazım. Koçaklama.
KASR: 1. Kısa kesme, kısaltma, kısma. 2. Azaltma, kesme, eksiklik. 3. Köşk, saray, 4. Tahsis. 5. Kıraatte uzatmadan okumak.
KASR-I SALÂT: Seferde olan bir kimsenin dört rekatlı namazı ikişer rekat kılmakla namazı kısaltması.
KASVET: 1. Katılık, sertlik. 2. Merhametsizlik, acımasızlık. 3. Sıkıntı, gönül darlığı.
KÂŞİF: Keşfeden, bulan, meydana çıkaran.
KAT': 1. Kesme, biçme. 2. Halletme, karar verme, sona erdirme, bitirme.
KATİL: 1. Katleden, öldüren. 2. Adam öldüren kimse.
KATL: Öldürme.
KATL-İ ÂM: Halkı bütünüyle kılıçtan geçirme.
KAVÂİD: Kaideler, usüller, kurallar.
KAVÂİD-İ KÜLLİYYE: Genel kaideler, kurallar.
KAVÎ: 1. Kuvvetli, güçlü. 2. Güvenilir, sağlam.
KAVL (Kavil): Lakırdı, söz, söz atma.
KAVL-İ İLÂHÎ: İlâhî söz.
KAVLÎ: Söz ile ilgili, söz olarak, sözde.
KAVM: 1. İnsan topluluğu. 2. Bir peygamberin gönderildiği topluluk.
KAYD: 1. Bağlanma, bağlayacak şey. 2. Bir yere yazma. 3. Sınırlama, belirtme. 4. Önem verme, unsurlama.
KAYD-İ HAYAT: Yaşadığı sürece, ölene dek.
KAYLULE: Öğle uykusu.
KAYSER: Eski Roma ve Bizans imparatorlarının lakabı, hükümdar.
KAYYUMİYET: Kendiliğinden eze-lî ve ebedî olarak var olmak.
KAZÂ: 1. Allah'ın ezeldeki hükmü 2. Kadılık (ilçe) merkezi. 3. Kadılık etme işi, mahkemenin kararı, hükmü. 4. Yapma, yapılma, işleme. 5. İstemeden yapılmış bir kötülük.
KAZAYA: Kaziyeler, önermeler, işler, meseleler.
KAZF: İftira etmek, isnat etmek, kadına zina isnat etmek.
KÂZİF: Bir kadına zina suçu isnat eden.
KAZİYYE: 1. İş, mesele, dava. 2. Önerme.
KAZİYYE-İ BEDİHİYYE: Bedîhî kaziyye, isbata muhtaç olmayan açık hüküm.
KAZİYYE-İ MUHKEME: Kesin hüküm, değişmez ilke.
KEBAİR: Büyük günahlar.
KEBÎRE: Büyük günah.
KEBÎRU'L-MÜTEÂL: Açık ve gizli her şeyi bilen, büyük ve yüce olan. Allah Teâlâ.
KEF: Köpük.
KEFARET-KEFFARET: İşlenen bir günaha, bir yeminin bozulmasına karşılık verilen sadaka.
KEFERE: Kâfirler, inanmayanlar.
KEHANET: Kâhinlik, gaipten haber verme, falcılık.
KEHLE: Bit.
KELÂLE: 1. Akrabalığı uzaktan olma. 2. Yorulma, tükenme. 3. Bıçak kör olma.
KELAM: 1. Söz, söyleyiş, nutuk. 2. Dil, lehçe. 3. Kelâm ilmi, İslâmî inanç meselelerinden bahseden ilim.
KELÂM-I NEFSÎ: İçten kendi kendine konuşma. Cenab-ı Hakk'ın harf, ses ve söz olmaksızın zatî kelamı.
KELÂMÎ: 1. Sözle ilgili, söze ait. 2. Kelamcılar yolu.
KELAMULLAH: Allah sözü, Kur'-ân-ı Kerim.
KELB: Köpek.
KELB-İ AKUR: Salar, azgın, ısırıcı köpek.
KELB-İ MUALLEM: Ava alıştırılmış köpek.
KELEPİR: Zahmetsiz, ücretsiz, çok ucuz ele geçen.
KEMAL: 1. Olgunluk, olma. 2. Eksiksizlik, tamlık. 3. Değer, baha. 4. Bilgi, fazilet.
KEMALAT: Faziletler, olgunluklar, insanın bilgi ve güzel ahlâkça tam ve olgun olması.
KEMMİYET: 1. Sayı. 2. Nicelik. 3. Tekillik veya çoğulluk.
KERAHET: 1. İğrenme, istemeyerek zor altında yapma. 2. Şeriatin yasaklamadığı fakat harama yakın olma ihtimali olan ve çekinilmesi gereken husus.
KERAMAT: Kerametler, velilerin olağanüstü işleri.
KERH: İğrenme, tiksinme, istemeyerek zor altında yapma.
KERHEN: İstemeyerek, tiksinerek, zor altında kalarak yapma.
KERİH: İğrenç, tiksindirici, pis kokan.
KERÎM: Kerem sahibi, cömert, ulu, büyük.
KERR Ü FER: Muharebede geri çekilerek tekrar hücuma geçme.
KERR: Çekilme ve yeniden hücum etme.
KESAD: 1. Kıtlık, yokluk. 2. Sürümsüzlük, alış-veriş durgunluğu.
KESAFET: 1. Sıkılık, tokluk. 2. Kalınlık, yoğunluk. 3. Saydam olmama. 4. Koyuluk. 5. Kalabalık.
KESB: 1. Kazanma, kazanç, edinme. 2. Geçimi sağlama için kullanılan âlet veya iş.
KESBÎ: Sonradan, kazanılarak olan.
KESRET: 1. Çokluk, bolluk, ziyadelik. 2. Kalabalık.
KEŞF: 1. Açma, meydana çıkarma, gizli bir şeyi bulma, bir sırrı öğrenme. 2. Allah tarafından ermişlere ilham edilen gizliyi bilme yetisi.
KEŞİŞ: Karabaş, evlenmez rahip, manastır rahibi.
KETM: Gizleme, sır tutma, söylememe.
KEYFEMAYEŞA: Nasıl isterse.
KEYFEMETTEFAK: Rastgele, her nasıl rastlarsa.
KEYFİYET: 1. Nitelik, bir şeyin nasıl olması. 2. Bir olayın geçişi. 3. Madde, iş.
KEZA: Böyle, böylece, bu dahi böyle.
KEZALİK: Keza, bu da öyle, böylece.
KEZZAB: Çok yalancı, çok yalan söyleyen.
KIBLE: Namazda yönelinen taraf, Kâbe'nin bulunduğu taraf.
KILADE: Gerdanlık.
KILLET: Azlık, kıtlık.
KIRAAT-İ ÂSIM: Âsım kırâeti, bizim kırâetimiz.
KIRÂET: Okuma, ibare sökme, düzgün ve sürekli okuma. Kur'ân okuma.
KIRÂET-İ AŞERE: Kur'ân'ın on kırâet üzere okunması. Kırâet imamları şunlardır: Nafi, İbn Kesir, Ebu Amr, İbn Amir, Asım, Hamza, Kisaî, Ebu Cafer, Yakub ve Halef.
KIRAN: 1. Yakınlık. 2. İki gezegenin bir burçta bulunması.
KIRTAS: Kâğıt.
KISAS: Kıssalar.
KISAS: Öldürmenin öldürme, yaralamanın yaralama ile cezalandırılması: Göze göz, dişe diş gibi.
KISAS-I ENBİYA: Peygamberlerin kıssaları.
KISM: Parçalara ayrılmış şeyin her parçası, çeşit.
KISSA: Anlatılan gerçek veya uydurma olay, hikâye.
KISSÎS: Keşiş.
KIST: Ölçü ve tartıda doğru davranma. 2. Pay, parça. 3. Parça parça verilen bir şeyin bir defada ödenmesi.
KISTAS: Terazi, ölçü, ölçü birimi.
KIT'A: En az iki beyitten meydana gelmiş olan nazım parçası.
KITAL: Vuruşma, savaş.
KIYAM: 1. Kalkma, ayakta durma, ayağa kalkma. 2. Namazın ayakta kılınan kısmı. 3. Bir işe kalkışma. 4. Karşı koyma, ayaklanma.
KIYAMET: Ölümden sonra dirilme, kıyamet günü.
KIYAS MAA'L-FÂRIK: Birbirine benzemeyen şeyler arasında yapılan kıyas.
KIYAS: 1. Bir şeyi bir şeye benzeterek veya ona göre tutarak hüküm verme. 2. Benzetme, genel kurala uydurma. 3. Hakkında âyet ve hadis olan benzerlerine göre hükmetme.
KIYAS-I CELÎ: Açık ve belirli olan kıyas.
KIYAS-I FÂSİDE: Yanlış, bozuk, geçersiz kıyas.
KIYAS-I HAFİ: Gizli, belirsiz kıyam.
KIYASÎ: Kıyasan uygun olan.
KIYMET: Değer, tutar, bedel, itibar, onur.
KİBR: Büyüklük, büyük olma, büyüklük taslama, yüksekten bakma.
KİBRİYA: 1. Büyüklük, ululuk. 2. Allah.
KİFAF-KEFAF: 1. Bir şeyin misli, miktarı. 2. İhtiyaca yetecek kadar rızık, yiyecek.
KİLAB: Köpekler.
KİNÂYE: Doğrudan doğruya değil, dolaylı anlam taşıyan söz.
KİSRA: Eski İran hükümdarlarının lakabı.
KİSVE: Elbise, özel kıyafet, kisbet.
KİTABET: Yazmak, kâtiplik.
KİTAB-I EKMEL: En mükemmel kitap, Kur'ân.
KİTAB-I MÜBİN: Açık, hak ile batılı ayıran kitap, Kur'ân-ı Kerim.
KİTAB-I MÜNİR: Nurlu kitap, Kur'ân-ı Kerim.
KİTABULLAH: Allah kitabı, Kur'-ân-ı Kerim.
KİTMAN: Sır saklama, kimseye sır açmama hali, sır tutarlık.
KUBH: Çirkinlik, çirkin iş.
KUBUR: Mezarlar, kabirler.
KUDRET: 1. Güç. 2. Allah'ın bütün varlıkları kuşatmış olan gücü. 3. Varlık, zenginlik. 4. Ehliyet, becerebilme.
KUDRET-İ BÂLİGA: Kemal bulmuş güç.
KUDSÎ: Kutsal, melekut ve lâhut âlemine mahsus.
KUDUM: 1. Uzak bir yerden, uzun bir yoldan gelme. 2. Ayak basma.Teşrif etme.
KULUB: Kalpler, gönüller.
KURBET: 1. Yakınlık, Allah'a yakınlık. 2. Hısımlık, akrabalık.
KURUN: Zamanlar, devirler, büyük tarih bölümleri.
KURUN-İ ÂHİRE: Son asırlar.
KURUN-İ KADİME: Eski çağlar.
KURUN-İ SÂLİFE: Geçmiş asırlar.
KURUN-İ ULÂ: İlk çağlar.
KURUN-İ VUSTA: Orta çağlar.
KUUD: Oturma, namazın oturarak kılınan kısmı.
KUVVE: 1. Kuvvet, güç. 2. Fikir, niyet. 3. Yeti. 4. Nitelik. 5. Duyu.
KUVVET: Güç, takat, kudret.
KÜFFAR: Kâfirler, inkârcılar.
KÜFR: 1. Allah'a inanmama ve ona ortak koşma. 2. Dinsizlik, imansızlık, kâfirlik. 3. Nankörlük. 4. Kaba, ayıp söz söyleme, sövme.
KÜFRAN: Görülen bir iyiliği unutma.
KÜFRAN-I NİMET: Nankörlük.
KÜHULET: Orta yaşlılık, olgunluk çağı.
KÜLFET: Zahmet, zor iş.
KÜLLÎ: Genel, bütün, çok, tümel.
KÜLLİYAT: Bütün hepsi, bir yazarın bütün eserleri.
KÜLLİYET: Genellik, bütünlük, çokluk.
KÜNH: Bir şeyin aslı, temeli, dip, kök, öz.
KÜNYE: Künye, kişinin kimliğinin yazılı olduğu kâğıt veya levha.
KÜRRE: Küre, yuvarlak, top.
KÜRRE-İ ARZ: Yerküre, dünya, yeryüzü.
KÜRSÎ: 1. Oturulacak yüksekçe yer, taht, makam. 2. Arş-ı a'lâ'nın altında bulunan, yer ve gökleri kuşatan alan.
KÜSUF: Güneş tutulması.
KÜTÜB: Kitaplar.
KÜTÜB-İ EHADİS: İlâhî kitaplar: Tevrat, Zebur, İncil, Kur'ân-ı Kerim.
KÜTÜB-İ MÜNZELE: Allah tarafından indirilmiş olan kutsal kitaplar.
KÜTÜB-İ SÂLİFE: Geçmiş, eski kitaplar.
KÜTÜB-İ SİTTE: Altı hadis kitabı: Buhârî, Müslim, İbn Mâce, Ebu Davud, Tirmizî, Nesaî.

LÂBÜD: 1. Çok gerekli, mutlaka, 2. Ayrılık yok.
LÂEDRİYYE: Şüphecilerle alakalı. Şüphecilik üzerine kurulu felsefe ekolü.
LAFZÎ: Sözlü.
LAĞV: 1. Faydasız, boş şey. 2. İptal etmek. 3. Hata etmek. 4. Hükümsüz kılmak.
LÂHIK: 1. Yetişen, ulaşan, erişen. 2. Namaz başlangıcında imama uymuşken ayrılarak tekrar namaz bitmeden imama uyan kimse.
LÂHİN: Kur'ân-ı Kerim'i okurken telaffuzunda yanlışlık yapan.
LÂHUTÎ: Uluhiyet âlemiyle ilgili.
LÂHÜT: İlâhî âlem, ulûhiyet âlemi.
LAHZA: En kısa zaman, an.
LÂİN: Lânet eden.
LAÎN: Lânetlenmiş.
LÂMEKÂN: Yersiz, yurtsuz, mekansız.
LÂM-I TARİF: İsimlerin başına getirilen belirleme edatı.
LÂYEZÂL: Zevâl bulmaz, yok olmaz.
LEBBEYK: Buyurunuz, emrediniz.
LEDÜNNİYAT: Allah'ın sırlarına ait bilgi, mecazen bir şeyin iç yüzü.
LEFF-Ü NEŞR: Sarıp bağlama ve çözüp yayma. Birkaç isim yazdıktan sonra onların her birine ait özellik veya görevleri ayrıca sıralama. Bu sıralama isimlerin sırasına uygun sırada olursa "mürettep" adını alır. Olmazsa "müşevveş" adını alır.
LEMYEZEL: Yok olmayan.
LETÂİF: Lâtifeler, incelikler.
LEVH-İ MAHFÛZ: Allah yanında her şeyin yazılı bulunduğu manevî levha.
LEVM: Çekiştirme, kötü söyleme, kınama.
LEYL Ü NEHÂR: Gece ve gündüz.
LEYL: Gece.
LEYLE-İ AKABE: Nübüvvetin 11. yılında Mekke dışında Akabe denilen yerde Medine halkından bir topluluğun Hz. Muhammed (s.a.v.) ile konuşup İslâm'ı kabul ettikleri gece.
LEYLE-İ Mİ'RÂC: Mi'râc gecesi.
LİAN: Lânetleşmek. İki kişinin birbirini lânetlemesi.
LİAYNİHÎ: Aynı, kendisi, bizzat, kendisinden dolayı.
LİBAS: Elbise.
LİVÂTA: Erkekler arasındaki cinsî münasebet, cinsel sapıklık.
LİVÂÜ'L-HAMD: Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ahiretteki sancağı.
LİVECHİLLAH: Allah adına.
LİZÂTİHÎ: Kendisi, bizzat.
LUTF-İ İLÂHÎ: Allah'ın ihsanı.
LÜBB: 1. İç, öz. 2. Akıl. 3. İçli şeyin içi.
LÜMEZE: Herkesi ayıplama.
MAA: Beraber, birlikte.
MAAD: 1. Dönüp gidilecek yer. 2. Ahiret. 3. Dönüş, geri gidiş. 4.Dünya'dan sonraki hayat. 5. Gaye, amaç, ulaşılacak yer.
MAA-HÂZA: Bununla beraber, bununla birlikte
MAAMÂFİH: Bununla beraber.
MAASÎ: Âsilikler, isyanlar, günahlar.
MAAZALLAH: Allah korusun, Allah saklasın.
MABA'D-TABİA: Fizikötesi, metafizik.
MA'BUD: Kendine ibadet olunan, tapılan, Allah.
MÂCİN: Hileyi, hile yolunu öğreten.
MADDE: 1. Madde. 2. Maya, cevher. 3. Cisim.
MADDE-İ ÛLÂ: İlk cevher.
MADDİYET: Gözle görülür, elle tutulur şey.
MADDİYYAT: Gözle görülür, elle tutulur şeyler.
MADDİYYUN: Maddenin ezelî ve ebedî olduğuna inananlar, materyalistler.
MA'DUM: Yok olan, mevcut olmayan.
MÂDÛN: Alt, aşağı, alt derece, emir altında bulunan.
MAFEVK: Üst, yukarı, üst derecede bulunan kimse, âmir.
MA'FÜVV: 1. Suçu bağışlanmış, affolunmuş. 2. Muaf tutulan, istisna edilen.
MAĞFUR: Günahları bağışlanmış, ölmüş kimse, rahmetli olmuş.
MAĞRİB: Batı, garb, batı tarafında olan yerler.
MAĞRİBÎ: Batılı, mağribli.
MAĞRİFET: Allah'ın kullarını bağışlaması, yarlıgaması.
MAĞŞUŞ: Karışık, katışık, saf olmayan.SİKKE-İ MAĞŞUŞ: Karışık, hileli madenî para.
MAHALL: Yer.
MAHARET: Ustalık, beceriklilik.
MAHBUB: Sevilmiş, sevilen, sevgili.
MAHFÎ: Gizli, saklı.
MAHFUZ: 1. Saklanmış, korunmuş. 2. Ezberlenmiş.LEVHİ MAHFUZ: Allah tarafından takdir edilenlerin ezelde yazılı bulunduğu levha.
MÂHİR: Maharetli, hünerli, becerikli.
MAHİYET: Bir şeyin aslı, esası, içyüzü, özü.
MAHKEME: Davaların görülüp karara bağlandığı yer.
MAHKEME-İ KÜBRA: Âhirette Allah huzurunda kurulacak büyük mahkeme.
MAHKÛM: 1. Hükmolunan, birinin hükmü altında bulunan 2. Hüküm giymiş. 3. Katlanma, zorunda olma.
MAHLAS: 1. Kurtulacak yer. 2. Bir kimsenin takma adı, mahlası.
MAHLÛK: Yaratılmış, yaratık.
MAHMUD: 1. Hamd olunmuş, övülmüş, övülmeye layık. 2. Ebrehe'nin Kâbe'yi yıkmak için getirdiği filin adı.
MAHMUL: 1. Yüklenmiş. 2. Bir şeyin üzerine kurulmuş.
MAHREC: 1. Dışarı çıkacak, çıkılacak kapı. 2. Ağızdan harflerin çıktığı yer.
MAHREK: 1. Hareketli bir noktanın takip ettiği yol. 2. Bir gezegenin bir devrede üzerinden gittiği farzolunan dairevî hat, yörünge.
MAHSUSÂT: Gözle görülür şeyler.
MA'HUD: 1. Ahdolunmuş, bilinen, sözleşilen. 2. Sözü geçen.
MAHV: 1. Yok etme, ortadan kaldırma. 2. Beşerî noksanlardan kurtulma hali.
MAHZUF: Silinmiş, kaldırılmış, gizli tutulmuş.
MAHZUR: Sakınılacak, korkulacak şey, engel, sakınca.
MÂİ': 1. Men eden, alıkoyan, engel olan. 2. Engel, özür.
MAİDE: 1. Yemek yenilen sofra, yemek, ziyafet. 2. Kur'ân-ı Kerim'in 5. sûresi.
MAİŞET: Yaşama, yaşayış, geçinme, geçinmek için lüzumlu şey.
MAİYYET: Beraberlik, arkadaşlık, bir büyük memurun emrinde bulunma.
MAKAM: 1. Durulan, durulacak yer. 2. Memuriyet, memurluk yeri.
MAKAM-I İBRAHİM: Kâbe'de bulunan ve Hz. İbrahim'in ayak izi olduğu söylenen taş.
MAKAM-I MAHMUD: Peygamberimizin cennetteki makamı, şefaat makamı.
MAKARR: Durulan yer, karargâh,ocak, merkez, başkent, payitaht.
MAKBUZ: 1. Alınmış, alındı belgesi. 2. Sıkılmış, daraltılmış.
MAKLÛB: Altı üstüne getirilmiş, ters çevrilmiş, başka şekle sokulmuş.
MAKSUD: Kastolunan, istenilen şey, emel.
MAKSURE: Camilere etrafı parmaklıklı yüksekçe yer.
MAKTUL: Vurulmuş, öldürülmüş, katledilmiş.
MA'KUL: Akla uygun, akıllıca iş gören, anlayışlı, mantıklı.
MAL: Varlık, para, kıymetli eşya.
MÂLİK: Sahip, bir şeyi olan, bir şeye sahip olan.
MÂLİKÜ'L-MÜLK: Mülkün sahibi, Allah.
MA'LUL: İlletli, hastalıklı, sakat.
MA'LÛM: Bilinen, belli.
MA'LUMAT: Bilinen şeyler, biliş, bilgi.
MAMÛRE: İnsan bulunan, bayındır, şenlikli yer, şehir, kasaba.
MÂNÂ: 1. Anlam. 2. İçyüz. 3. Akla yakın sebep. 4. Rüya, düş.
MÂNEVİYE: İyilik ve kötülük ilâhı diye iki ilâha inanmaktan ibaret batıl bir mezhep olup zerdüştlerden alınmıştır.
MANEVİYYAT: Maddî olmayan, manevî olan hususlar.
MANSUB: Nasbolunmuş, konmuş dikilmiş, nesne.
MANTIK: 1. Söz. 2. Mantık ilmi, vasıta ve delil arasında tutarlılık.
MANTIKU'T-TAYR: Kuş dili, Feridüddin Attar'ın meşhur eseri.
MANTUK: Söylenmiş, denilmiş, söz, kelam, nutuk, mefhum.
MARAZ: Hastalık, illet.
MA'RİFE: Mânâ ve mefhumu belirtilmiş olan söz, belirli.
MA'RİFET: 1. Herkesin yapamadığı ustalık, ustalıkla yapılmış olan şey. 2. Bilme, biliş, bilgelik.
MA'RİFETULLAH: Allah'ı tanıma, bilme.
MARUF: 1. Bilinen, tanınan, meşhur ünlü. 2. Şeriatin emrettiği, uygun gördüğü.
MASARİF: Sarfolunanlar, harcananlar.
MASDAR: 1. Bir şeyin çıktığı yer, temel, kaynak. 2. Fiil kökü.
MASHARA: Maskara, soytarı.
MÂSİVA: 1. Bir şeyden başka olanların hepsi. 2. Dünya ile ilgili olan şeyler. 3. Al

FragiLe beğendi.
__________________
all the best.




Konu YeşiL6 tarafından (15.08.2015 Saat 10:01 ) değiştirilmiştir.
YeşiL6 isimli Üye şimdilik offline konumundadır Alıntı ile Cevapla
Alt 27.07.2015, 13:46   #2 (permalink)

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Osmanlıca Kelimeler


NÂÇÂR: Çaresiz, elinden iş gelmeyen, mecbur kalmış olan.
NÂDİM: Nedamet etmiş, pişman olmuş.
NÂDİR: Ender bulunur.
NAFAKA: Yiyecek parası, geçim için gerekli olan şey.
NÂFİ: 1. Faydalı, şifalı. 2. Esma-ı hüsnadan bir ad.
NÂFİLE: Yapılması farz ve vacip olmayan ibadetler.
NÂİB: Birinin yerine geçen, vekil.
NAKÎB: 1. Vekil, bir kavim veya kabilenin başkanı veya vekili. 2. Halkın hayırlısı. 3. Müfettiş.
NAKL: 1. Bir yerden bir yere götürme. Taşıma. 2. Ev ya da yer değiştirme. Taşınma. 3. Duyduğu bir şeyi başkasına anlatmak, rivayet etmek. 4. Bir dilden başka dile çevirmek.
NAKLÎ: 1. Nakle dayanan, kitap ve sünnete dayalı olan. 2. Taşıma ile ilgili.
NAKZ: Bozmak, çözmek, kırmak, bir sözleşmeyi yok saymak.
NÂMAHREM: Aralarında dinen evlenmeye engel bulunmayan erkek ve kadınlar.
NÂMÎ: “Nümüvv”den: Yerden biten, yetişen, büyüyen artan.
NÂR: 1. Ateş. 2. Cehennem. 3. Yakıcı şey.
NASB: Dikme, bir rütbe alma, bir memurluğa atama. Bazı Arapça kelimelerin sonunun üstünlü olma durumu.
NASÎB: Pay, hisse, kısmet.
NÂSİH: Battal eden, hükümsüz bırakan. Daha önceki hükmü kaldıran.
NASS: 1. Açıklık, açık hüküm. 2. Kur’ân-ı Kerim’de veya hadiste bir iş hakkında olan açık söz, âyet.
NASS-I KUR’ÂN: Kur’ân-ı Kerim’in açık ve kesin hükmü.
NÂTIK: Konuşan, söz eden, söyleyen, beyan eden. bildiren.
NAZARİYE: Yalnız görüş ve düşünce halinde olup uygulanmamış bilgi.
NÂZİL: 1. Yukarıdan aşağıya inen. 2. Bir yere konan, konaklayan.
NAZM: Kur’ân-ı Kerim’in yazısı. Manzume, ölçü ve kâfiyeli yazı.
NAZM-I CELİL: Kur’ân-ı Kerim.
NAZM-I KUR’ÂN: Kur’ân-ı Kerim’in tertibi.
NAZM-I MECÎD: 1. Kur’ân-ı Kerim’in âyetleri. 2. Kur’ân-ı Kerim’in tertibi, düzeni.
NEBÎ: Peygamber, kendisinden önce gelmiş olan resulün şeriatı üzerine amel eden Peygamber.
NECÂSET: Dinen pis sayılan maddî pislik.
NECÂT: Kurtulma, kurtuluş.
NECM: Yıldız, ahter, kevkeb, ülker yıldızı.
NECS: Pis, murdar olan, şer’an pis olup gözle görülen şey.
NEDVE: Konuşma, bir iş hakkında konuşma, istişare.
NEFÎ: Giderici, yok eden, olumsuz yapan.
NEFÎR: Topluluk, cemaat, savaş için seferber olan topluluk.
NEFÎR-İ ÂMM: Cemaatı toplama, halkı askere sürme.
NEFİS: 1. Pek beğenilen, pek güzel, pek iyi. 2. Can, kişi, kendi, öz varlık. 3. Bir şeyin zatı olan kendisi.
NEFRET: 1. Ürküp kaçma. 2. İğrenç bulup tiksinme.
NEFS: 1. Üfürmek, üflemek. 2. Can, kişi, kendi, özvarlık. 3. Bir şeyin zatı olan kendisi.
NEFSANİYET: 1. Kendini çok beğenmişlik. 2. Gizli düşmanlık, garez, kin.
NEFSÜ’L-EMR: İşin temeli, esası.
NEKRE: Belirsiz olan, harfi tarifsiz kelime.
NEMÎME: Söz götürme, taşıma, kişi aleyhindeki sözleri ona eriştirme, koğuculuk etme.
NEMMÂM: İfsad için söz taşıyıcılık, dedikoduculuk ve koğuculuk eden.
NEMRUD: Zalim ve gaddar olarak tanınmış ve Allah‘a karşı isyan etmiş, büyüklük taslamış bir kral. Hz. İbrahim Zamanında yaşamıştır.
NESEB: Sülâle, hısımlık, karabet, soy, baba soyu, atalar zinciri.
NESH: 1. Şer’î bir hükmü yine şer’î bir emirle kaldırma. 2. Bir şeyin aynını kopya etmek, aynını çoğaltmak.
NESİ’: Tehir etmek, ertelemek, geciktirmek.
NESİKE: Kurban.
NESÎM: Hoş esen yel.
NESİR: 1. Saçma, serpme. 2. Vezinsiz, ölçüsüz söz.
NEŞ’ET: 1. Hâsıl olma, vücuda gelme, yetişme. 2. İleri gelme, sebep olma.
NEŞ’ET-İ SÂNİYYE: İkinci defa vücuda gelme.
NEŞ’ET-İ UHRÂ: Mahşerde yeniden dirilme.
NEŞ’ET-İ ULÂ: İlk defa vücuda gelme.
NEŞRİYAT: Yayım.
NEŞV Ü NEMÂ: Yetişip, büyüme, gelişme.
NEŞVE: 1. Sevinç. 2. Büyümek ve yetişmek. 3. Mest ve sarhoş olmak.
NEVÂ: 1. Ses, sadâ, makam, âhenk. 2. Refah. 3. Levazım, kuvvet, zenginlik. 4. Nasip. 5. Türk musikisinde eski makamlardan biri.
NEV’-İ BEŞER: İnsan türü, cinsî.
NEZÂHET: 1. Ahlâk temizliği, temizlik. 2. İncelik, rikkat.
NEZD: 1. Yan. 2. Göre, fikrince.
NEZD-İ HAK: Allah yanında.
NİDÂ: 1. Çağırma, seslenme, ses verme. 2. Ünlem.
NİKAB: 1. Peçe, yüz örtüsü. 2. Perde, örtü.
NİKMET: Şiddetli ceza, hoşlanmayan muamelelerle olan mücazat.
NİSÂ: Kadınlar.
NİSYÂN: Unutma, unutuş.
NİYAZ: 1. Yalvarma, yakarma, dua. 2. Rağbet ve istek. 3. Hacet, ihtiyaç, gereksinme.
NİZA: Çekişme, kavga, anlaşmazlık.
NUKÛD: Paralar, nakidler.
NUTFE: Bel suyu, meni, insan ve hayvan tohumu.
NUTUK: 1. Nutk. 2. Söz. 3. Söyleyiş, söyleme yetkisi.
NÜBÜVVET: Peygamberlik.
NÜKTE: 1. Dolayısıyla anlaşılan ince mânâ, bir söz ve ibareden anlaşılan şey. 2. İyi düşünülmüş, ince anlamlı zarif söz.
NÜMÂYİŞ: 1. Gösteriş, görünüş, miting. 2. Yalandan gösteriş, göz boyama.
NÜMUNE: Örnek.
NÜMUNE-İ İMTİSAL: Uyulacak örnek. Örnek alınacak model.
NÜŞÛZ: Kadının kocasına kafa tutup isyan edici bir durum almasıdır. Güya kendisini yüksek sayıp itaatını kaldırmış olur.
NÜZUL: 1. Aşağı inme. 2. Konaklama. Kur’ân sûrelerinin inişi, vahyin gelişi.

OBA Ev biçimi, birkaç direkli, uzun bölüntülü keçeden yapılmış göçebe çadırı. * Çadırlardan müteşekkil küçük topluluk. * Göçebe ailesi. Çadır halkı.
OBJEKTİF Fr. Hakikatı olduğu gibi aksettiren. * Fotoğraf makinası ve dürbün gibi cihazlardaki mercekler. * Gaye. * Fls: Varlıkla alâkalı.
OBÜS Ask: Dikey veya dalıcı atış yapabilen, oldukça kısa namlulu top. Obüsler Milâdi 16. asırda icad olunmuştur. Bir mânianın arkasında bulunan ve bu sebeple doğruca görülemeyen düşman mevzilerinin yüksek münhanilerle aşırılmak suretiyle endaht yapmak maksadıyla icad edilmiştir.
OCAK İMAMI Tar: Yeniçeri Ocağı’nın imamı. Cami-i Miyane adını alan ve ilkin mescid halinde bulunan Orta camii, Hicri 1000 senesinde büyütülerek cami haline getirilmiştir. Camiin imamı, hatibi, müezzini, muarrifi ve kayyumu vardı. İmam, Yeniçeriler arasında okuyup yazan ve tahsil görenlerden seçilirdi.
OD t. Ateş, nar.
OFİS Fr. Yazıhane, daire, büro.
OĞLAK Keçi yavrusu.
OK Yay veya keman denilen kavis şeklinde bükülmüş bir ağaç çubuğa gerili kirişe takılarak uzağa atılan ucu sivri demirli ince ve kısa değneğe verilen addır. Ok, silâhın icadından evvel insanlar tarafından kullanılmış ise de, en büyük mahareti Türkler, Araplar göstermişlerdir. (O.T.D.S.)
OKİYYE (Veya hemzenin hazfı ile “Vekiyye”) Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Yerlere ve muhitlere göre değişir. Dörtyüz dirhem ağırlık. Yedi miskal veya kırk dirhem ağırlık. Şer’an kırk dirhem kabul edilmiş. En tanınmışı dörtyüz dirhemdir. (Bak: Direm)
OKKA t. Eskiden kullanılan bir ağırlık ölçüsü. Dörtyüz direm ağırlık. Okiyye. (Bak: Direm)
OKYANUS Büyük deniz. Bahr-ı muhit. * Arapça büyük lügat kitabı.
OLİGARŞİ Yun. Siyasi iktidarın, bir zümreden olan kişilerin elinde bulunması.
OPERASYON Fr. Bir cerrahın canlı bir vücut üzerinde yaptığı cerrahi müdahale. Ameliyat.
ORAN Ölçü, mikyas. * Biçim, tenasüb, endam. * Tahmin, keşif.
ORDU t. Bir devletin dinini, namusunu, vatan ve istiklâlini her çeşit yabancı taarruz ve tecavüzüne karşı koruyan askerî en büyük üç kuvvetten biri. Hava Ordusu, Deniz Ordusu, Kara Ordusu gibi. * En büyük askerî birlik. * Aynı iman ve düşünce sahiplerinin faaliyette olanlarının hepsi. (Maarif Ordusu, İlim Ordusu gibi mecazî olarak da söylenir.)
ORDU-YU MÜBLÂ Perişan edilmiş, dağıtılmış ordu.
ORDU (URDU) DİLİ Pakistan’da Müslümanların konuştukları Arapça, Türkçe, Farsça ve Hintçeden müteşekkil olan dil.
ORDUGÂH f. Ordunun konakladığı yer. Açıkta konaklayan ordunun konaklama yeri.
ORGAN t. Uzuv. Canlılarda belli bir vazifeyi yapmak için bir arada yaratılmış nesiclerin teşkil ettiği vücud parçası. (El, ayak, baş, göz.. gibi) * Bir fikre, bir gayeye hizmet için çalışan. * Âlet.
ORGANİZASYON Fr. Düzenleme, hazırlama, tanzim. * Teşkilât.
ORHAN GAZİ (Mi: 1288 – 1359) Osmanlı Devletinin kurucusu olan Babası Osman Gazi vefat edince (1326) Onun yerine tahta geçti. Onu yetiştiren, Hocası Şeyh Edebâli idi. Genç yaşta gazi akıncılar arasına karıştı, çok cesur ve atılgandı. Akıncı Gaziler onun oğlu Süleyman Paşa kumandasında Rumeli’ye geçtiler. Türbesi Bursa’dadır. (R. Aleyh)
ORİJİNAL Fr. Bir şeyin aslı. Tuhaf, garib hâli olan. * Değişik. * Nev’i şahsına mahsus, kendine mahsus. * Vasıf ve keyfiyetleri cihetinden benzerlerinden ayrı ve üstün. * Bir nümuneye göre olan.
ORSA Yelkenleri mümkün olduğu kadar rüzgârın estiği cihete yaklaştırarak seyretmek hâli. * Geminin sol tarafı, iskele.
ORTODOKS Yun. İtalya’daki Papalığa bağlı olmayıp, İstanbul’daki Fener Patrikhanesine bağlı Hristiyan. Doğu kilisesine ve an’anelerine sıkı sıkıya bağlı Hristiyanların mezhebi.
ORUÇ (Bak: Savm – Ramazan)(Oruç en gafillere ve mütemerridlere za’fını ve aczini, fakrını ihsas ediyor. Açlık vasıtası ile midesini düşünüyor. Midesindeki ihtiyacını anlar. Zayıf vücudu ne derece çürük olduğunu hatırlıyor. Ne derece merhamete ve şefkata muhtaç olduğunu derk eder. Nefsin fir’avunluğunu bırakıp kemal-i acz ve fakr ile dergâh-ı İlâhiyeye ilticaya bir arzu hisseder ve bir şükr-ü manevî eliyle rahmet kapısını çalmağa hazırlanır. Eğer gaflet kalbini bozmamış ise… M.)
OSMAN (R.A.) Peygamberimiz Hazret-i Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın en yakın sahabelerinden, Aşere-i Mübeşşere’den ve İslâmiyet için en çok fedakârlık gösterenlerdendir. Hz. Talha ve Zübeyr’den evvel imana geldi, iman edenlerin beşincisi oldu. Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın üçüncü halifesi ve damadıdır. Hazret-i Osman (R.A.) çok zengindi. Bütün malını Peygamberimiz ve İslâmiyet için feda etti. Çok hayâ ve hilm sahibi idi. Peygamberimizin (A.S.M.) iki kızı ile evlenmek nasib olduğu için kendisine “Zinnureyn” nâmı da verilmiştir. Hz. Ebu Bekir’in (R.A.) toplayıp cem’ettiği Kur’ân-ı Kerim nüshalarını teksir ederek mühim merkez ve vilâyetlere gönderdi. Sekseniki yaşında şehid edildi. (R.A.)
OSMANÎ (Osmaniye) Osman’a ait, mensup. * Osmanlı devletine mensup. Osmanlılarla alâkalı. Osman oğullarına ait.
OSMANİYÂN (Osmanî. C.) Osmanlılar.
OSMANLI Osmanlı Devleti teb’asından olan. * Anadolu Selçuklu Devleti’nin Bizans sınırındaki Beyliğin reisi olan Ertuğrul Bey’in vefatından sonra, Mi: 1288’de yerine geçen Osman Beyin kurduğu devlete mensup olan.
OSMANLICA Osmanlıların konuştuğu dil olup, Türkçe, Arapça ve Farsçadan müteşekkildir.
OST (Bak: Heme ost)
OTAĞ Padişahlarla vezirlere mahsus çadırlar. Bunlardan padişahlarınkine “Otağ-ı Hümayun”, sadrazamınkine ise “Otağ-ı Asafî” denilirdi.
OTOMATİK Fr. Kurularak veya vakti gelince harekete geçen, işleyen.
OTORİTE Fr. Kumanda etme hakkı, itaat ettirme iktidarı. * İdari veya siyasi iktidar. * Muhakemeleri veya doktrini umumiyetle doğru olarak kabul edilen ve bir sahada derinleşmiş olan şahıs veya eser.
OZAN t. Edb: Eski Türk şâiri ve âlimi.

ÖMER (R.A.) Resül-ü Ekrem’in (A.S.M.) ikinci halifesi, Aşere-i Mübeşşere’den ve sahabenin en büyüklerindendir. Çok âdil, âbid, zâhid ve merhametli idi. Fakirce yaşadı. Adaleti, şecaat ve cesareti, İlâ-yı Kelimetullah için fedakârlığı meşhurdur. Çok Hadis-i Şeriflerle medhedildi. Zamanında çok fütühat ve ilerleme kaydedildi. Hilâfeti esnasında bütün Âlem-i İslâm, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın devrindeki gibi huzur ve rahat içinde yaşadı. Onbuçuk sene yedi gün, dünyada hiç kimseye nasib olmayan bir adâlet içinde halifelik yaptı, 63 yaşında iken şehid edildi. (R.A.)Hak ile bâtılı ayırmada çok mâhir olduğundan Resül-ü Ekrem (A.S.M.) kendisine Ömer-ül Fâruk ismini vermiştir.Bir zaman Hz. Ömer Radıyallâhü Anhu demiştir ki: Üç şey olmasa Hazret-i Kibriya’ya göçmek isterdim:1- Allah yolunda yürümek.2- Alnını toprağa sererek secde etmek.3- En güzel semereleri toplar gibi, sözün güzelini veren insanlarla sohbet etmek.
ÖMER BİN FARID (M. 1180-1234) Kahire’de doğdu ve orada vefat etti. Mütefekkir ve mutasavvıf olup büyük şâirlerdendir. Divanı vardır.
ÖMER HAYYAM Çadırcı Ömer mânâsında olan bu kelime, İran’ın meşhur hayâlperest ve içkiden çok bahseden bir şâirinin adıdır.
ÖMER İBN-İ ABDÜLAZİZ (Hi: 60-101) Emevî Devleti halifelerinden olup Hz. Ömer’in ahfadındandır. Siyaset âleminde bir dâhi ve adâlette bir ikinci Hz. Ömer’di. Malatya’yı Rumlardan yüzbin esir mukabilinde satın aldı. Zehirlenerek şehid edildi. (R. Aleyh)
ÖMR Yaşama, hayat, yaşayış.
ÖMR-Ü CAHİM Cehennem hayatı.
ÖMR-Ü CÂVİD Ebedî hayat.
ÖMR-Ü GÜZEŞTE Geçmiş ömür. Geçmiş hayat.
ÖMR-Ü HAZİN Hazin ömür. Hüzünlü hayat.
ÖMR-Ü SÂNİ İkinci hayat, âhiret hayatı.
ÖMR-Ü TAVİL Uzun ömür.
ÖMR-Ü ZÂİL Geçici ömür, fani hayat.
ÖMRE (Bak: Umre)
ÖRF İnsanlar arasında güzel görülmüş, red ve inkâr edilmeyip mükerreren yapılagelmiş olan şeydir. Bu kelime; ihsan, ma’ruf, cud, sehâ, bezl ve atâ olunan, atiyye, tanımak, bilmek, biliş, ikrar eylemek, arka arkaya tetebbu ve tevâli etmek, Allah (C.C.) tarafından ulülemre ve Sultana tevdi’ olunan hüküm, müstahsen, yani Hazret-i Peygamberin (A.S.M.) iyi gördüğü şeyler, gibi mânalara gelir. * Fık: Şer’an ve şeriata bağlı. Akl-ı selim sahiplerince müstahsen olup münker olmayan şey demektir. Örf, şeriata eğer muhalif olursa, gayr-i meşru olur, onunla amel edilmez ve onun izâlesi lâzım gelir.
ÖRF-İ NÂS f. İnsanların âdet edindikleri, beğendikleri alışkanlık hâlleri, an’aneleri ve telâkkileri.
ÖRFEN Örf bakımından, âdetlere göre.
ÖRFÎ Âdete âit ve onunla alâkalı.
ÖRFÎ İDARE (İdare-i örfî) Askerî kuvvete ihtiyacı gerektiren ve cemiyet hayatında zuhur eden müşkil hallerde vaktin icablarına göre ve vaziyet düzelinceye kadar sivil idare yerine askeri idare konması. Sıkı yönetim.
ÖRFİYAT Örf, âdet ve geleneğe bağlı olan şeyler.
ÖŞÜR Ondalık, onda bir. Mahsullerden, Kur’an-ı Kerim hükümlerince onda bir olarak alınan zekât.
ÖŞR-Ü MİŞAR Onda birin onda biri, yâni yüzde bir.
ÖŞR-Ü MİŞAR-I AŞİR Binde bir.
ÖZÜR Bir kusurun afvı için gösterilen sebep. * Bahane, sebep. * Mâni, engel. Kusur, nakise, sakatlık. * Fevz. Zafer. * Bir adamın kusur ve kabahatinin çok olması. * Fık: Abdesti bozucu ve devamlı olan şey.
ÖZÜRHÂH f. Özür dileyen. Özür dileyerek affını isteyen.

P Osmanlı alfabesinin üçüncü harfi olup, ebced hesâbında “b” harfi gibi iki sayısına tekabül eder.
PÂ (PÂY) f. Ayak. * Takat, mukavemet. * İz.
PÂ-BEND Ayak bağı. Köstek. Ayağa vurulan zincir. * Engel, mâni.
PÂ-BEND-İ TERAKKİ İlerlemeğe mâni olan zincir, köstek.
PÂ-BERCÂ Ayağı yerde demek olan bu tâbir, mecaz yoliyle kaim, sabit, berkarar, daim, bâki mânâlarında da kullanılır.
PÂ-BERCÂ-Yİ HAREKET Hareket etmek üzere bulunan, âmâde.
PÂ-BE-RİKÂB Hareket etmek üzere olan.
PÂ-BESTE f. Ayağı bağlı. Hareketsiz.
PÂ-BUS f. Ayak öpen.
PÂ-BÜREHNE f. Yalın ayak.
PÂ-CÂME f. Şalvar, don, çakşır. Pijama.
PAÇAN f. Saçan, saçıcı.
PAÇAVRE f. Paçavra, kirli bez.
PA-ÇE f. Küçük ayak. Pantolon, şalvar gibi şeylerin dizden aşağı olan kısmı. Paça. * Koyun, keçi ve sığır ayağı. * Koyun, keçi ve sığır ayağından yapılan yemek.
PAÇEK f. Tezek, mayıs.
PAÇENG f. Küçük pencere. * Baca, menfez delik.
PA-ÇİLE f. Karda yürüyüp yol açmak gayesiyle ayağa giyilen bir çeşit ayakkabı.
PAD f. Saklayan, hıfzeden. * Büyük, ulu. * Bekleyen, muhafaza eden, koruyan.
PA-DAM f. (Ayaktan yakalayan) Kuş tuzağı.
PADAŞ (C.: Padaşân) f. Mükâfat, ecr. * Yoldaş. Yol arkadaşı.
PADAŞÂN (Padaş. C.) f. Arkadaşlar, ayakdaşlar. * Mükâfatlar.
PADAV f. Kocakarı.
PADE f. Eşek ve sığır sürüsü. * Çoban sopası. * Yayla.
PADERGİL (Pâ-der-gil) f. Ayağı çamurda. * Mc: Davranamaz. * Sıkıntıda.
PADERHAVA (Pâ-der-hava) f. Ayağı havada. * Mc: Temelsiz, çürük.
PADERİKAL (Pâ-der-ikal) f. Ayağı köstekli, ayağı bağlı, hareketsiz.
PADERPA (Pâ-der-pâ) : f. Ayak ayağa. Yanyana.
PA-DEŞ f. Mükâfat.
PADGÂNE f. Yüksek dam. * Kapı içinde olan pencere.
PADİŞAH (Pâdşâh) f. Büyük hükümdar, sultan. Cihan sahibi. Zararı def’ eden, ıslah eden, muslih.
PADİŞAH-I SÂNİ İkinci padişah.
PADİŞAHÎ f. Padişahla ilgili, padişaha ait.
PADZEHR f. Panzehir.
PAFERSUD (Pâ-fersud) f. Ayağı incinmiş, aşınmış olan.
PAGANDE f. Atılmış pamuk. * Atılmış pamuktan yapma yumak.
PAGUŞ f. Suya dalma.
PA-HAST f. Ayak altında kalmış, çiğnenmiş olan.
PAJEH f. İnleme, inilti.
PAJİR f. Panzehir.
PAK f. Temiz, saf, katıksız. Hep, tamam, mübarek, kudsi.
PAKAN (Pâk. C.) f. Temizler, pâklar. * Mc: Veliler, evliya.
PAKÂR f. Tahsildar.
PAKÂRÎ f. Tahsildarlık.
PAK-BAZ (C.: Pâk-bâzân) f. Temiz oynayan. * Mc: Sadakatli âşık.
PAKDAMEN f. Eteği temiz. * Mc: Namuslu.
PAK-DAMENÎ f. “Eteği temiz oluş” * Mc: Namusluluk.
PAKEND f. Yakut. * şarap, bâde.
PAKİ f. Temizlik, paklık. * Ustura.
PAKİZE f. Temiz, pak. Lekesiz. Hâlis, saf, katıksız.
PAK-MEŞREB Gidişi, yaratılışı temiz. İyi huylu olan.
PAKT Fr. Akid, sözleşme, andlaşma. Siyasi anlaşma.
PA-KUB f. Çengi.
PAK-ZAD f. Temiz asıllı. Aslı temiz olan.
PALA Ağzı enli, ortasına doğru daha genişliyerek ucuna doğru daralmaya başlayan kalın, kısa ve ağır kılıç.
PALA f. Yedek at. * Asılmış, asılı. * Süzgeç.
PALAD (Pâlâde) f. Yedek at.
PALADE f. Kötü söyleyen, ayıp arayan.
PALAHENG f. Yular, dizgin. * Av veya suçlu bağlanacak kement. * Kemer. * Tazı boynuna geçirilen ağaç halka.
PALAMAR Büyük gemileri karaya bağlamak yahut demir gomneye bedel lengere rabtetmek için kullanılan halat. * Büyük halat. (O.T.D.S.) * Vaktiyle muharebelerde silâh olarak kullanılan ve yük kaldırmak için kullanılan sırıklar. (Sanat Ansiklopedisi)
PALAN f. Palan, semer, eğer.
PALAN-DUZ f. Semerci, palancı. Semer diken.
PALANÎ f. Semerci.
PALAR f. Çatı direği.
PALAS PANDIRAS Hemen, birden bire, hazırlıksız, habersiz.
PALAVAN (Pâlâven) f. Süzgeç, helvacı süzgeci.
PALAVRA (İspanyolca) Mübalâğalı söz, yalan söylenen söz.
PALAY f. (Bak: Pala)
PALDÜM f. Hayvanın semerinin ileri geri kaymaması için arka ayaklarının kaba etleri üzerinden geçirilen kayış.
PALENG f. Postal. Çarık.
PALENG-İ FERSUDE Eski çarık.
PALİDE f. Süzülmüş, durulmuş. * Ziyade olmuş, büyümüş.
PALİKANE f. Büyük han kapılarının ortasındaki küçük kapı.
PALİKARYA Mc: Kabadayı, yiğit, cesur. * Rum gençleri.
PALUDE f. Süzülmüş, saf hâle getirilmiş.
PALUŞ f. Karışık.
PALVANE f. Dağ kırlangıcı.
PALVAYE f. Dağ kırlangıcı.
PA-MAL f. Ayak altında kalmış, çiğnenmiş.,
PA-MAL-İ ADÜV Düşmanların ayakları altında çiğnenmiş.
PAN Yun. “Bütün, karşı” mânasına kelimenin başına getirilerek kullanılır. Meselâ: Panzehir $ : Zehire karşı ilâç.
PANAYIR Yun. Yılda bir – iki defa muayyen bir yerde kurulan ve bir müddet devam eden büyük pazar.
PA-NİHADE f. Ayak koymuş, ayak basmış. Gelmiş, ulaşmış, vâsıl olmuş. * Doğmuş, tevellüd etmiş.
PAN-İSLAMİZM Bütün müslümanların birleşmesi siyaseti. İttihad-ı İslâm. İslâm birliği siyaseti.
PANDOMİMA Yun. Vahşi ve gürültülü karışıklık, anarşi. * Sessiz tiyatro oyunu.
PANDOMİMA KOPMAK Karışıklık çıkmak. * Seyircileri eğlendiren kavga çıkmak.
PANO Fr. Üzerine ilân, tablo, vs. asmaya yarayan levha.
PANZDE(H) f. Onbeş.
PANZEHİR Zehire karşı ilâç.
PAPA İtl. (Baba kelimesinden) Roma Katolik kilisesinin ruhâni reisi.
PAPAĞAN İtl. İnsan konuşmasını taklid edebilen bir kuş.
PAPEZ f. İnişi ve yokuşu olan yer.
PAPURE f. İki çift öküz koşulan ağır bir cins saban.
PA-PUŞ f. Ayak örten. Ayakkabı, pabuç.
PAR f. Geçen yıl, bıldır. * Para.
PARAFE Fr. Kısa imza, işâret.
PARAGRAF Yun. Düz yazıda bölümlerden herbiri.
PARALEL Yun. Müvazi. * Geo: Bütün noktaları birbirinden aynı uzaklıkta olan çizgi veya hat, düzlük, satıh.
PARANTEZ Yun. Cümle içinde geçen bir sözü, metin dışı tutmak için o sözün başına ve sonuna konulan işaret.
PARAV f. Kocakarı, acûze.
PARAVAN(A) İtl. Eskiden haremle selâmlığı ayıran ve şimdi de ilk bakışta görülmesi caiz olmıyan yerleri örten perdeler. * Daha ziyade kapıların dışına veya içine konan, katlanır, taşınır tenteneli perde. * Gizleme vasıtası.
PARAZİT Yun. Radyo gibi ses veya elektrik âletlerinin zırıltı ve gürültü çıkarması. * Başka bir hayvan veya nebatın üzerinde onun zararına yaşayan canlı. Asalak. Tufeylî.
PARÇE f. Ufak şey, küçük nesne, parça.
PARDUZ f. Eskici, yamacı.
PARE f. Cüz, parça. Kesinti. * Para. Kuruşun kırkta biri. * Kur’an-ı Kerim’in otuz kısmından bir kısmı, bir cüz’ü. * Sayı, bölük. * “Parça” mânâsına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Meh-pâre $ : Ay parçası. * Güzel. Yek-pâre $ : Tek parça, bir parça.
PARE-DUZ f. Eskici, yamacı.
PA-RENC f. Ayak teri. Ücret.
PARE-PARE f. Parça parça.
PARGÎ f. Mutfak ve banyo sularının toplandığı çukur. * ******luk.
PARİN (Pârine) f. Geçen yılki, geçen sene olan, bıldırki.
PARİR f. Dayak, destek, direk.
PARLAMENTO İng. Millet meclisi. Milletvekillerinden meydana gelen meclis ve senatonun tamamı.
PARS f. Dine bağlı kimse. * Nâmuslu, iffetli, temiz ve doğru insan. * Fars milleti, İran kavmi.
PARSAL f. Geçen yıl, bıldır.
PARSE f. Dilencilik.
PARSEL Fr. Bir maksatla ayrılarak sınırlandırılmış arazi parçası.
PARSENG f. Teraziyi denkleştirmek için kefesine konulan şey.
PARTİZAN Fr. Kendi partisine aşırı düşkün olup başkasına hak tanımak istemeyen kimse.
PARU (Pârub) f. Kocakarı, acûze.
PARULE f. Şakacı, lâtifeci. * Yonga. * Hayırsız ve işe yaramaz kişi.
PARYAB f. Irmak ve çay suyu ile sulanan ekin.
PAS f. Gecenin sekizde biri. * Gözetleme, bekleme. * Keder, hüzün, gam. * İç sıkıntısı.
PA-SAR f. Tekme. Tepme.
PASBAN (PÂSUBAN) f. Nöbetçi, gece bekçisi, bekçi.
PASBANÎ f. Bekçilik.
PASDAR f. Gece bekçisi.
PASDARÎ f. Bekçilik, gözcülük.
PA-SEBÜK f. İşine sarılmış, ayağına çabuk.
PASEK f. Esneme, esneyiş.
PA-SİTADE f. Ayakta duran. Kaim.
PASKAL (PASCAL) Fr. Hristiyanlıkta dindarlığı ile beraber fizik, edebiyat, hesap, hendese ve felsefede (Milâdi 17. asırda) büyük bir âlim olarak tanınmıştır.
PAS-PAR f. Tekme.
PASTORAL Yun. Kır hayatına, köy âlemine dair yazılan manzume.
PASUH f. Karşılık, cevap.
PASUHGÜZAR f. Cevap veren, karşılık veren.
PASUHŞİNEV f. Cevabı dinleyen.
PA-SÜVAR f. Yaya olan, yaya, piyade.
PASVAN f. Gece bekçisi.
PAŞ f. “Serpen, saçan, dağıtan” mânâsında birleşik kelimeler yapılır.
PAŞA Sivillerle askerlerin ileri gelenlerinin bir kısmına verilen resmi ünvandı. Osmanlıların ilk devirlerinde bu ünvan, hânedân mensublarıyla yalnız bir kısım idare adamlarına verilirken sonradan askeriden “mir-i liva” ve daha yüksek rütbede olanlarla; mülkiyeden vezir, beylerbeyi, mir-i miran ve mir-ül ümera rütbelerine tahsis edilmiştir. Damat Paşa, Ağa Paşa, Vali Paşa o cümledendir.Paşa kelimesinin aslı hakkında pek çok ihtilâf vardır. Lügat erbabının bazıları, Farsça “Pây-i şah” lâfzından değiştirilmiş olduğunu; bâzıları da Türkçede büyük birâder mânasına gelen “Beşe” kelimesinin telâffuzunun zamanla “paşa”ya değiştiğini; bir kısmı da evin, ailenin büyüğü, reisi anlamına gelen “Baş ağa” dan tahrif edildiğini yazarlar. Ayrıca Türklerde büyük evlâda da paşa derler. Paşa tâbiri, hürmet ifadesi olarak, ulema ve meşâyihten bazılarına da verilmiştir. Bugün dilimizde generâl anlamına kullanılır. (O.T.D.S.)
PAŞALI Paşa ünvanını alan vezir ve beylerbeyi gibi büyük devlet adamlarının hizmetinde bulunan gedikli ağalar.
PAŞAN f. Saçan, saçıcı.
PAŞAZÂDE Paşa oğlu.
PAŞENDE f. Saçan, dağıtan, saçıcı.
PAŞİB f. Basamak, merdiven.
PAŞİDE f. Saçılmış, serpilmiş, dağılmış.
PAŞNA f. Topuk, ökçe.
PAŞNİN f. Ağaç ve tahta parçaları.
PAŞ PAŞ f. Parça parça, ufak ufak. * Dağınık.
PATİLE f. Tencere.
PATİNÎ f. Harman yabası.
PATRİK Yun. Rum ve Ermeni kiliselerinin ruhâni reislerine verilen isim.
PATRİKHANE Patrik adı verilen Rum başpapazının oturduğu yer.
PATRİKLİK Osmanlı saltanatı zamanında muhtelif gayr-i müslimlerin dinî ve medenî bazı işlerini idare eden makamlar.
PAYÛE (Bak: Pâ)
PA-YAB f. Kuvvet, kudret, tâkat. * Su birikintisi. * Havuzun dibi. * Kuyu basamağı. * Son, nihayet.
PAYAN f. Kenar, son nihayet, uç. * Tas: Ehl-i tarikatın ulaşacağı birlik âlemi. * Akıbet.
PAYBAF f. Çulha.
PAYBEND f. Ayakbağı. * Mani, engel. * Köstek.
PAYBESTE f. Hareketsiz. Ayağı bağlı.
PAYDAR (Pâyidar) f. İyice yerleşmiş. Devamlı, kadim. * Sağlam. Muhkem. * Sermedî. * Bedi. ‘* Sâbit.
PAYDARÎ f. Devamlılık, süreklilik.
PAY-DER-GİL f. Ayağı çamurda. * Sıkıntıda, dertte. * Mc: Davranamaz.
PAY-DER-HAVA f. Ayağı havada. * Mc: Temelsiz, çürük.
PAYDOS f. Tatil, teneffüs, serbestlik.
PAYE f. Rütbe, derece. * Merdiven ayağı. * İlim sahibi olanların bir derecesi.
PAYEDÂR f. Rütbeli, pâyeli, itibarlı.
PAYEDÂRÎ f. İtibarlılık, rütbelilik, pâyedarlık.
PAY-EFZAR f. Ayakkabı.
PAY-ENDAZ f. Ayak atan, ayak atmış. * Büyük kişilerin geçecek olduğu yerlere serilen halı gibi şeyler. * Duvar ve möbleleri kaplamada kullanılan bir cins kumaş.
PAYENDE (C.: Payendegân) f. Payanda, destek, dayak. * Duran, sürekli.
PAYENDEGÎ f. Devamlılık, süreklilik.
PAY-FERSUD f. Ayağı incinmiş, aşınmış.
PAYGÂH f. Derece, mertebe, rütbe.
PAYİN f. Aşağı. Aşağı taraf. * Merdivenin ilk basamağı.
PAYİTAHT (Bak: Pâytaht)
PAYİZ f. Güz, sonbahar. * Yaşlılık, ihtiyarlık. * Eski, köhne, yıpranmış.
PAYKUB f. Ayak vuran. * Mc: Rakseden, köçek.
PAYMAL (Pâyimal) f. Ayak altında kalmış, mahvolmuş, telef olmuş, sürünmüş.
PAYMÜZD f. Bahşiş, ayak teri.
PAYTAHT (Pâyitaht) f. Merkez-i hükümet, başşehir, başkent.
PAYZAR f. Ayakkabı, pabuç.
PAYZEDE f. Çiğnenmiş, ayak altında kalmış.
PAYZEN .f Ayağına pranga vurulmuş. Forsa, deniz esiri. * Suçlu. * Esir. * Hizmetçi, uşak.
PAZAC f. Ebe kadın. * Dadı, sütnine.
PA-ZEDE (Bak: Pâyzede)
PAZEN f. ********.
PAZİN f. Gecenin bir kısmı.
PAZİR Destek, payanda, dayak.
PAZUBEND (Bak: Bâzubend)
PEÇE (C.: Peçegân) İnsan veya hayvan yavrusu. * Oğlan, çocuk. * Sarmaşık bitkisi.
PEÇE Kadınların tesettür için yüzlerine örttükleri tüle benzer örtü. (Bak: Tesettür)
PEÇEGÂN (Peçe. C.) f. İnsan veya hayvan yavruları.
PEÇEL f. Üstü başı pislik içinde ve iğrenç olan adam.
PEDAGOG Yun. Çocuk terbiyecisi, mürebbi.
PEDE f. Çakmak, kav. * Kavak ağacı.
PEDENDER f. Üvey baba. Babalık.
PEDER f. Baba.
PEDERÂNE f. Babaya yakışır tarzda, pedercesine.
PEDERÎ f. Babalık, pederlik.
PEDERZE f. Çıkın, bohça.
PEDİD f. Aşikâr, görünür, açık, belli.
PEDME f. Nasib, kısmet. Pay, hisse.
PEDRUD f. Vedâlaşma.
PEHİN f. Çok enli.
PEHLE f. Mezar sandukalarının yan taşlarına verilen ad.
PEHLEV f. Şehir, belde. * Yiğit, kahraman.
PEHLEVAN f. Pehlivan. Yiğit. Kahraman. Güreşçi.
PEHLEVANÎ f. Pehlivanlık, güreşçilik, yiğitlik, kahramanlık.
PEHLU f. Vücudun iki yanından biri, yan.
PEHN f. Enli, geniş, yassı. * Genişlik, enlilik.
PEHNA f. Genişlik, enlilik. * Enli, geniş, yaygın.
PEHNANE f. Beyaz pide. * Bir cins maymun.
PEHNAVER f. Pek geniş. Pek açık. * Soluk, solmuş.
PEHNAVERÎ f. Enlilik, genişlik. Vüs’at.
PEJGALE f. Pay, hisse. * Yırtık, yama.
PEJM f. Sis, duman.
PEJMAN f. Pişman, nâdim. * Kederli, hüzünlü.
PEJMÜRDE f. Dağınık. * Eski, yırtık. * Perişan. * Buruşuk, buruşmuş.
PEJMÜRDE-HAL f. Kılığı kıyafeti pejmürde olan, üstü başı pis bir halde bulunan.
PEJUH f. Araştırma, soruşturma.
PEJUHENDE f. Gizli şeyleri araştıran. Mütecessis.
PEJUHİDE f. Çok akıllı, olgun, bilgili.
PEJULİDE f. Solmuş, bozulmuş, dağılmış, karışmış.
PEJVİN f. Kirli, pis. Çirkin.
PELADE f. Fesatçı. Müfsid.
PELAS f. Çul, aba. * Eski kilim, keçe vs.
PELE f. Terazi kefesi.
PELİD f. Pis, murdar. * Rezil ve alçak kimse.
PELİTE f. Lâmba veya kandil fitili. Fitil. * Yaralarda kullanılan fitil.
PELLE f. Derece. * Merdiven.
PELME f. Yazı tahtası.
PELUS f. Hilekâr. Hile yapan.
PELVAS f. Yaltaklanma.
PENAGÂH f. Sığınacak yer. Sığınak. Melce’.
PENAH f. Sığınma. Sığınacak yer. Dayandığı nokta.
PENAH-ÂVERDE f. Sığınmış, iltica etmiş. Mülteci.
PENAHENDE f. Sığınan, iltica eden.
PENAHGÂH f. Sığınacak yer, melce.
PENAHÎ f. Sığınma.
PENAHİDE f. Sığınmış, iltica etmiş.
PENAM f. Gizli, saklı. Örtülü.
PENBE f. Pamuk. * Açık kırmızı renk.
PENBEZÂR f. Pamuk tarlası.
PENBEZEN f. Hallaç. Pamuk atıcı.
PENC f. Beş.
PENCAH f. Elli. (50)
PENCAHSÂLE f. Elli yaşında.
PENCGANE f. Beşli, beşten ibâret, beş tâneli.
PENCİŞ f. İncinme.
PENCKUŞE f. Beş köşeli. Muhammes.
PENCPAY f. Beş ayaklı. Yengeç.
PENCRUZE f. Beş günlük. * Süreksiz, pek az.
PENCSALE f. Beş yaşında.
PENCŞENBİH f. Beşinci gün. Perşembe.
PENCÜM f. Beşinci.
PENCÜMİN f. Beşinci.
PENÇE f. El ayası ile beş parmağın tamamı. * Hayvanların ön ayaklarının parmaklarıyla tırnakları. * Eskiden Şark hükümdarlarının imza yerine ellerini kırmızı boyaya sürüp, kâğıdın üstüne basmalarıyla olan şekil, tuğra. * Mc: Kuvvet. Savlet, satvet.
PENÇE-İ KAHR Kahir pençesi. Mahveden el.
PENÇEZEN f. Pençe vuran, düşman.
PEND f. Nasihat, vaaz, öğüt.
PENDİMİ GUŞ ETTİ Nasihatımı dinledi.
PENDKÂR (C.: Pendkârân) f. Nasihat eden, nâsih. Öğüt veren.
PENDNÂME f. Öğüt kitabı.
PENDUZ f. Çuvaldız.
PENİR f. Peynir.
PER f. Kanat.
PERAKENDE f. Dağınık. Dağıtma. * Azar azar yayılan veya satılan.
PERAKENDEGÛ f. Saçma sapan konuşan. Saçmalayan.
PERANDAH f. Sepilenmiş deri sahtiyan.
PER-AVER f. Kanat açan, kanat açıcı. Keskin uçan.
PERÇEM f. Kâkül. * Tepede bırakılan saç. * Mızrak ve bayrak gibi şeylerin başlarına konulan püskülümsü şeyler.
PERD f. Kıvrım, büklüm, kat.
PERDA f. Yarın.
PERDAHT f. Cilâ. Parlaklık, parlama. * Düzleme, temizleme.
PERDAHTE f. Cilâlanmış, parlatılmış. * Temizlenmiş, düzenlenmiş, tertib edilmiş.
PERDAR f. (Bak: Berdâr)
PERDAZ f. Tertib eden, düzenleyen, düzeltici.
PERDE f. Kapı, pencere gibi yerlere asılan veya iki yeri birbirinden ayıran, görünmeğe mâni olan şey. * Mc: Irz, namus, iffet.* Bir müzik parçasını meydana getiren seslerden herbirinin kalınlık veya incelik derecesi. * Bir sahne eserinin büyük bölümlerinden her biri. * Ekran, sinema perdesi. * Tıb: Aksu. * Mc: Gaflet. Basiretsizlik. (Bak: Esbabperest.)
PERDE-İ CÜMUD Donmuş, katı perde. * Mc: Alem, tabiat. * Akıl ve hissiyatı kendisi ile meşgul edip, dini ve ulvi hakikatlardan ayıran, gaflet veren perde.
PERDE-İ NİLGÜN Gökyüzü, sema.
PERDE-İ TÜRABİYE Toprak perdesi, yer yüzü.
PERDEBERDAR f. Perde kaldırıcı. Perde açıcı.
PERDEBER-ENDAZ f. Perdeyi kaldırıp atan. * Utanmayı bırakan, sıkılmayan, utanmayan, hayâsız.
PERDEBİRUN f. Utanmaz, açıksaçık konuşan.
PERDEBİRUNÂNE f. Sıkılmadan, utanmazcasına. Perdeyi kaldırırcasına. Edebsizce.
PERDEDÂR f. Perdeci, kapıcı, odacı. Bir şeyin görünmesine ve bilinmesine mâni ve perde olan.
PERDEDÂR-I FELEK Ay, kamer.
PERDEDER f. Perde yırtan. Utanmaz, hayâsız.
PERDEGÎ (C.: Perdegiyân) f. İyi örtünmüş ve namuslu kadın.
PERDEKÂR f. Perdeli. Perde ile örtülü yer.
PERDEKEŞ f. Perde çekici, örtücü. Engel, mâni.
PERDENİŞİN f. Perde arkasında oturan. * Mc: Namuslu, temiz.
PERDEPUŞ f. Örten, örtücü.
PERDESERÂ f. Şarkı söyleyen, şarkıcı. * Saz çalan, çalgıcı. * Küçük çadır.
PERDESERÂY f. Küçük çadır. * Şarkı söyleyen, şarkıcı, hânende. Çalgıcı, saz çalan.
PERDEŞİNÂS f. Şarkı söyleyen, şarkıcı.
PERDE YIRTILMAK Hayasızlık etmek, utanmazlık.
PERE f. Uç, kenar.
PERE-İ BİNÎ Burun ucu.
PERE-İ KÛH Dağ eteği.
PEREND-AVER f. Çok keskin kılınç, pala veya hançer.
PERENDE f. Uçan, uçucu. * Av kuşu. * Çark gibi dönerek atılan takla.
PERENDEBÂZ f. Takla atan kimse. Cambaz.
PERENDEK f. Küçük tepe.
PERENDİN f. İpek elbise, ipek kumaş veya ipek mendil.
PERENDUN f. Evvelki gece.
PERENDUŞ f. Dün gece.
PERENDUŞİNE f. Dün geceki şey.
PERENDVAR f. Evvelki gece.
PERENG f. Suyu iyi verilmiş kılınç.
PEREST (C.: Perestân) f. Tapan, tapınan, taparcasına seven.
PERESTAN (Perest. C.) f. Tapanlar, tapınanlar, taparcasına sevenler.
PERESTAN f. Ocak, fırın.
PERESTAR (C.: Perestarân) f. Hizmetçi. * Kul. * Tapan, tapıcı. * Dalkavuk.
PERESTAR-I HAYÂL Şâir, ozan.
PERESTARÂN (Perestar. C.) f. Kullar, köleler. * Hizmetçiler. * Dalkavuklar, yaltakçılık yapanlar. * Tapanlar, tapıcılar.
PERESTARÎ f. Hizmetçilik. * Kulluk. * Tapıcılık. * Dalkavukluk.
PERESTİDE f. Sevgili, mahbub, sevilen.
PERESTİŞ f. Pek çok sevmek. Bendelik etmek. İbâdet etmek.
PERESTİŞKÂR İbâdet edercesine seven, çok ileri sevgi ve hürmet besleyen.
PERGÂL f. Pergel.
PERGÂLE f. Kaba iplikten yapılan bir cins dokuma. * Parça.
PERGÂR f. Pergel. Dâire çizmeğe mahsus âlet.
PERGÂRVÂR f. Pergel gibi.
PERGAZE f. Kuş kanadının vücuda yapışık olan kısmı.
PERGÂM f. Döl yatağı. Rahim.
PERGEM f. İşsiz güçsüz, boşta dolaşan adam.
PERGUL f. Bulgur. * Bulgur pilavı. * Un helvası.
PERGUNE f. Yakışıksız, çirkin.
PER-GÜŞA f. Kanat açıcı, uçucu. * Keskin uçucu.
PERH f. Hisse, pay. * Değersiz mal.
PERHAŞ f. Savaş, harb, muharebe, cidâl, ceng. Kavga.
PERHAŞCU(Y) f. Muharib, savaşçı. Kavgacı.
PERHİDE f. İşaret olunmuş.
PERHİZ f. Sakınmak, çekinmek. * Vücuda zararlı ve tıbben muzır; ve dinen, zevk veren şeylerden sakınmak. * Hastalıkta bazı yiyecek ve içeceklerden sakınmak.
PERHİZKÂR Perhiz eden, nefsini tutan. Zararlı şeylerden, günahlardan sakınan.
PERHUN f. Pergelle çizilmiş çember, dâire, halka.
PERHÜDE f. Saçmasapan söz, hezeyan. * Ateşten dolayı sararmış eşyâ.
PERİ f. Cisimleri çok lâtif ve görünmez olan hoş mahluk. * İnsana muhabbet eden, muvahhid ve müslim lâtif mahluk. *Mc: Güzel insan. Güzel kimse.
PERİ-İ MELÂHAT Güzellik perisi.
PERİ-ÇİHRE f. Peri yüzlü, güzel yüzlü.
PERİDE f. Uçmuş. *Solmuş, soluk.
PERİDERENG f. Rengi uçmuş, solmuş.
PERİ PEYKER Peri yüzlü güzel.
PERİR f. Evvelki gün.
PERİ-RU f. Peri gibi güzel yüzlü.
PERİŞAN f. Dağınık, karışık. * Bozuk, tertibsiz, düzensiz. * Kederli, hüzünlü, kaygılı.
PERİŞANHÂTIR f. Dalgın, düşünceli.
PERİŞANÎ f. Perişanlık, dağınıklık. * Düzensizlik, bozgunluk. * Yoksulluk, fakirlik.
PERİZ f. Haykırma, bağırma. Feryâd. * Su kenarlarında yetişen yeşil saz, ot.
PERİZE f. Ateşte pişirilen ekmek. * Kırmızı altun.
PERMER f. Ümid etme, umma, bekleme. İntizar.
PERMUN f. Süs, bezek.
PERNİH f. İnce düz taş.
PERNİYAN f. Nakışlı atlas. İpekten dokunmuş, bir cins işlemeli kumaş.
PERNUN f. İnce ve zarif dokunmuş ipek kumaş.
PERRAN f. Uçan, uçucu.
PERSONEL Fr. Şahsa dâir. Şahsî. * Bir işte çalışanların hepsi.
PERTAB f. Atılma, sıçrama. * Hız almak için geriden koşarak atılma. * Uzağa düşen ok veya başka bir şey.
PERTEV (Pertav) f. Ziya, ışık. * Atılma, sıçrama, hız.
PERTEV-İ MİHR Güneş ışığı. Güneşin parlaklığı.
PERTEV-FEŞAN Işık saçan, ziya saçan.
PERTEV-ENDÂZ Işıklandıran, ziyâ veren, nurlandıran.
PERTEV-SUZ Yakan ışık. Güneşe karşı tutulduğu zaman, ışıkları bir noktaya toplayan ve bu suretle ışığın değdiği yeri yakan mercek.
PERUŞ f. Küçük çıban, sivilce.
PERVA f. Korku, çekinmek. * Alâka, ilgi, bağ. * Takat. * Durup dinlenmek. * Bilmek. * Vesvese. * Kayd. * Iztırab. * Terk, feragat. * Hayran, şaşmış. * Meyl, teveccüh, iltifat, kayırmak. * Gussalanmak. (L.R.)
PERVANE f. Fırıldak çark. * Geceleri ışığın etrafında dönen küçük kelebek. * Haberci, kılavuz.
PERVANEGÂN (Pervane. C.) Gece kelebekleri.
PERVANEK f. Karakulak adı verilen bir hayvan. * Ask: Öncü, pişdâr.
PERVAR f. Besili, beslenmiş.
PERVAS f. El ile dokunup temas etme, eli ile yoklama.
PERVAZ f. Kanat açmak, uçmak. Uçan, uçucu. * Nur. * Karargâh. * Saçmak. * Hücre. * Saçak. * Ayna. Dolap. * İnce, uzun tahta. * Uçan, uçucu gibi mânâlara gelerek birleşik kelimeler yapılır.
PERVAZ-I BERDÂR Yükselip uçan. Uçarak dolaşan.
PERVAZE f. Kır gezisi için hazırlanan yemek. * Altun ve gümüş yaprakların kırıntısı.
PERVAZGÂH f. Uçulacak yer. Tayyâre meydanı. Hava alanı.
PERVER (Pervar) f. “Besleyen, yetiştiren, velinimet, koruyan” mânâsında birleşik kelimeler yapılır.
PERVERÂN (Perver. C.) f. Yetiştirenler, besleyenler, koruyup terbiye eden kimseler.
PERVERDE f. Terbiye görmüş, yetiştirilmiş, beslenmiş.
PERVERENDE f. Besleyen, büyüten. Besleyici, büyütücü. * Terbiye edici, yetiştirici.
PERVERÎ f. Büyütücülük, besleyicilik. Terbiye.
PERVERİŞ f. Besleme, besleyiş. Beslenme. * Terbiye etme, yetiştirme, eğitme. Terbiye edilip yetiştirilme, eğitilme. * İlerleme, terakki.
PERVERİŞYÂB f. Beslenen. * Terbiye edilen, terbiye gören, eğitilen, yetiştirilen.
PERVERİŞYÂFTE f. Terbiye edilmiş, büyütülmüş, yetiştirilmiş, eğitilmiş.
PERVİN f. Ülker denilen yedi yıldızın tamamı.
PERVİZ f. Üstün, galib, muzaffer. * Elek. Süzgeç. * Güzellik. * Balık. * Cilve. * Tar: İran Hükümdarı Husrev’in lâkabı.
PERVİZ-İ FELEK Güneş, şems.
PERVİZEN f. Elek, kalbur.
PES f. Arka, art, geri. * Öyle ise, imdi…
PES-İ DİVÂR Duvarın arkası.
PES-İ PERDE Perde arkası.
PES Ü PİŞ Arka ve ön.
PESADET f. Veresiye alışveriş.
PESAVEND f. Kafiye.
PESEND f. Beğenmek, kabul eylemek. Beğenici. Muvâfık.
PESENDÂNE Beğenecek yolda, beğenmek suretiyle.
PESENDİDE f. Beğenilmiş, seçilmiş, müntehab.
PESİN f. Sonraki, gerideki, en son.
PESMANDE f. Geri kalmış, geride bulunan, bâkiye. * Artmış, artık.
PESMANDE-HOR f. Artık yiyen.
PESPERDE f. Perde arkası, gizli iş.
PESREV f. Arkadan gelen. * Uşak, hizmetçi.
PEST f. Alçak, aşağı. Hafif, yavaş ses. * Sesi galiz, kalın ve korkunç olan.
PESTBAHT f. Talihsiz. Bahtı fenâ olan.
PESTÎ f. Alçaklık, âdilik, zillet.
PESTPAYE (C.: Pestpayegân) Payesi, derecesi aşağı olan, âdi. Alçak. Bayağı. Pespaye.
PESTPERDE f. Alçak ve hafif sesle.
PESTSADA f. Hafif ses.
PEŞE (Bak: Peşşe)
PEŞİMAN f. Pişman. Nâdim.
PEŞİMANÎ f. Pişmanlık, nedamet.
PEŞİN f. Nakdî para. * Önceden, önce.
PEŞİNÂT f. Peşin verilen paralar.
PEŞİZ (Peşize) f. Akçe, mangır. Pul. * Balık pulu.
PEŞKEŞ (Pişkeş) f. Başkasının malını birine bağışlamak. Verilmemesi lâzım olan şeyi başkasına vermek. Karşılıksız vermek.(Bir şeyde mehâsin ve şeref hâsıl oldukça, havassa peşkeş ederler; seyyiât olsa, avâma taksim ederler! M.)
PEŞLENG f. Geri kalan, geri kalmış.
PEŞM f. Yapağı, yün. * Keten helvası.
PEŞMİN (Peşmine) f. Yünden yapılmış. Yapağıdan yapılma. * Sâde ve süssüz elbise.
PEŞREV f. (Aslı: Pişrev) Önde giden. * Türk müziğinde bir saz eseri. * Güreşten önce pehlivanların ellerini birbirine veya dizlerine çarparak ve biraz sıçrayarak yaptıkları oyun. * Bir çeşit ok.
PEŞŞE f. Sivrisinek.
PEŞŞEGİR f. Sinek avlıyan. * Mc: İşsiz güçsüz, boş gezen kimse.
PETER f. Düz maden levha.
PETGİR f. Kıl elek.
PEY f. İz, işaret, nişan. * Ard, arka, akab.
PEYAM (Peygam) f. Haber.
PEYAM-I HASRET Hasret, özleyiş haberi.
PEYAM-ÂVER (C.: Peyamâverân) f. Haber getiren.
PEYAM-BER f. Haber getiren. Peygamber.
PEY-A-PEY f. Birbiri ardınca, birbirinin arkasından. * Azar azar, tedricen, peyderpey.
PEYDA f. Mevcud, var olan, açık, âşikâr, meydanda olan.
PEY-DER-PEY f. Birbiri ardınca. Yavaş yavaş, azar azar.
PEYEMRES f. Haber getiren, haber ulaştıran, haberci.
PEY-ENDER-PEY f. Ardısıra, arka arkaya, durmadan. Azar azar.
PEYGAM (Bak: Peyam)
PEYGAMAVER (Peygam-âver) f. Haber getiren, haberci.
PEYGAMBER (Peyamber) f. Allah’tan haber getiren. Allah’ı, âhireti, zararlı ve faydalı şeyleri tanıtan. Nebi. (Bak: Mefhar-ı kâinat, Muhammed (A.S.M.), Nübüvvet, Resül)
PEYGAMBERÂN (Peygamber. C.) Peygamberler.
PEYGAMBERÎ f. Peygamberlik. * Peygamberle alâkalı.
PEYGAR f. Savaş, harb, muharebe, cidal. Kavga.
PEYGARE f. İftira.
PEYGULE f. Köşe, bucak.
PEYGULE-İ NİSYAN Unutulma köşesi.
PEYGULEGÜZİN Bir köşede oturan. Köşeye çekilmiş olan.
PEYGUN f. And, şart, ahd, peyman.
PEYK f. Bir şeyin etrafında, ona tabi olarak dönen. Seyyare. * Haber ve mektup getirip götüren.
PEYK-İ FELEK Ay. Dünyanın etrafında dönen ay. Dünyanın peyki.
PEYKAN Okun ucundaki sivri demir.
PEYKE f. Tahta sedir.
PEYKER f. Yüz, çehre, surat.
PEYM f. Haber.
PEYMA f. Ölçen, ölçücü.
PEYMAN f. And, yemin, muahede, ahitleşmek.(Cihet-ül vahdet-i ittihadımız, tevhiddir. Peyman ve yeminimiz, imandır. Madem ki muvahhidiz, müttehidiz. Her bir mü’min ilâ-yı Kelimetullah ile mükelleftir. Bu zamanda bunun mühim bir sebebi maddeten terakki etmektir. H.Ş.)
PEYMANE f. Büyük kadeh. * Ölçek, kile. * Şarap bardağı.
PEYMANEKEŞ f. İçki içen.
PEYMANE-ŞİKEST f. Kadehi kırık.
PEYMAN-ŞİKEN (Peyman-şikân) Yemin bozan, ahdini yerine getirmeyen.
PEYMAY f. Tartıcı, ölçücü.
PEYMUDE f. Ölçülmüş.
PEYREV f. Ardı sıra giden, tâbi olan, izinden giden, uyan.
PEYSİPER f. Çiğnenmiş, ayak altında kalmış.
PEYUG (C.: Peyugân) f. Gelin.
PEYUGAN (Peyug. C.) Gelinler.
PEYVEND f. Ulaşma, varma, vasıl olma. * Bağ, alâka.
PEYVEST f. Ulaşma, vasıl olma, kavuşma.
PEYVESTE f. Her zaman, dâima. * Ulaşmış, ermiş. * Bitişik, muttasıl.
PEYVESTEGÎ f. Bitişme, ulaşma, bitişiklik.
PEZİR f. Kabul eden, olan, olabilen. * “Söz dinleyici, emir tutan” mânasında birleşik kelimeler yapılır.
PEZİRA f. Kabul eden.
PEZİRAY-HİTAM Sona eren, biten, hitam bulan.
PEZİRE f. Karşılama, karşılayış.
PEZİRİŞ f. Kabul edilmiş. Kabul ediş.
PILAÇKA (Arnavutça) Tar: Muharebede ve yağmada alınan eşya, çapul.
PIRLANTA İtl. Çok tıraş edilmiş, foyasız parlak elmas. Taşı pırlanta olan.
PİÇ f. Büklüm, kıvrım, dolaşık. * Nesebi gayr-ı sahih olan, gayr-ı meşru münâsebetten doğan çocuk. * Aslına benzemiyen. * Ağacın kökünden biten sürgün. Aşılanmamış ağaç. * Sarmaşık. * Vida.
PİÇAN f. Büklüm büklüm, kıvrım kıvrım olan.
PİÇ-A-PİÇ f. Karma karış, pek dolaşık, kıvrım kıvrım.
PİÇİDE f. Karışmış, bükülmüş, kıvrılmış.
PİÇİDEMUY f. Saçı kıvrılmış.
PİÇİŞ f. Büklüm, kıvrım.
PİÇ-PA f. Yengeç.
PİÇTAB f. Sıkıntı, telâş. * Şaşkınlık.
PİÇ Ü TAB Iztırab ve sıkıntı.
PİH f. İçyağı. Şahm.
PİH f. Göz çapağı.
PİH-SUZ f. “Yağ yakıcı”: Toprak kandil.
PİJUH (Bak: Pejuh)
PİL f. Topuk, ökçe. * Çelik çomak oyunu. * Çadır eteği tutturmada kullanılan küçük ağaç değnekler.
PİL f. Fil.
PİL-BÂN f. Fil besleyen, filci.
PİLE f. İpek kozası. İpek.
PİLESTE f. Fildişi.
PİL-TEN Fil gibi iri, fil vücutlu.
PİLVAYE f. Kırlangıç.
PİL-ZUR f. Fil gibi kuvvetli, fil kuvvetinde.
PİNDAR Sanma, zannetme. * Böbürlenme.
PİNE f. Yama.
PİNEDUZ Yamacı. * Ayakkabı tamircisi, eskici.
PİNEDUZÎ f. Eskicilik, yamacılık.
PİNEDUZLUK Yamacılık. Eskicilik.
PİNGAN f. Fincan, tas.
PİNGANÇE f. Küçük fincan.
PİNHAN f. Gizli, saklı, hafi, mahfi, mestur, müstetir.
PİR f. Yaşlı, ihtiyar. * Reis. * Bir tarikatın kurucusu. * Herhangi bir meslek ve san’atın başlatıcısı, te’sis edicisi.(Kur’an-ı Hakim; enbiyaları, insanın cemaatlerine terakkiyat-ı mâneviye cihetinde birer pişdar ve imam gönderdiği gibi; yine insanların terakkiyat-ı maddiye suretinde dahi o enbiyanın herbirisinin eline bâzı hârikalar verip yine o insanlara birer ustabaşı ve üstad etmiştir. Onlara mutlak olarak ittibaa emrediyor. İşte enbiyaların mânevi kemâlatını bahsetmekle insanları onlardan istifadeye teşvik ettiği gibi, mu’cizatlarından bahis dahi; onların nazirelerine yetişmeye ve taklitlerini yapmaya bir teşviki işmam ediyor. Hattâ denilebilir ki: Mânevi kemalât gibi maddî kemâlâtı ve hârikaları dahi en evvel mu’cize eli nev’-i beşere hediye etmiştir. İşte Hazret-i Nuh’un (Aleyhisselâm) bir mu’cizesi olan sefine ve Hazret-i Yusuf’un (Aleyhisselâm) bir mucizesi olan saatı; en evvel beşere hediye eden, dest-i mu’cizedir. Bu hakikata lâtif bir işârettir ki: San’atkârların ekseri, herbir san’atta birer peygamberi pir ittihaz ediyor. Meselâ gemiciler Hazret-i Nuh’u (Aleyhisselâm), saatçılar Hazret-i Yusuf’u (Aleyhisselâm), terziler Hazret-i İdris’i (Aleyhisselâm) … S.)
PİR-İ FANÎ Pek yaşlı, zayıf adam. Dünyayı terketmiş ihtiyar.
PİR-İ MOĞAN (Pir-i muğan) Meyhaneci. * Mc: Mürşid.
PİR Ü BERNA İhtiyar ve genç.
PİRA f. Süsleyici, düzenleyici, donatıcı.
PİRAHEN (Pirehen) f. Gömlek. Kamis.
PİRAHEN-İ İSMET Namus perdesi.
PİRAMEN f. Çevre, etraf, yan.
PİRAMUN f. Yan, etraf, çevre.
PİRAN (Pir. C.) f. İhtiyarlar, yaşlılar.
PİRASTE f. Tertibedilmiş, düzenlenmiş donatılmış, süslü.Pirastegî $ . f. Düzen, intizam.
PİRAYE f. Zinet. Süs.
PİRAYEBAHŞ f. Süsleyici, süs veren.
PİRAYENDE f. Süsleyici, donatıcı.
PİRAYİŞ f. Düzen, nizâm, intizam, tertib. * Süs, zinet.
PİREHEN f. Gömlek.
PİREZEN f. Kocakarı, acuze.
PİRÎ İhtiyarlık. Kocamışlık.
PİRİSTU (Piristuk) f. Kırlangıç kuşu.
PİRİSTUBEÇE f. Kırlangıç kuşu yavrusu.
PİRSAL f. Kocamış, ihtiyar, yaşlı.
PİRUZ f. Uğurlu, hayırlı.
PİRUZÎ f. Uğurluluk, hayırlılık.
PİRZEN f. Kocakarı, acuze. Yaşlı kadın.
PİSE f. Saksağan. * Alaca renk.
PİSTAN f. Meme.
PİSTE f. Fıstık.
PİSTER f. Yatak, döşek.
PİŞ f. Huzur, ön, ileri taraf.
PİŞ-İ NAZAR Göz önü.
PİŞ-İ NAZARA GETİRMEK Göz önünde bulundurmak.
PİŞADEST f. Peşin para ile alış veriş. * İşçiye, çalıştıktan sonra verilen para.
PİŞAHENG (Piş-âheng) Önde giden, öne düşen.
PİŞAN f. En ön, en ileri.
PİŞANÎ f. Alın, cebin.
PİŞANÎDÂR f. Yüzsüzlük yaparak işini beceren.
PİŞBİN f. İlerisini gören. Basiretli, ihtiyatlı.
PİŞDAR f. Öncü. Harpte ileriden düşmana gönderilen askerler. * Önde giden. Önayak olan. * San’at, meslek. * Kumandan. * Mc: Yüzsüz. Yüzsüzlükle iş beceren.
PİŞE f. İş, kâr. Meşguliyet. * Alışkanlık, huy, âdet. * Meslek, san’at. * “Huy edinmiş, alışmış” anlamlarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Hasenât-pişe $ : İyi şeyleri âdet edinmiş olan.
PİŞEGÂH f. İş yeri. Fabrika.
PİŞEGÂN (Pişe. C.) f. Meslekler, san’atlar. İşler. * Huylar, âdetler, tabiatlar.
PİŞEGER f. San’atkâr işçi.
PİŞEKÂR f. Sanatkâr, oyuncu.
PİŞEVER f. Sanat ehli, işçi.
PİŞ-GEH f. Ön, huzur.
PİŞ-GİR f. Havlu, peşkir.
PİŞHANE f. Balkon. * Bir yere gidileceği zaman önceden gönderilen çadır ve yol eşyası.
PİŞHAYME f. Pâdişah veya vezirlerin divan çadırı.
PİŞÎ f. İlerleme, üstünlük, tefevvuk. * Önünü gören, ileri görüşlü.
PİŞİGÂH Huzur.
PİŞİN f. Peşin, önce, önden. * Evvelki, eski. * Önden verilen.
PİŞİNÎ (C.: Pişiniyan) f. Evvel zaman adamı.
PİŞKEŞ f. Hediye, armağan, hibe.
PİŞ-MÜZD f. Pey, pey akçesi. Satılık bir şeye talip olan kimsenin, sonradan caymayacağını temin makamında olmak üzere satıcıya peşin verdiği bir miktar para.
PİŞNEMAZ f. İmam.
PİŞNİHAD f. Usûl, kanun. * Temel, esas.
PİŞREV f. Önden giden.
PİŞTAHTA f. Çekmece. Küçük sandık. * Mal serilen yer, vitrin.
PİŞVA (Pişuva) f. Reis, baş. Hâkim. * Mukteda, imâm.
PİŞVAYAN (Pişvay. C.) Reisler, başkanlar. Hâkimler.
PİYADE Narin yapılı bir çeşit kayık adıdır. Eskiden ekseriyetle İstanbul ve civarında kullanılan bu kayıklar, pek makbul gezinti vasıtası idi. * Ask: Orduda tüfekle teçhiz edilmiş olan ve muharip sınıfların asli unsuru bulunan efrada da bu ad verilir. Yaya askeri. * Yaya.
PİYALE f. Kadeh. Şarap bardağı.
PİYAZ f. Soğan. * Zeytinyağlı ve sirkeli fasulye haşlaması.
PLAN Fr. Yapı, makine, bina…gibi yapılacak şeylerin ayrı ayrı parçalarını kâğıt üzerinde gösteren çizgilerin hepsi.
POLAT (Pulat da denir) Çelik. * Mc: Sağlam, sert.
POLİTİKA İtl. Memleket işlerini idare için tutulan ölçülü yol. Siyaset.
POST f. Tüylü hayvan derisi. * Mc: Makam, mevki.
POSTA İtl. Bir yere gelen veya bir yerden gönderilen mektup ve emânetlerin hepsi. * Bu emânetleri toplayan ve dağıtan idare ve onun yeri. * Belli zamanlarda sefer yapan ve çok zaman posta taşıyan vasıta. * Takım, kol. * Hizmet nöbetinde bulunan er. * Sefer.
POSTİN f. Kürk.
POSTİNDUZ f. Kürk diken.
POSTİNPUŞ f. Kürk giyen.
POSTNİŞİN Posta oturan. Daha evvelkinin yerine geçen.
POT t. Irmakları geçmek için kullanılan sal. * Dikişin bir tarafında görülen kumaş kabarığı.
POTA f. Toprak veya mâdenden yapılmış, kimyacı, eczâcı, mâdenci veya kuyumcu âletlerindendir. Altın, gümüş ve benzeri mâdenlerin eritilimesine mahsustur.
POT KIRMAK Farkında olmıyarak karşısındakine dokunacak söz söylemek.
POZ Fr. Fotoğraf alınırken kendine düzen vermek, tavır takınmak. Kımıldamadan durduğu halde kalmak.
POZİSYON Fr. Vaziyet, durum, duruş.
POZİTİF Fr. Tecrübe neticesine dayanan, müsbet, isbatlı. Negatifin zıddı.
POZİTİVİST Fr. Fls: Pozitivizm taraftarı.
POZİTİVİZM Fr. Fls: Hakikatın yalnız tecrübe ve müşahede ile vakıalara istinaden tam olarak bilineceği iddiasında olan felsefe sistemi. (Bak: İsbatiyecilik)
PRANGA İng. Eskiden ağır cezalı mahkûmların ayaklarına takılan kalın zincir. * Halkalarıyla beraber iki okka yüz dirhem ağırlığındaki demire verilen addır. * Umumi hapishanelerde, hapishanenin iç nizamını bozan ve taşkınlık gösteren mahkûmların ayaklarına da pranga vurulurdu.
PRENS BİSMARK (1815 – 1898) Meşhur Alman siyasilerinden ve Alman birliği için çalışanlardan birisidir. İslamiyeti ve Hz. Peygamber’i (A.S.M.) medh ü sena ederek hayranlığını bildiren bir mütefekkirdir.
PRENSİP Fr. Umde. İlk unsur. Temel kanaat, temel düşünce. Temel bilgi * Man: Her çeşit münakaşanın dışında olan.
PROGRAM Fr. Yapılacak işler için önceden hazırlanmış tasarı. Plân.
PROJE Fr. Tasarlanan ilk şekil. Tasarı. Mütehayyel.
PROJEKSİYON Fr. Kuvvetli ışık âleti.
PROPAGANDA Fr. Bir fikri veya malı herkese bildirmek veya kabulü için yapılan ilân. Çok kıymetli olduğu veya olmadığı hâlde bir şeyin kıymetini arttırmak maksadiyle yapılan konuşma veya ilânat.
PROTEİN Lât. Tıb: Albüminli besleyici madde.
PROTESTANLIK (Prutluk) Papayı Hristiyanların başı olarak tanımayıp ruhaniyetini kabul etmeyen bir Hristiyanlık mezhebi. (Bak: Nasraniye)
PROTON yun. Atom çekirdeğinde pozitif yüklü zerrecik. (Bak: Delil-i inayet)
PRUTLUK (Bak: Protestanlık)
PSİKOLOG Fr. Ruhiyatçı, ruh ilmiyle uğraşan.
PSİKOLOJİ Fr. Ruhiyat, ruhî hâdiseleri tetkik eden ilim kolu.
PSİKOZ Fr. Tıb: Akıl hastalıklarının umumi adı.
PU (Puy) f. Araştırma, arama. * Koşma.
PUÇ f. Kaba, çirkin. * Boş ve faydasız şey. * İçi boş.
PUÇ-MAGZ f. Boş kafalı.
PUHTE (C.: Puhtegân) f. Pişmiş, pişkin. Olgun, kâmil insan.
PUHTEGÂN (Puhte. C.) Olgun kimseler, pişkin kişiler.
PUHTEGÎ f. Olgunluk, kemalât, pişkinlik.
PUJİNE f. Kantar.
PUL f. Para.
PULAD f. Çelik.
PULADBÂZU f. Çelik pazulu. Kuvvetli, yiğit.
PULADSENC f. Güzel silâh kullanan, iyi dövüşen.
PUR (C.: Purân) Oğul. Evlâd.
PUR-İ DUHT Hemşirezâde, yeğen.
PURÂN (Pur. C.) Oğullar, veledler.
PURMEND f. Evlâd sahibi.
PUSİDE f. Çürümüş, paslanıp çürümüş, çürük.
PUŞ f. “Örten, giyen, giyinmiş” mânasına birleşik kelimeler yapılır. * Örtü, elbise, zırh.
PUŞE (Bak: Puşide)
PUŞENDE f. Örten. Örtücü.
PUŞENDE-İ HATÂ Ayıp örten.
PUŞİDE (Puşe) f. Örtülmüş. * Örtü. * Örtülü, gizli.
PUŞİDE-ÇEŞM f. Örtünecek, giyilecek şey. * Örtü.
PUŞİDENÎ f. Örtünecek, giyilecek şey. Örtü.
PUŞİDE-RAZ f. Sırrı gizli.
PUŞİŞ f. Örtecek şey. Örtü.
PUT Allah’tan başka tapılan herşey. * Heykel. Sanem. Kendisinden medet beklenen veya lâyık olmadığı hürmet kendine yapılan maddi mânevi resim, heykel ve her çeşit cisim.
PUTE Silâh veya ok atışlarında dikilen nişan tahtası. * İçinde mâden eritilen tava.
PUT-PEREST f. Allah’tan başka şeyleri ilâh kabul eden, puta inanıp ona ibâdet eden. Puta tapan. (Bak:Büt-Perest)
PUYA(N) f. Koşan. Seğirten.
PUYAN OLMAK Koşmak. Batmak. Dalmak.
PUYE f. Koşma, seğirtme.
PUYEGER f. Koşucu.
PUYENDE f. Koşan. Seğirtici. Koşucu.
PUZEN f. Nadas edilmiş, sürülmüş tarla.
PUZİNE f. Maymun.
PUZİŞ f. Özür, mâzeret.
PÜL f. Köprü.
PÜLPÜL f. Karabiber.
PÜNÇÜŞK f. Serçe.
PÜR f. Çok, dolu, çok fazla, memlu, tekrar (mânâlarına gelir, birleşik kelimeler yapılır) *Sâhib, mâlik.
PÜR-ÂMÂL İstek ve emellerle dolu.
PÜR-ÂTEŞ Ü HEVL Ateş ve korku dolu.
PÜR-BÂD f. Kibirli. * Çok rüzgârlı.
PÜR-BİM f. Korkmuş.
PÜR-ÇİN f. Çok buruşuk, çok bükülmüş ve karışık.
PÜR-DİL (C: Pür-dilân) f. Yürekli, cesur.
PÜR-DİLÂN (Pür-dil. C.) f. Cesurlar, yürekli kimseler.
PÜR-DUD f. Çok tüten, çok dumanlı.
PÜR-EMVÂT Ölüler dolu.
PÜR-ENVÂR (Pür-nur) Çok parlak, çok nurlu.
PÜR-FER f. Çok parlak. Çok aydınlık.
PÜR-GAZAB f. Çok kızgın ve hırslı.
PÜR-GÛ f. Çok söyliyen, çok konuşan.
PÜR-GUBÂR f. Çok tozlu. Toz içinde.
PÜR-HÂNDE Neş’e dolu, çok gülme ve sevinç dolu. Sevinçli, neşeli.
PÜR-HAYÂL f. Hayal ile dolu.
PÜR-HAZÂN f. Sonbahara uğramış, solup sararmış.
PÜR-HEVES f. Çok hevesli. Heves dolu.
PÜR-HEYECÂN f. Heyecan dolu. Çok heyecanlı.
PÜR-HUN Kan içinde. Kan dolu.
PÜR-KİNE f. Düşmanlık ve gazab dolu.
PÜR-NÂR Çok ateşli. Çok kızgın. Ateş dolu.
PÜR-NÂZ Çok nazlı.
PÜR-NEVÂL Çok lütuf ve ihsan. Çok çok ihsan etmek, vermek.
PÜR-NUR (Bak: Pür-envar)
PÜR-PAYE f. Kırkayak.
PÜR-SÂLE f. Yaşlı. Yaşı dolgun.
PÜRSAN (Pürsâ) f. Soran, sorucu.
PÜRSİŞ f. Soruş, sorma, sual ediş.
PÜRSİŞ-İ HÂTIR Hatır sorma.
PÜR-SUZ f. Çok yakıcı. Çok yanık.
PÜR-ŞA’ŞAA Çok gösterişli, şa’şaa dolu.
PÜR-TEMKİN f. Çok ağır başlı. Çok temkinli.
PÜRYAN f. (Bak: Biryan)
PÜSENDER f. Üvey oğul. Üvey evlâd.
PÜSER (C.: Püserân) f. Erkek çocuk, oğul.
PÜŞT f. Sırt, arka.
PÜŞTE f. Tepe, yığın.
PÜŞTE-İ BAĞ Çimenlik, çayırlık.
PÜŞTER f. Arka, sırt.
PÜŞTİBAN f. Payanda, destek, dayanak. * Yardımcı, muin.
PÜŞTİVAN f. Destek, dayanak, payanda. * Yardımcı.
PÜŞTMAL f. Peştemal.
PÜŞT-PA f. Ayak tabanı.
PÜŞTVARE f. Bir hamal yükü. Bir arkalık yük.

__________________
all the best.




Konu YeşiL6 tarafından (15.08.2015 Saat 10:00 ) değiştirilmiştir.
YeşiL6 isimli Üye şimdilik offline konumundadır Alıntı ile Cevapla
Alt 27.07.2015, 13:49   #3 (permalink)

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Osmanlıca Kelimeler


RABB: 1. Efendi, sahip. 2. Terbiye eden, besleyen. 3. Rab, Allah.
RABBANİYYUN: Kendilerini tamamıyla Allah yoluna vermiş olanlar.
RABITA: 1. İki şeyi birbirine bağlayan nesne. 2. İlgi, münasebet, bağlılık, mensupluk. 3. Düzen, tertip.
RÂBIT-RABITA: 1. Bağlayıcı, bitiştirici. 2. Nefsini ezip kendini Allah‘a bağlamış.
RÂCİ: 1. Geri dönen. 2. Dokunan, ilgisi bulunan.
RACİH-RACİHA: Değerlerinden üstün, daha önce, tercihli.
RA’D: Gök gürültüsü.
RADIYELLAHU ANH: Allah ondan razı olsun.
RADIYELLAHU ANHÜMA: Allah o ikisinden razı olsun.
RADIYELLAHÜ ANHÜM: Allah onlardan razı olsun.
RAFİZÎ: Râfizi fırkasından olan, Hz. Ebubekir, Ömer ve Osman’ın halifeliğini kabul etmeyenlerden olan.
RAĞMEN: Zıddına, inadına davranma, körlük ve nisbet.
RAHAT: Dinlenme, sıkıntısızlık, dinçlik.
RÂHİB: Manastırda oturan hıristiyan din adamı, keşiş.
RÂHİLE: 1. Yük hayvanı. 2. Kervan, yolcular sürüsü.
RAHİM: 1. Dölyatağı, rahim. 2. Akrabalık.
RAHÎM: Esirgeyen, acıyan, merhamet eden.
RAHMET: 1. Esirgeme, merhamet. 2. Yağmur.
RAİYYE: 1. Otlatılan hayvan sürüsü. 2. Bir hükümdar idaresinde bulunan ve vergi veren halklar.
RAKİB: 1. Başka biri ile aynı şeyi isteyen. 2. Bir işte çalışanlarla yarış ederek ileri geçmek isteyenlerden her biri. 3. Murakabe eden, kontrol eden.
RASAD: 1. Gözleme, gözetme, gözlem. 2. Pusu tutma.
RAÛF: 1. Pek esirgeyici, çok acıyıcı Allah‘ın isimlerinden.
RÂVİ: Rivayet eden, haber veren.
RÂYİHÂ: Koku.
RÂZI: Rıza gösteren, kabul eden.
RECA: Umma, dileme, isteme, arzu.
RECEZ: Müstef’ilün müstef’ilün, müstef’ilün müstef’ilün vezninin bahri.
RECÎM: Taşlanmış.
RECM: Taşa tutma, taşlama, birine atılan taş.
RECMETME: Taşlayarak öldürme.
REFAH: Bolluk, rahatlık.
REFREF: 1. İnce, yumuşak kumaş. 2. Kemer saçağı. 3. Döşek, döşeme. 4. Kuşu çok çimenlik. 5. Dalları salkım salkım ağaç.
REHBER: Yol gösteren, kılavuz.
REÎS: Başta bulunan kimse, başkan.
REKABET: 1. Gözleme, gözetleme. 2. Kendi işini yürütmeye çalışma. 3. Benzerleriyle yarışa çıkma.
REK’AT: Namazın birimlerinden her biri.
REKİK: 1. Kusurlu, tutuk. 2. Peltek, dili tutuk.
REML-REMİL: Remil, kum falı: bazı işaretlerle gaipten haber verme.
RE’SEN: Kimseye danışmadan, kendi başına, doğrudan doğruya.
RESUL: 1. Elçi, haberci. 2. Kendisine kitap ve şeriat verilen peygamber.
RESUL-İ ZİŞAN: Şanlı peygamber, Hz. Muhammed (s.a.v.).
RESULÜ’S-SAKALEYN: İnsanların ve cinlerin peygamberi, Hz. Muhammed (s.a.s.)
REVÂ: Layık uygun, caiz.
REVAC: Sürüm, geçerlik, itibarda olma, herkesçe aranılma.
REVNAK: Parlaklık, güzellik, tazelik, süs.
RE’Y: 1. Görme, görüş. 2. Fikir, bir iş hakkında söylenen söz, oy.
REYHAN: Fesleğen, hoş ve güzel koku.
REZZAK: Bütün yaratıkların rızkını veren Allah.
RIDVAN: 1. Cennet kapıcısı olan melek. 2. Razılık, hoşnutluk.
RIZA: 1. Hoşnutluk, memnunluk, razı olma, peki deme. 2. İstek, kendi isteği. 3. Allah‘ın yazdığına boyun eğme.
RIZK: 1. Yiyecek içecek şey, azık, kut. 2. Allah‘ın herkese nasip kıldığı nimet.
RİBA: Faiz.
RİBAT: 1. Bağ, bazı sinirler. 2. Sağlam yapı. 3. Han vesaire gibi konaklanacak yer.
RİCA (RECA): Umma, dileme.
RİCAL: 1. Erkekler, adamlar. 2. Yaya olanlar. 3. Rütbeli, mevki sahibi kimseler, hadis ravileri.
RİC’AT: 1. Geri dönme, vazgeçme. 2. Erkeğin, boşadığı kadını, iddet süresi bitmeden tekrar nikahlaması.
RİDA’: Örtü, belden yukarıya örtülen örtü.
RİKKAT: 1. İncelik, yufkalık. 2. Acıma, yürek etkilenmesi.
RİSALET: 1. Elçilik, habercilik. 2. Peygamberlik.
RİSALETPENAH: Peygamberimiz.
RİŞVET (RÜŞVET): Bir iş gördürmek, haksızı haklı göstermek gibi maksatlarla bir görevliye verilen para, mal veya sağlanan menfaat.
RİVAYAT: Rivayetler, Hz. Peygam-ber’den veya ashabından gelen haberler.
RİYAZAT: Nefsi terbiye için az yiyip az uyuyarak dünya lezzetlerinden kurtulma.
RİYAZET: Nefsi kırma, dünya lezzetlerinden uzaklaşmaya çalışma.
RİYAZİ-RİYAZİYYE: Matematikle ilgili.
RİYAZİYYAT: Matematik bilgisi.
RUHANÎ: Ruha ait, ruhla ilgili, gözle görülemeyen, cismi olmayan.
RUHBAN: Rahipler.
RUKYE: Afsun, büyücü ve üfürükçülerin okuduğu şeyler, nefes, üfürük, okuyup üfleme.
RÜCU’: Geri dönme, cayma, fikrini değiştirme.
RÜKN: 1. Bir şeyin en sağlam tarafı, temeli, direği. 2. Kolon, direk. 3. Önemli kimse.
RÜKÛ: Namazda elleri dizlere dayayarak eğilme hareketi, aşırı saygı gösterme.
RÜSUH: İlmin derinliğine inmek, dalmak, ilimde ileri gitmek.
RÜSVA (RÜSVAY): Rezil, maskara, ayıpları ortaya çıkarılmış.
RÜŞD: 1. Erginlik. 2. Doğru yola gitme.İSBAT-I RÜŞD: Erginliğini ispat etme.
RÜTBE: 1. Sıra, basamak. 2. Nicelik, derece.
RÜ’YET: 1. Görme, bakma. 2. İdare etme, çevirme.
RÜ’YET-İ HİLÂL: Ayı görme.

SÂ’: 1040 dirhemlik hububat ölçeği.
SABA: Gün doğuşundan esen hoş ve lâtif rüzgar.
SABİ: 1. Henüz süt emen çocuk. 2. Büluğ çağına gelmemiş olan çocuk. 3. Üç yaşını doldurmayan erkek çocuk.
SABİÎN (SÂBİE): Yıldıza tapanlar.
SADAKA: Allah rızası için fakirlere verilen şey veya para.
SÂDAT: Seyyidler, Hz. Peygamber’in soyundan gelenler.
SADDETMEK: Bir şeyin gediğini kapamak, tıkamak, engel olmak.
SÂDIK: Doğru, dürüst, sadakatli.
SÂDIR: Sudur eden, çıkan, meydana gelen.
SADR: Her şeyin öncesi ve başlangıcının en iyisi. Kalp, göğüs, ön.Başkan… Baş. Oturulacak yerlerin en iyisi.
SAFA ile MERVE: Mekke-i Mükerreme’de iki tepenin adları. Sa’yin iki ucu.
SAFÂ: Mekke’de bir tepe adı. Sa’yin başlangıç noktası.
SAFHA: Aşama, değişen durum ve hallerden her biri.
SAFÎR: Islık.
SAFSATA: Yalan, uydurma, görünüşte doğru gerçekte yalan ve yanlış olan kıyas.
SAGÎRE: Küçük günah.
SAHİH: 1. Gerçek. 2. Sağ, sağlam. 3. Tam, eksiksiz.
SÂHİR: Büyücü, büyü eden, sihirbaz.
SAKALEYN: İnsanlar ve cinler.
SAKAR: Cehennemin adlarından biri.
SAKÎ: Kırağı, şebnem, çiğ.
SÂKÎ: Sulayan, içecek su veren, kadeh sunan.
SALÂH: İyilik, bir şeyin iyi ve istenen şekilde bulunması, dindarlık, barış.
SALÂT: Namaz, belli vakitlerde yapılan ibadet, dua.
SALÎB: Haç.
SÂLİH AMEL: İyi, haklı, dini emirlere uygun ibadet ve iş.
SÂLİK: Bir yola bağlı olan, bir yolu takip eden, bir tarikata girip hidayet yolunu takip eden, mürid.
SAMED: Allah‘ın adlarından biri, pek yüksek, daim.
SANEM: Kâfirlerin önünde ibadet ettikleri heykel, put, put severlerin ilâhı, çok güzel kadın.
SÂNİ’: Sanatkârca yapan, yaratan, sanat eseri olarak meydana getiren. (Allah)
SAR’A: İnsanın kendini kaybederek düşmesine sebep olan sinir hastalığı.
SARAHAT: Açıklık. Açık anlatım.
SARF-I NAZAR: Bir şeyden vazgeçme, cayma.
SAVM: Oruç.
SAVM’AA: Tepesi sivri yüksek bina. (Minarelere de verilen addır). İslâmiyetten önce hıristiyanların manastırlarına ve sabiaların zaviyelerine verilen ad.
SA’Y: Çalışma, gayret sarf etme. Hac veya umrede Safa ile Merve arasında usulüne uygun olarak yedi defa gelip gitmek.
SEBEB-İ NÜZUL: İndiriliş sebebi.
SEBÎL: Açık ve büyük yol, büyük cadde, Allah rızası için su dağıtılan yer.
SEBİLULLAH: Allah yolu, din.
SECÂVEND: Kur’ân-ı Kerim’i doğru okumak için yapılan işaretler.
SECDE: Namazda yüzünü yere koyma, yere kapanma.
SECDEGÂH: Namaz kılınıp secde edilecek yer, ibadet yapılacak yer.
SEDD: 1. Tıkamak, engel olmak. 2.Baraj. 3. Perde. Engel. 4.Rıhtım. 5. Set, tümsek.
SEFER: Yolculuk, seyahat, gezi. Savaşa gitme. Savaş, muharebe.
SEFÎH: Zevk ve eğlenceye düşkün, sefahata düşmüş, malını düşünmeden harcayan.
SEHM: Ok, hisse, pay, nasib, kısım, hazine geliri, korku, dehşet.
SEHV: Yanılma, hata, yanlış.
SEKÎNE: Sükun ve imtinan, temkin. Kalp rahatlığı, kalp huzuru veren bir duanın adı.
SEKİNET: Sükun ve imtinan. Temkin. Nefisteki telaşın kesilmesi ile hasıl olan kalp huzuru ve sükuneti.
SEKİR (SEKR): Sarhoşluk.
SEKT: Susma, bir anlık susma.
SEKTE: Susmak, kesilme, ara verme, bozulma.
SELBETMEK: 1. Red, inkâr etmek. 2. Kapmak, zorla almak.
SELEEF-İ SALİHİN: Önceki salihler. İslâmın ilk devirlerinde yaşamış olan iyiMüslümanlar.
SELEF: 1. Eskiden olan, önce bulunmuş olan. 2. Yerine geçirilen. 3. Önde olmak, ileri geçmek.
SELEM: Peşin para ödeyip, malı daha sonra almak üzere yapılan bir alış veriş akdi.
SELÎM: Sağlam, kusursuz, refah ve selamet üzere bulunan.
SEMA: 1. İşitme. 2. Mevlevî âyin dönüşü.
SEMÂ: Gökyüzü, asuman, gök.
SEMAVÎ KİTAPLAR: Gökle ilgili kitaplar, Kur’ân-ı Kerim, Tevrat, İncil, Zebur.
SEMEN: Para, kıymet, değer, bedel.
SEMÎ: İşiten, duyan.
SER: Baş, tepe, uç, gaye, zirve, başkan, reis.
SERAB: Çölde, sıcak ve ışığın tesiriyle ilerde veya ufukta su ve yeşillik var gibi görünme olayı. Şaşkın hale gelme.
SERHAD (SERHAT): Sınırbaşı, iki devlet arasındaki sınır boyu.
SERÎ: Çabuk, süratli.
SERÎR: Taht. Üzerinde oturulacak yüksek yer. Tahta karyola.
SERİYYE: Düşman üzerine gönderilen süvari müfrezesi.
SERKEŞ: Baş kaldıran, inatçı, dikbaşlı, itaatsiz.
SERTAÇ: Baş tacı olan, çok sevilen.
SERVER: Önde giden, baş çeken, önder, başbuğ.
SERVET: Zenginlik, maddî varlık.
SEVAB: Hayır, hayırlı iş, Allah tarafından mükâfatlandırılacak doğruluk ve iyilik karşılığı.
SEVAP: İyi bir davranışa karşı Allah tarafından verilen mükâfat.
SEVKİTABİÎ: Hayvanlarda düşünmeyerek, tabiatın sevki ve zorlamasıyla yapılan hareket, içgüdü.
SEYYARE: Güneş etrafında dolaşan gezegen.
SEYYİDÜ’L-BEŞER: İnsanların efendisi, Hz. Muhammed.
SIBYAN: Çocuklar, sabiler.
SIDDIK: Çok samimi. Doğru, inançlı, sadakatli.
SIDDIK-I ÂZAM: Ebu Bekir Sıddık.
SIDK: 1. Doğruluk, gerçeklik, hakikat. 2. İyi niyet.
SILA: 1. Ulaşma. 2. Yurdu, hısım akrabayı gidip görme.
SILA-İ RAHİM: Akrabaları ziyaret.
SILA-İ RAHİM: Gurbette bulunanın memleketine gelip akrabasına kavuşması.
SIRAT: Yol, cadde.
SIRAT-I MÜSTAKİM: En doğru yol, İslâmiyet, Hak yol.
SİBAK: 1. Bir şeyin üst tarafı, geçmişi. 2. Bağ, bağlantı, sözün gelişi.
SİDRETÜ’L-MÜNTEHA (SİDRE-İ MÜNTEHA): Peygamber’in ulaştığı en son makam.
SİGA: Fiilin çekiminden meydana gelen çeşitli şekillerden her biri.
SİHİRBÂZ: Büyücü, büyü yapan, gözbağcı, sahir.
SİKA: İnanç, güven, itimat, emniyet, güvenilir inanılır kimse.
SİKKE: Basılmış madeni para.
SİLLE: El ayasıyla vurulan tokat.
SİMA: Beniz, çehre.
SİRET: 1. Bir kimsenin iç hâli, hareketi, ahlâkı. 2. İnsanın tutmuş olduğu manevî yol.
SİRKAT: Hırsızlık.
SİRR: Sır.
SİYAK: 1. Sözün gelişi. 2. Tarz, üslup.
SOFESTAİ: Septisizme mensup, şüpheci, inkârcı.
SUAL: Soru, sorulan. Şey, isteme, istek. Dilencilik.
SUDÛR: 1. Olma, meydana gelme. 2. Göğüsler, sadırlar.
SUĞRÂ: Daha küçük, pek küçük.
SÛ-İ EDEB: Kötü terbiye.
SÛ-İ KASD: Kötü kasd, cinayet işlemek, adam öldürmeyi tasarlamak.
SULB: Katı, taş gibi olan, sülâle, zürriyet, bel.
SULH: 1. Barış. 2. Rahatlık. 3. Uyuşma. Uzlaşma.
SÛR: Kale duvarı. Kıyamet günü İsrafil (a.s.)’in çalacağı boru.
SÛRE: Kur’ân-ı Kerim’in 114 bölümünden her biri.
SURÎ: Surete ait, görünüşe ait. gerçek dışı, ciddi ve samimi olmayan.
SÜBHAN: Allah (c.c.).
SÜCÛD: Secdeye varmak, secdeler.
SÜFLÎ: Aşağıda bulunan, alçak, âdi, bayağı, kılıksız, kıyafetsiz.
SÜFLİYYAT: Kötü işler, bayağı işler.
SÜHÛLET: Kolaylık, kolaylık aracı, yavaşlık, nazik muamele, elverişli, kullanışlı, paraca kolaylık.
SÜKÛN: Durgunluk, hareketsizlik. Durmak, kesilmek.
SÜLÂLE: Soy, sop, bir kimsenin soyu.
SÜLÂSÎ: Üçlü, üçe mensup.
SÜLÛK: 1. Bir yola girme, bir sıraya dizilme. 2. Tasavvuf yoluna girme.
SÜLÜS: Üçte bir, üç parçadan biri. Bir yazı çeşidi.
SÜLÜSÂN: Üçte iki, üçte iki kısım.
SÜREYYA: Ülker yıldızı.
SÜRÛR: 1. Sevinç, neşeli olmak. 2. Tahtlar, yatacak yerler.
SÜTRE: Perde, örtü. Namaz kılarken ön tarafa konulan engel.

ŞAİBE: 1. Leke, kir, pislik, süprüntü. 2. Eksiklik, noksanlık, hata.
ŞAKÎ: 1. Haydut, yol kesen. 2. Her türlü günahı işleyecek bahtsız, haylaz, habis.
ŞÂKÎ: Şikayetçi, şikâyet eden.
ŞAKİK: 1. İkiye bölünmüş bir şeyin yarısı. 2. Ana baba bir erkek kardeş.
ŞAKİKA: 1. Ana baba bir kız kardeş. 2. Yarım başağrısı.
ŞÂMİL: Kaplayan, çevreleyen, içine alan, genel.
ŞA’ŞAA: 1. Parlaklık, parlama. 2. Gösteriş, dış süs, yaldız.
ŞAZ: Kural dışı, kurala uymayan, genel düzenden ayrılmış olan.
ŞEBEKE: Ağ, kafes, örgüt.
ŞECERE: 1. Tek ağaç, kütük. 2. Bir soyun bütün fertlerini gösterir cetvel, soy kütüğü.
ŞEFAAT: 1. Bağışlanmasını dileme, birine arka olma. 2. Peygamberlerin ve velilerin kıyamette günah-kâr müminlerin bağışlanması için Allah katında dilekte bulunmaları.
ŞEFEVÎ: Dudağa ait, dudakla ilgili.
ŞEFFAF: Saydam, bakıldığı Zaman arkasındaki cisim görülen.
ŞEFİ’: 1. Şefaat eden. 2. Satılacak bir mal için satın almada üstünlük hakkı olan.
ŞEHADET: 1. Şahitlik, tanıklık. 2. Bir şeyin gerçekliğine inanma. 3. Din uğrunda şehit olma.
ŞEHİD: Din uğrunda savaşarak ölen Müslüman.
ŞEHR: Ay. 30 günlük süre.
ŞEHRÜ’L-HARAM: Kan dökmek ve savaş yapmak haram olan ay: Muharrem, Recep, Şaban, Ramazan ayları.
ŞEHVET: 1. Bir şeyi sevip çok isteme, arzulama. 2. Nefis. 3. Cinsî arzu.
ŞEKK: Şüphe kuşku, sanı, zan.
ŞEKKETMEK: Kuşkulanmak, şüphelenmek.
ŞEKL: 1. Şekil, biçim, benzer, taslak. 2. Tür, çeşit. 3. Beniz, çehre.
ŞEMS: Güneş.
ŞENİ’: Kötü, fena, utanılacak ayıp.
ŞERAYİN: Atardamarlar.
ŞERH: Açıklama ve tefsir, bir kitabı bütün ayrıntılarıyla anlatma.
ŞERH: Açma, yayma, açıklama, açık açık anlatma.
ŞERİK: Ortak, arkadaş.
ŞERR: 1. Kötülük. 2. Kavga gürültü, 3. Dinin yasak kıldığı iş.
ŞEVKET: Haşmet, ululuk.
ŞIKK: 1. İkiye bölünmüş bir şeyin bir parçası. 2. Bir işin iki yönünden her biri.
ŞİA: 1. Taraflılar, yardımcılar. 2. Hazreti Ali taraflıları, aleviler, şiiler.
ŞİRK: Allah‘a ortak koşma.
ŞUA: Güneşten veya bir ışık kaynağından uzanan ışık telleri, ışın.
ŞUARA: şairler, ozanlar.
ŞURA: Müzakere, konuşma yeri, meclis, divan.
ŞÜHUDÎ: Görünmeye dair, görünebilir olanla ilgili.

TAABBÜD: İbadet, kulluk etmek.
TAACCÜB: Şaşma, hayret etme, tahayyür.
TAADDÎ: 1. Geçme, öteye geçme, saldırma. 2. Zulmetme, adaletsizlik. 3. Örf, âdet ve kanunların sınırını aşma. 4. Arapça’da lâzım bir fiili müteaddî yapmak.
TAADDÜD: Çoğalma, birden fazla olma, tekessür etme.
TAAM: Yemek, yenen şey.
TAAT: İbadet etmek, Allah‘ın emirlerini yerine getirmek, itaat etmek.
TABABET: Hekimlik, tıp doktorluğu.
TABASBUS: Yaltaklanma, alçakça yalvarma.
TÂBİ: Birinin arkasından giden, ona uyan, boyun eğen.
TÂBİÎN: Hz. Muhammed’i görmüş olanlara yetişmiş olanlar, sahabeden sonraki nesil.
TA’BÎR: İfade, anlatım, anlamı olan söz, deyim, rüya yorma.
TÂBUT: Sandık. Ölü taşımaya mahsus sandık. Hz. Musa’ya inen on emrin konduğu sandık.
TAC: Hükümdarların başlarına giydikleri değerli taşlarla işlenmiş giyecek.
TA’DÂD: 1. Sayma. 2. Birer birer söyleme, sayıp dökme.
TA’DİL: Aslına zarar vermeden değiştirmek, tadil etmek, tebdil etmek, hafifletmek, doğrulaştırmak.
TADİLAT: Değişiklikler, doğrultmalar, değiştirmeler, tebdil etmeler.
TA’DİYE: Tecavüz ettirmek, geçirmek. Bir eylemi müteaddi hali koymak. (Gramer terimi)
TAGLÎB: Bir ilgiden dolayı kelimeyi başka bir anlamı da içine alacak şekilde kullanma.
TAĞLÎZ: Katılaştırma, kalınlaştırma, sertleştirme.
TAĞUT: Allah‘tan başka tapınılan her şey.
TAHAMMÜL: 1. Yüklenmek, yükü üstüne almak, kaldırmak. 2. Sabretmek, katlanmak.
TAHARET: Temizlik, nezafet, temizlenmek.
TAHDÎS: Söylemek, rivayet etmek. Görülen iyiliği herkese söylemek.
TÂHİR: Temiz, pâk, özürsüz.
TAHİYYE: Selâmlar, dualar, hayır duaları, mülk, beka ve devamlılık, namazın iki ve dört rekâtı sonunda okunan Ettahiyyat duası.
TAHLİL: 1. Bir şeyi incelemek üzere parçalarına ayırma. 2. Analiz.
TAHMİD: Hamd etmek, övmek.
TAHRİC: 1. Çıkartma. Meydana koyma. 2. Müctehidlerin naslara, kaidelere, asıllara uyarak şer’î hükümleri ortaya koymaları.
TAHRİF: 1. Bir yazıdaki cümlenin anlamını değiştirme. 2. Bir yazıdaki adın veya cümlenin yerini değiştirme, bozma.
TAHRİFAT: Bir yazıdaki cümlelerin anlamlarını karıştırma, değiştirmeler.
TAHRİK: Azdırma, kışkırtma, kımıldatma, yerinden oynatma, hareket ettirme, yola çıkarma.
TAHRÎM: Haram kılma, yasak etme. Mahrum bırakma.
TAHRİME: Namaza başlanırken söylenen tekbir. Hacıların ihrama bürünmeleri.
TAHSİS: Bir şeyi birine mahsus kılma, ona özel yapma.
TAHVİL: 1. Bir halden başka bir hale getirmek. Değiştirmek. 2. Borç senedi.
TAHYÎL: Akla getirme, zihinde canlandırma.
TAHZİR: 1. Yasaklama, sakındırma, önleme. 2. Hazırlama.
TÂİFE: Cemaat, grup, kavm, kabile, takım.
TAKADDÜM: 1. Önce gelme. 2. İleri geçme.
TAKBÎH: Çirkin görmek, beğenmemek, kabahatli bulmak, kötü gördüğünü bildirmek.
TAKDÎR-İ İLÂHÎ: Allah‘ın takdiri.
TAKIYYE: 1. Sakınmak, kendini koruyup, çekinmek. 2. Birinin bağlı olduğu mezhebi gizlemesi.
TAKİP: Gözetmek, yolunda gitmek, peşinden yürümek, suçlunun suçunu araştırmak, izlemek.
TAKVÂ: “Vikâye”den. Allah‘ın emirlerini tutup, yasaklarından kaçınmak.
TALÂK: 1. Boşamak, boşanmak. 2. Bağlı olan bir şeyi çözmek, ayırmak. 3. Nikâhlı karısını bırakmak.
TALÂK-I BÂYİN: Zevcenin iddet müddeti (üç temizlenme vakti) bitmeden tekrar kocasına dönmehakkı bulunmayan talâk.
TALÂK-I RİC’Î: Erkeğin karısını boşadıktan sonra tekrar karısına dönmesini mümkün kılan boşanma şekli.
TÂLÎ: İkinci derecede, sonradan gelen.
TÂLİB: İsteyen, istekli, talebe, öğrenci.
TA’LİK: Asmak, geciktirmek, bağlamak, bir Zamana bırakmak, Arap yazısının bir çeşidi.
TA’LİM: Öğretmek, yetiştirmek, alıştırmak, belli etmek, idman.
TAllahİ: Anlamı kuvvetlendirme için vAllahi ve billahiden sonra söylenen yemin sözü.
TALTİF: Lütfetme, bir iyilik ederek gönlünü alma, iltifat etmek.
TAMA’: Aç gözlülük, şiddetli arzu.
TA’MİM: Umumileştirme, herkese bildirme, genelge.
TA’N: 1. Hoş görmemek, kötülemek. 2. Birisinin ayıp ve kusurlarını söylemek. 3. Küfretmek. 4. Muhalifin iddialarını çürütmek.
TANTANA: Çok lüks içinde olmak. Gösteriş, gürültü patırdı.
TARAFEYN: İki taraf, davada, karşılıklı iki hasım, her iki taraf.
TARASSUD: Bir şeyi çok dikkat ederek gözetleme.
TARFETÜ’L-AYN: Göz kapağının açılıp kapanışı kadar geçen kısa Zaman.
TARÎK: Yol. Meslek, tarz.
TARİKAT: Maneviyat yolu.
TA’RİZ: Dokunaklı söz söylemek, kapalıca yapılan sitem, kinaye ile söylemek.
TASADDUK: Sadaka vermek, doğru olduğu ortaya çıkmak.
TASARRUF: İdare ile kullanmak.
TASAVVUF: Dinin ruhsal hayatla ilgili yönünü konu edinen bilim veya meslek.
TASHİF: Yanlış yazma, hem anlamı, hem de kelimeyi değiştirme. Yanılıp yanlış kelimeyazma.
TASNİF: 1. Sınıf sınıf etme, sıralama. 2. Kitap yazma. 3. Sınıflama.
TASVİR: 1. Bir şeyin şeklini çıkarma, resmini yapma. 2. Resim yaparcasına güzel tarif etme, tanımlama.
TATBİK: Yakıştırmak. Yerine getirmek. Bir kanun hükmünü, kaide veya emri yerine getirmek. Kıyas ve tahmin etmek.
TATHÎR U TEZHÎB: Temizlemek ve süslemek.
TATHİR: Temizlemek, yıkayıp pak etmek.
TATİL: Çalışmaya ara vermek, izine başlamak, kesmek, Allah‘ın sıfatlarını inkâr eden felsefecilerin mesleği.
TATLÎK: Boşamak, nikahı fesh etmek.
TÂUN: Tehlikeli ve bulaşıcı veba hastalığı.
TAVAF: Ziyaret etmek, ziyaret maksadıyla etrafını dolaşmak, hacıların Kâbe etrafında yedi kez dolaşmaları.
TAV’AN: İsteyerek, zorlamadan, kendi isteğiyle.
TAVSİYE: 1. Vasiyet bırakma. 2. Ismarlama, sipariş etme. 3. Birini iyi tanıtma, işinin olmasını dileme.
TAVZİH: Açıklamak, açık olarak bildirmek.
TAYYİBAT: Temiz olan şeyler.
TAZAMMUN: 1. Başka şeyler arasında bir şeyi daha içine alma. 2. Kefil olma.
TAZARRU’: 1. Bir şeye gizlice yakarma. 2. Kendi kusurlarını bilip kibirden vazgeçip tevazu ile yalvarmak, ağlayıp, sızlamak.
TA’ZÎM: 1. Büyükleme, ululama, büyük sayma. 2. İkram etme, saygı gösterme.
TA’ZÎR: 1. İslâm hukukunda hakkında belli bir ceza olmayan suçlardan dolayı uygulanan cezalar. 2. Red, icbar, tedib.
TEÂMÜL: 1. İş, muamele. 2. Bir yerde insanlar arasında olağan muamele.
TEÂRUZ: 1. İki kişi arasındaki zıddıyet. Karşıtlık. 2. Çatışma.
TEBAA (TEBEA): Bir devletin hükmünde bulunan (Türkiye Devletinin tebaası gibi).
TEBDÎL: Değiştirme. Başka kılığa koyma.
TEBENNÎ: Evlat edinme.
TEBERRÜK: Bir şeyi bereket veya saadet vesilesi sayarak almak veya vermek. Uğur ve bereket saymak.
TEBEYYÜN: Belli olmak, açığa çıkmak, görülüp anlaşılmak.
TEB’IZ: Bölmek, bölük bölük etmek, bir kısma ait etmek, parçalamak.
TECEZZÎ: Parçalara ayrılma ve bölünme, ufalanma.
TECHÎZ ve TEKFÎN: Ölünün kefenlenmesi.
TECHÎZ: Gerekli şeyleri tamamlama, donatım.
TECİL: Başka Zamana bırakma, tehir, erteleme.
TECRİD: 1. Soyma, soyutlama. 2. Bir tarafta tutma, ayırma.
TECVİD: Kur’ân-ı Kerim’i okuma kaidelerini (kurallarını) öğreten bilim.
TEDÂHÜL: İç içe olmak, birbiri içine girmek.
TEDRÎC: Derece derece ilerleme, ilerletme. Azar azar hareket.
TEDRİCEN: Yavaş yavaş, azar azar, derece derece.
TEDVİR: İdare etmek, yönetmek, döndürmek, çevirmek, devrettirmek. Kur’ân kırâetinde orta süratle okuma tarzı.
TEEHHÜL: Evlenme, ehlileşme, ülfet ve ünsiyet eyleme.
TEEMMÜL: Etraflıca düşünme.
TEFEKKÜR: Fikretmek. Düşünmek. Düşünceyi harekete geçirmek. Akıl yormak.
TEFENNÜN: Fen öğrenme. Birçok şeyler bilme, çeşitli şekilde gösterme.
TEFE’ÜL: Fal açmak, bazı olayları uğurlu saymak, olacak şeyleri tahmin etmek.
TEFRİKA: Nifak, ayrılık, çözülme, dağılma.
TEFRİT: Ortanın altında kalmak, normalden aşağı olmak.
TEFSİR: 1. Örtülü bir şeyi açmak, yorumlamak. 2. Kur’ân-ı Kerim’in anlamını açıklayan bilim.
TEHADDİ: Meydan okuma.
TEHAKKÜM: Hükmetme, baskı yapma.
TEHECCÜD NAMAZI: Gece uyanıp namaz kılmak, gece namazı.
TEHEKKÜM: “Hekeme”den: 1. Alay etme, eğlenme. 2. Görünüşte ciddi, hakikatte alaydan ibaret olan eğlenme.
TEHLÎL: “Lâ ilâhe illâllah” demek.
TEHZİB: Islah etme, düzenleme.
TEKABÜL: Karşılıklı olma, bir şeyin karşılığı olma, yüzleşme, karşılık olma, karşılama.
TEKÂFÜL: Dayanışma, kefilleşme.
TEKBÎR: “Allahü ekber” demek.
TEKDÎR: Azarlama, kederlenme.
TEKEBBÜR: Kibirlenmek, kendini büyük saymak, nefsini büyük görmek.
TEKELLÜF: 1. Kendi isteği ile bir zorluğa katlanmak. 2. Gösterişe kapılmak. Özenmek. Yapmacık hâl ve hareket. Zoraki hareket.
TE’KÎD: 1. Sağlamlaştırma. 2. Bir iş için önce yazılanı bir daha tekrarlama.
TEKVÎN: Var etmek, meydana getirmek, yaratmak, Kelâm ilminde Allah‘ın subûti birsıfatıdır, yokluktan vücuda getirmesi, icad etmesidir.
TEKVİNÎ: Yaradılışla ilgili, var oluşla ilgili.
TEKZÎB: Yalan isnad etme, yalancı çıkarma, yalan olduğunu belirtme.
TELBİYE: “Lebbeyk Allahümme Lebbeyk” demek.
TELHÎS: Kısaltma, özetleme, hulâsa-sını alma.
TE’LÎF: “Ülfet”den. 1. Uzlaştırma, barıştırma. 2. Kitap, eser yazma.
TELKÎH: İlkah etmek, aşılamak, cinsinin üremesini sağlamak.
TELMÎH: Bir şeyi açıkca söylemeyip ibarede bahsi geçmeyen bir kıssaya, bir fıkraya, bir ata sözüne veya meşhur bir şiire, bir söze işaret etmek. Kapalı söylemek.
TELVÎN-İ HİTÂB: Sözün renklendirilmesi, çeşitlendirilmesi.
TEMÂYÜZ: Yükselme, üstün olma.
TEMCÎD: Allah‘ın büyüklüğünü bildirmek. Ta’zim ve senâ etmek. Ramazan’da sahura kalkmak.
TEMDÎD: Devam ettirmek, uzatmak, sürdürmek, süre vermek.
TEMESSÜK: 1. Tutunma, sarılma. 2. Borç senedi.
TE’MÎN: 1. Korkusunu giderme, güvenlik duygusu verme. 2. Sağlamlaştırma. Kesin bir hale koyma. Sağlama.
TEMSÎL: 1. Bir şeyin aynını ya da mislini yapmak, benzetmek. 2. Örnek, nümune, söz. Canlandırma, piyes.
TEMYÎZ: Ayırma, seçme, iyiyi kötüden ayırd etme.
TENÂKUZ: Sözün birbirini tutmaması. Çelişki.
TENASUH: Bir ruhun bedenden bedene geçmesi, reankarnasyon.
TENASÜB: 1. Uygunluk, uyma, tutma. Yakınlaşma. 2. Anlamca birbirine uygunkelimeleri bir arada söze güzellik vermek amacı ile kullanmak.
TENASÜL: Birbirinden doğup üreme, türeme, nesil yetiştirme.
TENNÛR: Kapalı ocak, fırın, tandır.
TENZÎH: 1. Suç ve noksanlıktan uzak saymak. 2. Kabahatsiz olduğu anlaşılmak ve onu ifade etmek.
TERÂHÎ: 1. İşte gayretsizlik, gevşeklik, ihmal. 2. Sonraya bırakma. 3. Gecikme, geç kalma. 4. Geri durma, geri çekilme.
TERAKKÎ: 1. İlerleme, yukarı çıkma, yükselme. 2. Artma, çoğalma, gelişme.
TEREKE: Ölen bir kimsenin mallarının hepsi.
TERENNÜM: Güzel güzel anlatma, yavaş ve güzel sesle şarkı söylemek.
TERGÎB: Ümitlendirme, isteklendirme, şevklendirme, rağbet ettirme, özendirme.
TERKÎB-İ İZAFÎ: İsim tamlaması.
TERKÎB-İ VASFÎ: Sıfat tamlaması.
TERTÎB: 1. Düzeltme. Dizme, sıralama, düzene koyma. 2. Hile ile aldatmak.
TERTÎL: Kur’ân-ı Kerim’i iyi ve kaidelerine (kurallarına) uygun biçimde tane tane okuma.
TESHİR: 1. Büyüleme, sihir yapma, aldatma. 2. Zaptetme, hakim olma. Zorla ele geçirme. İtaat ettirme. Hakîr ve zelil etmek.
TESLİS: Üçleme, ekanim-i selâse, Allah‘ı üç olarak kabul eden ve sonradan uydurulan hıristiyan inancı.
TESNİYE: İkilenen, ikil kelime.
TEŞBİH: Benzetmek, benzetiş. Bir nitelikte saymak ve zannetmek.
TEŞBÎH-İ MA’KÛS: Tersine dönmüş benzetme, benzeyenle benzetilenin yer değiştirmesi.
TEŞCİ: Cesaret verme, şecaatlandırma.
TEŞDÎD: Şiddetlendirme, sağlamlaştırma, kuvvet verme, güç verme.
TEŞRİF: Onurlandırma, onur verme, bir yeri onurlandırma, şereflendirme.
TEŞRÎ’Î: 1. Şeriat hükümleriyle ilgili. 2. Kanun yapma kuvveti ve görevi ile ilgili.
TEŞRİK: Hz. İbrahim’e nisbet edilen ve yüksek sesle alınan tekbir.
TEŞRİK-İ MESAİ: İşbirliği.
TEŞYÎ’: Uğurlama. Selametleme.
TETİMME: 1. Tamam etme, tamamlama. 2. Ek, noksanını tamamlamak için eklenen.
TEVATÜR: 1. Kuvvetli haber. 2. Bir haberin ağızdan ağıza geçerek yayılması. (Bakınız: Mütevatir).
TEVBİH: Azarlama, tekdîr.
TEVCİH: 1. Yöneltme, çevirme. 2. Verme.
TEVEKKÜL: Allah‘a güvenmek, kadere razı olmak, işi Allah‘a bırakmak.
TEVHİD: 1. Birkaç şeyi bir etme, birleştirme. 2. Birliğine inanma, bir sayma. 3. Lâ ilâhe sözünü tekrarlama.
TE’VİL: Bilinen anlamından başka bir anlamda yorumlama. Başka anlam verme.
TEVKİFÎ: Şeriatın belirlediği ve dondurduğu hüküm.
TEVKİL: Birini vekil atama, birini vekil etme, vekil tanıma.
TEVRAT: Hz. Musa’ya indirilen İlâhî kitap.
TEVRİYE: Örtüp gizlemek.
TEYAKKUZ: Uyanıklık, tedbir.
TEYEMMÜM: 1. Kast. 2. Su bulunmadığı veya bulunup ta kullanılması mümkün olmadığı takdirde temiz toprak cinsinden bir şeyle abdestsizliği veya gusülsüzlüğü giderme işi.
TE’YİD: Kuvvetlendirme. Sağlamlaştırma.
TEZAD: 1. İki şeyin birbirine zıt olması, aksilik, terslik. 2. Anlamca zıt olan kelimeleri bir arada toplamak.
TEZEKKÜR: 1. Akla getirme, hatırlama, anımsama. 2. Birkaç kişinin toplanarak bir işi konuşması, görüşme, müzakere etme.
TEZHİB: Yaldızlama, süsleme.
TEZKERE: 1. Pusla, betik. 2. Herhangi bir konuda izin verildiğini bildirmek için hükümetten alınan kâğıt.
TEZKİYE: Temize çıkarma, aklama.
TEZYİN: Süslemek, donatmak.
TIBAK: Uyum, uygunluk. İki zıt olayın ortak özelliğini ifade sanatı.
TIFL: Küçük çocuk. Her şeyin cüz ve parçası. Batmaya yakın güneş..
TIYNET: Huy, yaratılış.
TİH: Çöl, susuz sahra. Sinâ yarımadasındaki çöl.
TİLAVET: 1. Okumak. 2. Takip etmek, arkasına düşmek izlemek.
TUBÂ: Cennet, cennette nimetlerle dolu olan ağaç.
TUĞYAN: Zulüm ve küfürde çok ileri gitmek, azgınlık, taşkınlık.
TUHUR: İki hayız arasındaki temizlik süresi.
TÛR: Dağ, cebel, Tûr-ı Sina denilen ünlü dağ, Hz. Musa’ya burada vahiy gelmiştir.

UBAB Her nesnenin muazzamı, her şeyin büyüğü. * Cemaat, topluluk. * Taşkın sel suyu. * Pek taşkın, coşkun.
UBAR f. Ağlama, inilti.
UBEYD Küçük kul, kulcuk.
UBEYDE BİN CERRAH (R.A.) Aşere-i Mübeşşere’den olup, asıl ismi Amir bin Abdullah’tır. Her din muharebesinde bulunup çok büyük şecaat ve metanet göstermiştir. Adaleti ile de meşhurdu. Şam’ın fethinde kendisi kumandandı. Hicri 18 senesinde 58 yaşında iken taundan vefat etmiştir.
UBR Çok. * Sedir ağacından su kenarlarında biten ağaç.
UBS Huzursuzluktan yüz burkulmak. Yüz ekşime, surat asma.
UBSUR Seri. Çok yürüyen deve.
UBUD (Ebed. C.) Ebedler, sonsuzluklar.
UBUDET Kulluk. (Aslında zillete derler.)
UBUDİYYET Kulluk, kölelik, bağlılık, aşırı mensupluk.
UBUR Geçmek. Atlamak. * Zorlamak. * Suyun öte kıyısına geçmek.
UBUS Çatık yüzlü. Abus. * Utanmaz kimse.
UBUSET Yüz ekşiliği. Çehre çatıklığı. Somurtkanlık.
U’BÜD İbadet et (meâlinde emir.)
UBYE Büyüklenmek, kibirlenmek.
UCAB (Uccâb) Çok şaşılacak fazla gülünç olan şey.
UCACET (C.: İcâc) Dişi deve sürüsü. * Toz. * Yüce avazlı, yüksek sesli.
UCALE Misafirlerin yolda yemek için götürdükleri azık. * Çiftçilerin azık diye evvelce koyup getirdikleri buğday ve arpa.
UCAM Çekirdek.
UCARİM Kuvvetli adam.
UCAVE Tırnağa bitişik olan sinir.
UCB (Ucub) Kibir, gurur. Kendini beğenmişlik. Ameline, yaptıkları işe güvenmek. * Varlığı nâdir olan şeyi görünce istiğrab etmek hâli. * Yabancı kadın taifesiyle beraber oturmak ve konuşmaktan pek hoşlanan.(Arkadaş! Ye’se düşen adam, azabdan kurtulmak için istinad edecek bir noktayı aramaya başlar. Bakar ki, bir miktar hasenât ve kemâlâtı var, hemen o kemâlâtına bel bağlar. Güvenerek der ki: “Bu kemalât beni kurtarır, yeter” diye bir derece rahat eder. Halbuki a’mâle güvenmek ucubdur. İnsanı dalâlete atar. Çünkü insanın yaptığı kemalât ve iyiliklerde hakkı yoktur; mülkü değildir, onlara güvenemez. Hem insanın vücudu ve cesedi bile onun değildir. Çünkü, kendisinin eser-i san’atı değildir. O vücudu yolda bulmuş, lekita olarak temellük de etmiş değildir. Kıymeti olmayan şeylerden olduğu için yere atılmış da insan almış değildir. Ancak, o vücut havi olduğu garip san’at, acip nakışların şehadetiyle, bir Sani-i Hâkim’in dest-i kudretinden çıkmış kıymettar bir hane olup, insan o hanede emâneten oturur. O vücudda yapılan binlerce tasarrufattan ancak bir tane insana aittir. M.N.)
UCB-ÜZ ZENEB (Bak: Acb-üz-zeneb)
UCBE Acaib ve şaşılacak şey.
UCCAB (C.: Eâcib) Şaşırıp taaccüp edecek nesne.
UCCET Kaygana aşı.
UCD Atın kuvvetli olması.
UCFET Kuru üzüm çekirdeği.
UCLE Acele ile ve çabuk yapılan iş.
UCM Araptan gayrisi. Arap milletinden olmayanlar. * (Acmâ. C.) Dilinde tutukluk olanlar.
UCME Dil tutukluğu. Tutuk tutuk kekeliyerek konuşma. * Acemlik.
UCRE (C.: Ucer) Ağaç boğumu. * Düğme. * Bedenin tomur kabaran yeri. * Ayıp.
UCRUF (C.: Acârif) Uzun ayaklı karınca.
U’CUBE Taaccüb olunacak şey. Ucube. Pek acib ve garib olan. * Hayret edilecek derecede olan isti’dad.
U’CUBE-İ HİLKAT Yaratılıştan insanlara hayret verici olan. Şaşılacak, hayrete düşülecek hilkat garibesi.
UÇBEYİ Hudutlardaki sancakbeyleri hakkında kullanılan bir tâbir idi. Orta çağlarda Türk Devletinin uçbeyleri yarı müstakil idiler. Bağlı bulundukları devletler zayıfladıkça istiklâl dereceleri artar, neticede müstakil devlet olarak ortaya çıkanlar olurdu. Akkoyunlular, Karakoyunlular ve nihayet Osmanlılar bu şekilde müstakil bir devlet olarak meydana gelmişlerdir. (O.T.D.S.)
UD Meşhur bir sazın adı. * Bir hoş kokulu buhur. * Ağaç parçası. * Budak.
UDAL Katı, şiddetli. * Pek zor. * Ağır hastalık.
UDAT Düşman.
UDDET Gelecek zamanın hâdiseleri için, darlığa düşmemek için mal ve silâh gibi şeylerde hazırlık. Mühim levâzımat. * İstidad. * Gençlerin yüzlerinde çıkan sivilce.
UDHİY Deve kuşu yumurtası.
UDHİYE Cenab-ı Hakk’ın rızası için kurban niyetiyle kesilen hayvan.
UDHUKE Gülünç şeyler. Komedi.
UDHUKEPERDÂZ f. Güldürücü, komik.
UDİ İnce taştan kapak.
UDİKA Demir çengel.
UD’İYYE (C.: Eda’i) Mesel, hikâyat. * Bilmece, yanıltmaç.
UDLET (C.: Uzul) Zahmet, meşakkat. * şiddet.
UDLUL Doğru yoldan sapma. İslâmiyetten ayrılma, sapıtma.
UDM Ekmek katığı.
UDME Buğday renklilik. * Beyazı çok olan deve.
UDMUS Karanlık.
UDRE(T) Yel inip hayası büyümek.
UDRİC Sarı kaftan. * Hızlı ve çok yürüyen at.
UDTUMME Kişinin aslı.
UDUBE Keskinlik.
UDUL Yoldan çıkma, dönme, sapma. * Vazgeçme. * (Âdil. C.) Âdiller, âdil olanlar.
UDVA’ Kuru, sert yer. * Üzerine oturulduğunda rahat olmayan yer. * Evin uzak olması.
UDVAN Düşmanlık, haksızlık, zulüm.
UFAFE Memede kalan süt artığı.
UFAT Haramdan nefsini koruyanlar.
UFAVE Çorbanın sonu.
UFAZE Pamuk kozası. * Yüksek yer.
UFFARE Her nesnenin evveli. * Katılık. * Şiddet.
UFFE Bir deniz hayvanı. * Davarın emziğinde kalan süt bakiyesi.
UFK Kıyı, kenar. * Rüzgârın estiği cihetler. * Ufuk. Gökle yerin birleşmiş gibi göründüğü yer. Görüşümüzün nihayetindeki yerler. * Mc: Görüş ve düşünüş derecesi.
UFKA İnce deri. * Sünnet edilen deri.
UFKÎ Ufka ait. Ufka dair ve müteallik. * Yatık düzlük. Yatay.
UFRE Başın ortasında olan saç.
UFUC (C.: Afâc) Vurmak. * Göden bağırsağı denilen bağırsak.
UFUL Gurub, batış. Gözden kayboluş. Görünmez olmak. * Mc: Ölmek.
UFUNET Çıban veya yaranın çürüyüp fena kokması. * İltihab. * Her hangi bir maddenin çürümesinden hasıl olan pis koku, çürük kokusu. * Sıkıntı veren manevî ağırlık.
UFURE Üzerinde her ne varsa yenilip hiç bir şey kalmayan yer.
UFUSA Kekrelik.
UGEYLİME Küçük oğlan çocukları.
UGLUTA (C.: Uglulât – Egalit) Bilmece, bulmaca, yanıltmaca.
UGNİYE Şarkılar, ilâhiler. Teganni edilen sözler.
UGNİYYE (C.: Egâni) Ahenk.
UGTUBE Azar, tekdir.
UGVİYYE Belâ. Zahmet. Musibet.
UHAH Susuzluk. * Galiz, kaba, yoğun.
UHBUŞE Türlü kabilelerden meydana gelen topluluk.
UHCİYYE Bilmece, bulmaca, yanıltmaca.
UHCÜVVE Bulmaca, yanıltmaca, bilmece.
UHDE Bir işi üzerine alma. Söz verme. * Ahidnâme. Bir kimsenin üstünde olan iş veya şey. * Mes’uliyet hududu. * Ric’at ve taalluk dâiresi. * Becerme, yapma. * Mes’uliyet, sorumluluk.
UHDUD (C.: Ahâdid) Çukur. * Uzun hat. * Yeryüzündeki uzun yarık ve çatlak. * Hendek. * Kamçı vurulmasından vücutta hâsıl olan yara ve iz.
UHDUSE Hayret edilecek derecede uydurma haber. * Haber verilen nesne.
UHFUK (C.: Ehâfik) Yer yarığı.
UHKUK Yarık, hendek.
UHNE (C.: Ühan) Kin tutmak.
UHRA Sâir, diğer, başka. Ahir, gayr, son, sonra.
UHRE Bir şeyin sonu.
UHREVÎ Âhirete dair, âhiretle alâkalı. Öteki dünyaya ait.
UHRUN f. Doğurmayan, kısır kadın veya hayvan.
UHT (C.: Ahavât) Kızkardeş.
UHTEYN İki kızkardeş.
UHUD (Ahd. C.) Ahidler, yeminler, peymanlar, anlaşmalar, sözleşmeler.
UHUD-İ ATİKA Eski anlaşmalar.
UHUD-U MER’İYE Yürürlükteki anlaşmalar.
UHUVVET Kardeşlik. Din kardeşliği. Samimi dostluk.
UHUVVET-İ EFKÂR Fikir kardeşliği.
UHUVVETKÂR f. Kardeş gibi davranan. Kardeş gibi muâmelede bulunan.
UHUVVETKÂRANE f. Kardeşçesine, kardeş gibi olarak. Birlik, beraberlik ve karşılıklı sevgi ile.(Uhuvvetin sırrı: Şahsiyetini kardeşler içinde fâni edip, onların nefislerini kendi nefsine tercih etmek. L.)(Her ikinizin, Hâlikınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir… Bir bir, bine kadar bir bir. Hem Peygamberiniz bir, Dininiz bir, Kıbleniz bir.. Bir bir yüze kadar bir bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir, memleketiniz bir… Ona kadar bir bir. Bu kadar bir birler vahdet ve tevhidi, vifak ve ittifakı, muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği; ve kâinatı ve küreleri birbirine bağlıyacak mânevi zincirler bulundukları hâlde; şikak ve nifaka, kin ve adâvete sebebiyet veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsız şeyleri tercih edip mü’mine karşı hakiki adâvet etmek ve kin bağlamak; ne kadar o rabıta-i vahdete bir hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münâsebât-ı uhuvvete karşı ne derece bir zulüm ve i’tisaf olduğunu; kalbin ölmemiş ise aklın sönmemiş ise anlarsın! M.)
UHUZ Göz ağrısı.
UHZ Sihir, efsun.
UKAB Duman, toz.
UKAB (C.: Ukbân-Ekub) Tavşancıl kuşu.
UKABEYN İşkence veya asmak için dikilen iki tane dar ağacı. * Kovayı muhafaza etmek için kuyu içinde olan yumru taş. * Kuyu duvarı arasına koyulan saksı parçası. * Havuz içinde akan suyun yolu. * Büyük ilim.
UKAD (Ukde. C.) Düğümler, bezler, şişlikler. Boyun, koltuk altı ve kasıkta bulunan guddeler.
UKAD-I HAYATİYE Can alıcı noktalar, hayat düğümleri. Bir şeyi meydana getiren aslî rükünler.
UKALA (Âkıl. C.) Akıllılar. * Halk dilinde: Akıllılık iddia edenler.
UKAM Çok sert. Pek şiddetli.
UKAMA’ (Akîm. C.) Kısırlar. Zürriyeti olmayanlar.
UKAMİS Çok.
UKAR şarap. * Lüks mobilya.
UKAS Bir cins ot. * “Kesmek” mânâsına mastardır.
UKAYKAN Karınca.
UKAZ Mekke-i Mükerreme yakınındaki bir pazar adı.
UKBA Âhiret, öbür dünya, bâki olan âlem. * Ceza.
UKBA-İ FERDA f. Gelecek olan âhiret. Yarınki devir.
UKBE Nöbet. * Çorba bakiyyesi.
UKBE BİN AMİR BİN KAYS EL-CÜHENÎ (R.A.) Ashab-ı Kiramın mümtaz fakihlerinden ve Kur’an-ı Kerim’i ezberleyip yazanlardandır. 55 Hadis-i Şerif rivayet etmiştir. Mısır Valiliğinde bulunmuş ve orada Hicri 58 tarihinde vefat etmiştir.
UKD Düğüm. * Yoğun. * Gazap, hiddet. * Sâkin olmak.
UKDE Düğüm, bağ. * Karışık ve müşkil iş. Zorluk, zor iş. Vâlilik ve halifelik için akdolunan biat. * Ağaçlık yer. * Pelteklik, kekemelik. * Arzu edip de ulaşamadığından dolayı içe dert olan şey.
UKDE-İ HAYAT f. Hayat düğümü. (Çekirdek gibi)
UKDE-İ LİSAN f. Kekelemek.
UKDEGİR f. Müşkil, zor. * Şüpheli. * Düğümlü.
UKDEGÜŞA f. Müşkilleri yenen.
UKDEVÎ Düğüm biçiminde olan. Ukde ile alâkalı.
UKHUVAN Papatya.
UKIYYE (Bak: Okiyye)
UKKAŞE BİN EL-MİHSAN EL-ESDÎ (R.A.) Efâdıl-ı Sahabeden ve kahramanlardan olup hususan Bedir muharebesinde ve Hazret-i Ebu Bekir (R.A.) devrinde mürtedlerle olan muharebede yararlıklar göstermiştir. Peygamberimizin vefat tarihinde 44 yaşlarında idi.
UKKAZE (C.: Akâkiz) Ucu demirli sopa.
UKKE Tulum, deriden yapılan kap.
UKLE Bağlamak. * Hile edip aldatmak.
UKLUM Kuvvetli deve.
UKM Kısırlık. * Verimsizlik.
UKNE Taş oda veya kulübe, kümes.
UKNE (C.: Uknâ-Akân-Uknât) Karın büklümü. (Şişmanlık ve semizlikten olur.)
UKNUM (C.: Ekanim) Asıl.
UKR Kısırlık. * Kısır olan kadının veya dişi hayvanın hali. * Mc: Netice alamama.
UKRE Kısır. Doğurmayan kadın veya hayvan.
UKRUBAN Akrebin erkeği.
UKSUME (C.: Ekasim) Nasib, kısmet. Hisse, pay.
UKTUA Alâkayı kesmek gayesiyle gönderilen şey. İlgiyi kesmek üzere verilen şey.
UKUB Her nesnenin sonu.
UKUB Toz. * Çömlek kaynaması. * Kalabalık.
UKUBAT (Ukubet. C.) Cezalar. İşkenceler, eziyetler. * Kısas ve şahsî cezalar.
UKUBET (C.: Ukubât) İşkence, azab, eziyet. * Ceza.
UKUD (Akid. C.) Akidler. Şartlar, bağlar. İki tarafça kabul edilen şeyler.
UKUD SURESİ Kur’an-ı Kerim’in beşinci suresi olan Mâide Suresinin diğer bir ismi.
UKUK Anaya babaya itaatsizlik ve hürmetsizlik etmek. Zorbalık, tanımamak, âsi olmak.
UKUL (Akıl. C.) Akıllar.
UKUL-U AŞERE (Bak: Akl-ı evvel)
UKUNNE (C.: Ukun) Taştan yapılmış nesne.
UKUS (Aks. C.) Akisler, yankılar, çarpmalar.
UKUSA Berklik, muhkemlik, sağlamlık, sertlik.
UKVE Kuyruk dibi.
ULA Birinci, ilk, evvel. * Eskiden vezirlikten sonra gelen sivil rütbe.
ULA Şanlı, şerefli kimse.
ULALE Süt bakiyyesi. * Her nesnenin bakiyyesi, artığı.
ULASE Yağ. Birbirine karışmış olan iki şey.
ULAT Demir örs. * Üstünde keş kurutulan taş.
ULBARİ Bir ot cinsi.
ULBE (C.: Uleb-İlâb) Fıçı. * Büyük kutu. * Sandık.
ULCUM (C: Alâcim) Erkek kurbağa. * Dağ keçisinin erkeği. * Deve kuşu. * Sağlam ve dayanıklı deve. * Çok su. * Gece karanlığı.
ULEB (Ulbe. C.) Fıçılar. * Büyük kutular. * Sandıklar.
ULEBİT Yoğun ve büyük nesne. * Koyun sürüsü.
ULEMA (Âlim. C.) Âlimler. Osmanlı devrinde yüksek ilim ve fıkıh âlimleri. İlmiye mensubları.
ULEMA-İ ÂMİLÎN İlmine ve bilgisine göre amel eden, ilmini tatbik eden âlimler.
ULEMA-İ BÂTIN Şeriatın, zâhir ve hükümlerinden daha çok, mânâ ve esrarını bilen âlimler.(Ulema-i zâhir ve bâtının Tâbiîn zamanında en büyük reisi ve İmam-ı Ali’nin mühim ve sadık bir şakirdi olan Hasan-ı Basri… M.)
ULEMA-İ İLM-İ HURUF Kur’anın bir harfinden, bir sahife kadar esrar bulduklarını söyleyen ve dâvalarını, o fennin ehline isbat edenler.
ULEMA-İ RÂSİHÎN Hak ve hakikat ilminde meleke kazanmış âlimler.
ULEMA-İ RÜSUM Resmî, merasim âlimleri. Kendileri resmen âlim bilinen fakat hakiki âlim olmayan kimseler. (Zâhirî ulema da denir.)
ULEMA-İ ZÂHİR Kur’an-ı Kerimin zâhir mânâsına göre hakikatları değerlendiren âlimler. Şeriatın mâna ve esrarından daha çok, zâhirini ve hükümlerini bilen âlimler.
ULEMA-ÜS SÛ’ Kötü âlimler. Dünya için âhiretini unutan âlimler. Dünyayı dine tercih eden âlimler. Menfaat için hakikatı örten âlimler.
ULGUZE Bilmece, bulmaca, yanıltmaca.
ULİ Sâhib. Ehil.
ULK şarap.
ULKA Kahvaltı. * Az nesne. * Küçük çocuklara yapılan elbise.
ULKUM (C.: Alâkım) Çok karanlık gece. * Pek sağlam deve.
ULLAME Kına.
ULLEF Muz.
ULLİYYE (İlliyye) Yüksek tabaka. En yüksek. En şerefli. * Çardak.
ULTA Gerdanlık. * Kadınların süs olarak yüzlerine çektikleri siyah çizgi.
ULUF (Elf. C.) Binler, bin sayıları. * Ülfet ve ünsiyete ziyade meyyal ve alışkan olan.
ULUFE Yeniçerilere ve sipahilere dağıtılan maaş. * Bir nevi hayvan yemi.
ULUFE-HÂR (C.: Ulufehârân) Ulufesi olan, ulufeci.
ULUHİYET İlâhlık. * Allah’ın kâinattaki tasarruf ve hâkimiyeti ile herşeyi kendisine ibadet ve itaat ettirmesi.
ULUHİYET-İ MUTLAKA Kayıt altında olmayan, mutlak uluhiyet. Ancak bir tek İlâhın mâbud oluşu.(Evet, nev’-i beşerin her taifesi birer nevi ibadetle fıtrî gibi meşgul olması ve sair zihayatın belki cemâdâtın dahi fıtrî hizmetleri birer nevi ibadet hükmünde bulunması ve kâinatta maddî ve manevî bütün nimetlerin ve ihsanların herbiri bir Ma’budiyet tarafından hamd ve ibadeti yaptıran perestişe ve şükre birer vesile olmaları ve vahiy ve ilhamlar gibi bütün tereşşuhât-ı gaybiye ve tezahürat-ı maneviyenin, bir tek İlâhın ma’budiyetini ilân etmeleri; elbette ve bedahetle bir uluhiyyet-i mutlakanın tahakkukunu ve hüküm-ferma olduğunu isbat ederler. Ş.)
ULUHİYET-İ SÂRİYE VE HAYAT-I SÂRİYE Vahdet-ül vücud ehlince kullanılan tasavvufî tabirler olup; İlâhî sıfatların ve hayatiyetin eşyaya sirayet etmesi, yani tecelli etmesi mânasında olan bu tabirlerden, ehil olmayanlar; Allah’ın tecessümünü veya eşyaya hulûl’ünü veya eşya ile ittihad ve ittisal’ini zu’metmek gibi bâtıl vehimlere düştüler.Bu mes’eleye dair Mesnevi-i Nuriye’den nakledeceğimiz veciz bir paragraftan bu tabirler daha iyi anlaşılabilir:”Evet, delil içinde neticeyi görmek, âlemde sânii müşahede etmek, tarîk-ı istigrakkârane cihetiyle cedavil-i ekvanda cereyan-ı tecelliyat-ı İlâhiyeyi; ve melekutiyet-i eşyada sereyan-ı füyuzatı; ve meraya-yı mevcudatta tecelli-i esma ve sıfâtı yalnız zevken anlaşılır birer hakikat iken dîk-i elfaz sebebiyle, uluhiyet-i sariye ve hayat-ı sariye tabir ettiler.Ehl-i fikir, o hakaik-ı zevkiyeyi nazarın mekayisine sıkıştırdığından, çok evham-ı bâtılaya menşe’ oldu.”
UL’UL Göğüs altında ve karın üzerinde dile benzer bir kemik. * Çekik kuşunun erkeği.
UL’UL Yaramazlık. * Çağırmak. * Budak.
ULUM (İlm. C.) İlimler, bilgiler.
ULUM-U ÂLİYE (Âlet. den) Âlet ilimleri. (Gramer, sarf, nahiv, belâgat ve mantık gibi.)(Ulum-u medarisin tedennisine ve mecrayı tabiiden çevrilmesine bir sebeb-i mühim budur: Ulum-u âliye $ maksud-u bizzat sırasına geçtiğinden, ulum-u âliye $ mühmel kaldığı gibi, libas-ı mânâ hükmünde olan ibare-i Arabiyenin halli, ezhanı zaptederek, asıl maksud olan ilim ise tebeî kalmakla beraber ibareleri bir derece mebzul olan ve silsile-i tahsile resmen geçen kitaplar; evkat, efkârı kendine hasredip harice çıkmasına meydan vermemeleridir. R.N.)
ULUM-U ÂLİYE Dinden bahseden ilimler. (Tefsir, kıraat, hadis, marifetullah, fıkıh, kelâm, ahlâk bilgileri gibi.)
ULUM-U BEDİHİYYÂT Delil ve isbatına lüzum görülmeyip kolaylıkla bilinen ilimler. (Bak: Kaziye-i bedihiyye)
ULUM-U BEDİİYE (Bak: İlm-i bedi’)
ULUM-U HAFİYE Gizli ilimler. Ancak veraset-i Nübüvvet muhakkiklerince veya bir kısım hakikatların esrarına vakıf âlimlerce bilinen ilimler.(İlm-i Cifrin mühim bir düsturu ve ulum-u hafiyyenin mühim bir anahtarı ve bir kısım esrar-ı gaybiyye-i Kur’aniyyenin mühim bir miftahı tevafuktur. M.)
ULUM-U KEVNİYE Kâinatın ilmi. Yaratılışa dair olan ilimler.
ULUM-U MÜTEÂREFE Herkesin bildiği ve tanınmış olan ilimler.
ULUM-U NAKLİYE Hadis, tefsir, fıkıh gibi ve mukaddes kitaplardan nakil olunan ve rivâyet üzerine kurulmuş olan ilimler.
ULUM-U NAZARİYE Yalnız görüş halinde kalmış, tatbikata konulmamış ilimler, teoriler.
ULUM-U SİYASİYE Siyasî ilimler.
ULUM-U ŞETTÂ Dağınık bilgiler, çeşit çeşit ilimler.
U’LUME (C.: Eâlim) Alâmet, işaret, nişan.
ULÜ Sahipler. Bir şeyin ehli olanlar.
ULÜ-L AZM Kat’i azim sahibi, ciddiyet, sabır, sebat sahibi büyük zâtlar, hususan peygamberler (Aleyhimüsselâm). Başta Hz. Muhammed (A.S.M.), İsa, Musa, İbrahim, Nuh (A.S.).(Kur’an-ı Hakîm ehl-i şuura imamdır. Cin ve inse mürşiddir. Ehl-i kemale rehberdir. Ehl-i hakikata muallimdir. Öyle ise, beşerin muhaveratı ve üslubu tarzında olmak zaruri ve kat’idir. Çünkü, cin ve ins münacâtını ondan alıyor. Duâsını ondan öğreniyor. Mesailini onun lisaniyle zikrediyor. Edeb-i muaşeretini ondan taallüm ediyor ve hakeza. Herkes onu merci’ yapıyor. Öyle ise eğer Hz. Musa’nın (A.S.) Tur-i Sina’da işittiği kelâmullah tarzında olsa idi; beşer bunu dinlemekte ve işitmekte tahammül edemezdi ve merci’ edemezdi. Hz. Musa (A.S.) gibi bir ulü-l azm ancak birkaç kelâmı işitmeğe tahammül etmiştir. S.)
ULÜ-L EBSAR Basiret sâhibleri.
ULÜ-L ELBAB Akıl sâhibleri. Düşünebilenler. Akl-ı selim sahibleri.
ULÜ-L EMR Müslümanları şeriat nâmına idare eden (Halife, kadı, İslâm reisi, pâdişah, sultan, reis-i cumhur, reis, müdür gibi) zâtlar.
ULÜ-N NÜHA Akıllı kimseler.
ULÜF (Ulûfe. C.) Yemler, ulufeler. * Yeniçeri maaşları.
ULÜVV Büyüklük, yükseklik. * Bir şeyin yukarısına çıkma. * Şan, şeref ve kadr sahibi olma.
ULÜVV-Ü CENABLIK Âlî cenablık. * Kerem ve cömertlik sâhibi ve faziletli olmak. Büyüklük.
ULÜVV-Ü HİMMET Yüksek himmetlilik, gayret ve himmeti çok olmak. (Bak: Himmet)
ULÜVV-Ü ŞAN Şânı şerefi büyük. Yüksek şeref.
ULVAN Mektup ve yazı başlığı. * Övünme, tefahur.
ULVİ (Ulviye) Yüksek, yüce. * Manevî ve göğe mensub.
ULVİYET Ulvilik, yücelik, yükseklik, ululuk.
ULYA (Müe.) Pek büyük, pek yüce, daha yüksek. Çok yüksek olan.
UMALE Bir işçinin, işi karşılığında aldığı ücret.
UMDE İnanılacak şey. * Prensip, temel fikir. * Dostluk. Güvenilecek yer veya kimse. * Kavim veya kabilenin muteber ve mu’temedi olan. Reis. Serasker.
UMK Derinlik. Dibi derin. * Kuyu veya denizin derinliği.
UMKAN Derinliğine.
UMMAL (Âmil. C.) İdare âmirleri. Valiler. Tahsildarlar.
UMMAN Büyük deniz. Okyanus. * Hindistan ile Arabistan arasındaki büyük deniz.
UMRA Bir kimsenin mülkünü bir kimseye “Ömrüm oldukça veya senin ömrün oldukça sana i’tâ ettim, ölsen yine benim olsun” demesi.
UMRAN İmar ile şenlendirilmiş olan. Bayındırlaşmak. Medenilik. Saâdet. Mutluluk.
UMRE Ziyâret. Hac mevsimi dışında Kâbe’yi ve Mekke ve Medine’deki mukaddes yerleri ziyaret etmek. Ist: Kâbe-i Muazzama’yı tavaftan ve Safâ ile Merve denilen iki mukaddes mevki arasında sa’yetmekten ibarettir. Farz olan hacca Hacc-ı Ekber denildiği gibi, Umreye de Hacc-ı Asgar denilir. Cuma gününe tevafuk eden hacca da Hacc-ı Ekber denilir.
UMRE-İ NEBEVÎ Hz. Muhammed (A.S.M.) Efendimizin, hac farz olmadan evvelki haccı.
UMUD (Amud. C.) Direkler. Sütunlar. * Mc: Seyyidler. Askerî elçiler.
UMUHET Yapılacak işte tereddüt gösterme, tutulacak yolda duraklama.
UMUM Umumi olmak. Hep, bütün, cümle, herkes.
UM’UME İnsan topluluğu.
UMUMEN Bütün, hep.
UMUMET Amcalık. Amca akrabalığı.
UMUMÎ Herkesle alâkalı, herkese dâir.
UMUMİYET Bir şeyin herkese âit olması. Umumilik.
UMUMİYETLE Umumi olarak. Genel olarak.
UMUR (Emir. C.) Emirler. İşler. Hususlar. Maddeler.(Mühim ve büyük bir umur-u hayriyenin çok muzır mânileri olur. Şeytanlar o hizmetin hâdimleriyle çok uğraşır. Bu mânilere ve bu şeytanlara karşı, ihlâs kuvvetine dayanmak gerektir. L.)
UMUR-U ASKERİYE Askerlik işleri.
UMUR-U DÜNYEVİYYE Dünya işleri. Dünyaya ait işler.
UMUR-U GAYBİYE Gaybi olan ve hissiyâtımızla bilinmeyen işler. Geçmiş zamana yahut geleceğe dâir olan ve hazırda mevcut olmayan işler.
UMUR-U HASİSE Çirkin ve kötü işler.
UMUR-U İZÂFİYE Birbirisiz olmayan ve birbirine nisbet ve mukayese ile anlaşılan vasıflar. (Meselâ: Karanlık olmasa, aydınlığın bilinmemesi gibi)
UMUR-U MÜTENASİBE Aralarında uygunluk ve münasebet bulunan şeyler.
UMUR-U MÜTEZADDE Aralarında uygunluk olmayan birbirine zıt şeyler.
UMURAŞNA (Umur-âşnâ) f. İşten anlar, işbilir.
UMURAT (Umre. C.) Umreler. Hac mevsiminin haricinde Kâbe’yi ve Mekke-i Mükerreme’nin mübarek yerlerini ziyaret etmeler.
UMURDİDE (C.: Umurdidegân) f. İş görmüş, işten anlar ve tecrübeli kimse.
UMYA (Bak: Amya)
UMYAN (A’mâ. C.) A’mâlar, körler.
UMYE Azgın ve sapkın olmak. * Husumet ve inat etmek.
UNAB Büyük burun. * Akıl. * Karın.
UNAT (Ani. C.) Esirler. * Adi, bayağı ve aşağılık kimseler.
UNAYİL (C.: Anâyil) Berk, metin, sağlam, dayanıklı, muhkem.
UNCUD Çekirdeği çıkmış üzüm.
UNF Kabalık. Sertlik. Cebir ve zor.
UNFEN şiddetle, sertlikle. Zor kullanarak.
UNFÎ (Unfiyye) Sert, şiddetli, kaba.
UNFUS Edepsiz ve hayâsız kadın.
UNFUVAN Gençlik ve güzelliğin başlangıcı, en parlak zamanı. * Parlaklık, tazelik.
UNFUVAN-I ŞEBAB Gençlik çağı, tazelik.
UNK Boyun, gerdanlık, gerdan.
UNKUD Salkım.
UNSUL Ada soğanı.
UNSUR Kimyevî maddeden her biri. Mürekkeb cisimlerde bulunan basit maddelerin her birisi. * Umumdan ayrılan kısım. * Tam olan şeyin her bir parçaları. * Madde, esas, kök. Element.
UNSURİYET Irkçılık. Bir kavmi veya kendi soyunu daha şerefli sayarak diğer insanları hakir görmek. Menfî milliyetçilik.(Cây-ı dikkat bir hal: Türk milleti anâsır-ı İslâmiye içinde en kesretli olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise müslümandır. Sair unsurlar gibi müslim ve gayr-ı müslim olarak iki kısma inkısam etmemiştir. Nerede Türk taifesi varsa müslümandır. Müslümanlıktan çıkan ve müslüman olmayan Türkler Türklükten dahi çıkmışlardır -Macarlar gibi-. Halbuki küçük unsurlarda dahi, hem müslim ve hem de gayr-i müslim var. M.)
UNSUT Kıldan bükülme ip.
UNUŞE Refah, huzur, rahatlık. * Adâlet. Merhamet. * Şarap. * Beğenme.
UNV Alçaklık. * Alçak gönüllülük, tevâzu etmek.
UNVE Zor, kuvvet gösterme.
UNVETEN Cebren, zorla, kuvvet göstererek.
UNZUB (C.: Anâzıb) Erkek çekirge.
UNZUBA’ Çekirge olan yer.
UNZUR Bak, gör (Meâlinde emir).
UNZUVAN Herze ve hezeyan söyleyen kimse. * Bir ot.
UNZUVANE Dişi çekirge.
UR Önünde hendek olan istihkâm. Yüksek ve müstahkem yer, toprak tabya. Burç.
UR Tek gözlüler. * Silâhsız, mühimmatsız olanlar.
URA Çıplaklık.
URA’ İlmek yapmak.
URA’IR (C.: Arâır) Semiz etli deve. * Şerefli adam. * Kavmin reisi.
URAM Eti soyulmuş kemik. * Çokluk. * Kötü ahlâk. * Şiddetli muhâlefet. * Çocuğun edepsizlik yapması.
URAME Hiddet. * şiddetli muhalefet. * Kötü ahlâk. * Edepsizlik etmek.
URAT (Uryan. C.) Elbisesi olmayanlar. Çıplaklar, uryanlar.
URAZA Misafire çıkarılan yiyecek. * Hediye, armağan.
URB Şiddetli akıcı çay. * Ferah, sevinç, neşat.
URBA (Aslı dır.) İtl. Esvab, elbise. * Arabçada: Ukde, köstek, büklüm, düğüm. * Zekâvet. * Mekir, hile.
URBAN Çöl arabaları. * Aşiretler.
URBUN Müşterinin bâyie verdiği pey.
URCA Bir nesnenin üzerine durmak veya üstüne çıkmak.
URCAN (A’rec. C.) Topallar.
URCUN Kurumuş hurma dalı. Ay gibi eğilen dal. Hurma salkımının dalı.
UREFA (Ârif. C.) İrfan sâhibi kimseler. (Bak: İrfan)
URF (C.: A’râf) At yelesi. * Horuz ibiği. * Âdet. * Cennet ile Cehennem arasında bir makam. * İhsan.
URGAN t. İp. Halat.
URGUN t. Vurgun, âşık.
URRAK Kabuğu soyulmuş ağaç. * Eti gitmiş kemik.
URRET Uyuz hastalığı.
URRET (C.: Urr) Devenin dudaklarında ve ayaklarında çıkan bir çıban. * Ulaşmak, varmak. * Kuş tersi.
URS (Urus) Düğün yemeği.
URŞ Boğazın iki tarafında olan iki uzun etin birisi.
URUB (Arub. C.) (Bak: Arube)
URUC Yukarı çıkmak. Yükselmek.
URUC-U İSA Hz. İsa’nın (A.S.) göğe çıkması.
URUK (Irk. C.) Irklar. * Kökler, damarlar.
URUK-U BEŞER İnsan ırkları.
URUK-U İNSANİYETKÂRANE f. İnsanlığa yakışır damar, kök veya huylar.
URUK Kadının hayız görmesi.
URUM (Urume) Alâmet, nişane. * Kök, dip. * Başın tepesi.
URUSAT (Urs ve Urus. C.) Düğün yemekleri.
URUŞ (Arş. C.) Gökler, arşlar. Tavanlar.
URUZ (A’raz. C.) Fık: Nakit para, hayvan ve yenecek şeylerden olmayıp, kitap, manifatura eşyası, kumaş gibi mallar.
URUZ Zâhir olmak, görünmek. * Gelme, ârız olma. * (Arz. C.) Bildirmeler, keyfiyetler.
URVA Sıtma. Sıtmaya tutulma.
URVE (C.: Urâ) Düğme iliği. * Yazda ve kışta yaprağı dökülmeyen ağaç. * Daima bâki olan nesne. * Arslan. Kudretten kinaye olur. * Kulp. Yapışacak sap. Tutacak yer.
URVET-ÜL VÜSKA Sağlam kulp. Metin ve muhkem olan tutulacak şey. * İslâmiyet. * Kur’an-ı Kerim.
URYAN Çıplak.
URYANİ Çıplaklık. * Bir cins erik.
URYE Ari olmak. Çıplak olmak.
URZ Mania, engel. Açıktan hedef gibi bir şeye mâruz olup duran. * Hâcet, ihtiyaç. * Taraf, nâhiye, cânip. * Vasat, orta.
URZA Hedef.
US (C.: İsâs) Büyük kadeh.
USAFE Buğday sapından düşen parça.
USAM Pire.
USAS Çok kıl.
USARE Vücud bezlerinden akan faydalı su. Sıkılmış şeylerden çıkan su. Öz su.
USARE-İ İNEB Üzüm suyu. Şıra.
USARE-İ MİDEVİYE Mide suyu, mide salgısı.
USAT (Asi. C.) Asiler, zorbalar, itaat etmeyenler. * Günahkârlar.
USBE Cemaat. İnsanlar. Atlılar. Atlar veya kuşlardan cemaat.
USBUD Kelp aşmasından olan kurt yavrusu.
USDE Kaftan altına giyilen küçük gömlek.
USEFA (Asif. C.) Rençberler. Irgatlar.
USEYBE (C.: Useybât) Yaprağı bir takım kısımlara ayıran liflerden herbiri. Damar.
USEYLE Bal gibi tatlı olan küçük bir şey. * Çiftleşme, cinsî münasebet.
USFÜR Bir asıl boya.
USKUL Hurma salkımı.
USLUC (C.: Asâlic) Yeni belirmeğe başlamış ağaç budağı.
USM Her nesnenin bakiyyesi, artık.
USM Zeytin ağacı.
USMUH Kulak. * Kulak deliği.
USMUR (C.: Asâmir) Döndükçe suyu çıkarıp döken dolap gözleri.
USNUN (C.: Asânin) Sakal ucu. * Her nesnenin evveli. * Devenin çenesi altında olan uzun kıllar.
USR (C.: Usur – A’sâr) Sığınacak yer. Melce’. * Dehr, zaman, devir.
USR Tavşancıl kuşu. * Yalan söz.
USR Güçlük, zorluk. Zor iş. * Sıkıntı. Darlık. Kıtlık.
USR-ÜN NEFES Nefes darlığı.
USRA Güçlük, zorluk.
USRET Zorluk, güçlük. Darlık, sıkıntı. İşlemezlik.
USRET-İ HAZM Hazım güçlüğü, sindirim zorluğu.
USRET-İ TENEFFÜS Teneffüs zorluğu, nefes darlığı.
USRET Sığınacak ve kurtulacak yer.
USSE Güve denilen böcek.
USTAM f. Güvenilir, emin. İtimad edilir. * Altın veya gümüşten yapılmış at eğeri.
USTUBLE Üstüpü.
USTUMME Her nesnenin aslı.
USUBE İhâta etmek, kaplamak, içine almak.
USUL (Asıl. C.) Ana, baba. Cedler. * İstinadgâh. * Râcih delil, kaide. Asıllar, kökler, temeller. Bir ilmin asıl mevzuundan önce öğrenilmesi lâzım gelen esaslar. Bir hedefe ulaşmak için tutulan düzenli yol. * Tarz, metod, tertip.
USUL-Ü ERBAA (Bak: Edille-i erbaa)
USUL-Ü FIKIH İLMİ Fıkıh ilmine âit bilgilerin esası ve istinadgâhı olan bir ilimdir. Şer’i hükümlerin mufassal ve muayyen delilleri ve hikmetleri bu sayede bilinir ve bu dini hükümler, bu muayyen ve müşahhas deliller vâsıtası ile istinbat ve isbat olunur. Bu ilme “Hikmet-i teşriiye” de denilmiştir.
USUL-ÜD-DİN (Bak: İlm-i Kelâm)
USULİYYUN Fıkıh usulüyle uğraşan İslâm âlimleri. Usul-ü Fıkıh müellifleri.
USUR Gözcülük etmek.
USUR Asırlar. (Bak: Asr)
US’US Kuyruk sokumu.
USÜVV Kaba ve iri olmak. * Katı olmak. * Gece karanlık olmak. * Yakın olmak.
USVE Çoktandır taranmamış sakal.
UŞABE (C.: Eşâyib) Karışık olan. * Nesebi karışık kişi.
UŞARA Uzunluğu on zira’ miktarı olan.
UŞB (C.: A’şeb) Taze ot.
UŞERE (C.: Uşur-Uşerat) Sütleğen cinsinden dikenli, yassı yapraklı ağaç.
UŞEYYA (Eşyâ. dan) Küçük şeyler, eşyacıklar.
UŞİR Taze çayır, taze ot.
UŞŞ Kuş yuvası.
UŞŞAK (Âşık. C.) Âşıklar.
UŞVE Gece vakti uzaktan görünen ateş.
UTAHİYE Akılsız, ahmak kimse.
UTARİD Araptan bir kabile adı. * Merkür gezegeni.
UTAŞ İnsana ârız olan bir hastalıktır ve hasta insanın yüreği yanar, suyu içer, yine kanmaz.
UTAT (Ati. C.) Serkeşler, âsiler.
UTAT Arslan. * Bahadır er, kahraman.
UTBUL (C.: Atâbil) Uzun boylu güzel kadın.
UTEKA (Atik. C.) Azatlılar. Azat olmuş köle veya cariyeler.
UTİY (Bak: Atiy)
UTLE Boş ve muattal olmak. * Hurma salkımı. * Şahıs.
UTM (Utüm) Yabani zeytin ağacı.
UTME İğde gibi zeytin biçimindeki meyve.
UTRUFE (Turfe. C.) Tuhaf, az bulunur.
UTRUŞ Sağır.
UTTEL Üzerinde ziynet eşyası olmayan kadınlar.
UTUB Pamuk.
UTUFET Nezaket, lütuf. şefkat.
UTUH Aklı noksan olan.
UTULL Soğuk, sert ve cimri insan. Câhil ve hayırdan men’eden. Galiz ve bahil kimse.
UTUM Taş duvar. Taş yapı. * Köşk, kasr.
UTUN Katı şey. Şiddetli.
UT’UT Yiğit. * Küçük buzağı.
UT’UT Eşek sıpası.
UTÜV (Atiy-Utiy) Haddini aşma, tecavüz. Kibir. Serkeşlik. * Ayaklanma. İsyan.
UTYE Pamuk parçası. * Yanmış bez parçası.
UVA şiddetli ses. Avaz, sayha.
UVERA (Bak: Avrâ)
UVVAM Dalgıç adam.
UVVAR (C.: Avâvir) Korkak adam. * Dağ kırlangıcı.
UVZ Bir kimseye sığınmak.
UYKU (Bak: Kaylule)
UYUB (Ayıb. C.) Ayıblar, kusurlar.
UYUN (Ayn. C.) Gözler. * Kaynaklar, pınarlar.
UZAFİRE Katı. şiddetli, şedid.
UZBET (Bak: Uzube)
UZEMA’ (Azim. C.) Mevki ve şeref bakımından büyükler.
UZEYM (C.: Uzeymât) Kemikcik.
UZEYVAT (Uzeyve. C.) Küçük uzuvlar, uzuvcuklar.
UZEYZA’ Kuyruk kemiği.
UZFUR Asma filizi. * Tırnak.
UZHUL (C.: Azâhil) Yeyni, hafif. * Yük vurulmayan deve.
UZİMA Vücutta bir organın ateşsiz ve ağrısız olarak şişmesi.
UZLET Yalnızlık. İnsanlardan ayrılarak bir tarafa çekilip yalnız kalmak.
UZLETGÂH f. Oturulan tenhâ yer. Yalnızlık köşesi.
UZLETGÜZİN f. Tenhada yaşayan, yalnızlık köşesine çekilen.
UZLETNİŞİN f. Tenha bir köşeye çekilip yalnız yaşayan.
UZLUFE Kayalık. Yalçın kaya.
UZM Ululanma, kibirlenme.
UZMA (Müe.) Büyük. İri. * En büyük. Çok büyük. (Müz: A’zam)
UZME Aşiret. * Birinin mensub olduğu âile. * Akrabâ.
UZRET Önde olan saç.
UZRİYY Şiddetli muhabbet. Şiddetli sevgi.
UZTUMME İnsanın ırk ve nesebi. * Her şeyin aslı.
UZUB Kayıp ve görünmez olmak.
UZUBE (Uzbe) Bekârlık. Erginlik hâleti varken tecerrüd halinde kalmak. Evlenmemek.
UZUBET Tatlılık, şirinlik.
UZUBET-İ LİSÂN Tatlı dillilik. Dil tatlılığı.
UZUF Nefsi kötülüklerden ve şüphelerden menedip uzaklaştırmak.
UZUV (Uzv) Bir canlının vücud yapısının kısımlarından herbiri. Azâ. Organ.
UZVÎ (Uzviye) Uzva ait. Canlı. Organik.
UZVİYET Uzuv oluş. Canlılık. Canlı uzva ait.
UZZA İslâmiyetten evvel câhiliyet devrinde büyük putlardan birisinin ismi.
UZZAB Zevc veya zevcesi olmayan. Bekâr.

ÜBAB Şiddetli ve taşkın sel suyu.
ÜBATİR Akrabasını arayıp sormayan kişi.
ÜBBEHET Ululuk, büyüklük, azamet.
ÜBEYD (Abd. dan) Kölecik, kulcağız.
ÜBHET (Bak: Übbehet)
ÜBNE (C.: İben) Ağaç boğumu.
ÜBUD Ürkmek.
ÜBÜLLE Basra yakınında bir harap şehir. * Bir miktar hurma.
ÜBÜVVET (Eb. den) Babalık, atalık.
ÜBÜVVETEN Babalık sıfatıyla. Atalık cihetiyle.
ÜCAC Tuzlu, acı su.
ÜCAHİN (C: Acâhine) Hizmetkâr. * Aşçı. Dost. * Deyyus.
ÜCEM (Ecme. C.) Sık ağaçlık yerler.
ÜCRA f. Pek uçta ve kenarda olan. Uzak. (Bu kelime, Arapça zannedilerek “hücra” yazılması yanlıştır.)
ÜCRET Hizmet karşılığı verilen şey.
ÜCUM Kale.
ÜCUN Suyun renginin ve tadının bozulması.
ÜCUR (Ecir. C.) Ecirler, sevablar.
ÜCURAT (Ücret. C.) Ücretler.
ÜCÜMM Medine ehlinin taştan yaptıkları hisar. * Sığınacak yer. * Damlı dört köşeli ev.
ÜDEBA (Edib. C.) Edibler, edebiyatçılar. * Edeb sâhibleri. Zarif kimseler.
ÜF Kulak kiri. * Tırnak arasında olan kir. * Hüzün ve kedere işaret eden kelime.
ÜFÇE f. Bostan korkuluğu.
ÜFF Of!
ÜFFE Necis, pis.
ÜFHUD Yetişmiş çocuk.
ÜFHUS (C.: Efâhis) Kayalarda olan kuş yuvası.
ÜFKUHE Şaşılacak şey.
ÜFN Hamâkat, ahmaklık.
ÜFNUN Hâl. Nev, çeşit. Saçma sapan söz. Dedikodu.
ÜFTADE f. Düşmüş. Fakir, biçare. * Âşık, tutkun.
ÜFTADEGÂN (Üftade. C.) f. Düşkünler. Tutkunlar. Âşıklar.
ÜFTADEGÎ f. Düşkünlük, biçarelik.
ÜFTAN f. Düşen. Düşerek.
ÜFUK (Efk) Yalan söylemek. * Kaçmak. * Bir işten sapmak.
ÜFUL Batmak, kaybolmak. * Mc: Ölmek.
ÜF’ULE Vazife, görev.
ÜF’UVAN Erkek yılan.
ÜFÜRRE Karışmak.
ÜHBE Yolculuk veya asker için hazırlanmış elbise ve malzeme. * Süt.
ÜHCİYYE (Ühcüvve) Hicvetmeğe sebep olan şey.
ÜHCÜVVE Hicvetmeğe sebep olan şey. * Yerme, hicvetme.
ÜHKUME Alaylı söz veya hal.
ÜKEL (Ükle. C.) Lokmalar.
ÜKİLE Gıybet.
ÜKL (Ükül) Meyve, yiyecek, azık. * Zekâ.
ÜKLE (C.: Ükel) Lokma.
ÜKNE Çukur içinde olan kuş yuvası.
ÜKRE Yuvarlak nesne. Top. * Çukur.
ÜKRUME Kerem, bahşiş, lütuf.
ÜKSUM Çimenlik yer. Çayırı bol ve güzel olan bahçe.
ÜKSUS Sarmaşık.
ÜKULE Sürüden ayırıp beslenilen koyun.
ÜKÜL (Bak: Ükl)
ÜKZUBE Yalan. Uydurma, söz.
ÜLBE Kıtlık. * Açlık.
ÜLBUB Kiraz çekirdeği.
ÜLEMA (Bak: Ulemâ)
ÜLFET Alışma, alışkanlık. Birisiyle münasebette bulunmak. Ünsiyet. Ahbablık, dostluk. Huy etme. Görüşme, konuşma.(İnsanları fikren dalâlete atan sebeblerden biri; ülfeti, ilim telâkki etmeleridir. Yâni me’lufları olan şeyleri kendilerince mâlum bilirler. Hattâ ülfet dolayısıyla âdiyata teemmül edip ehemmiyet vermezler. Halbuki ülfetlerinden dolayı mâlum zannettikleri o âdi şeyler birer hârika ve birer mu’cize-i kudret oldukları halde, ülfet sâikasiyle onları teemmüle, dikkate almıyorlar; ta onların fevkinde olan tecelliyat-ı seyyâleye im’an-ı nazar edebilsinler. Bunların meseli deniz kenarında durup, denizin içerisindeki hayvanata ve sâir garip halâtına bakmıyarak yalnız rüzgâr ile husule gelen dalgalara ve şemsin şuâatından peyda olan parıltısına dikkat etmekle Mâlik-ül Bihâr olan Allah’ın azametine delil getiren adamın meseli gibidir.İ’lem Eyyühel-Aziz! İnsanların arza âit mâlumat ve müsellemat-ı bedihiyatları ülfete mebnidir. Ülfet ise, cehl-i mürekkeb üstüne serilmiş bir perdedir. Hakikate bakılırsa zannettikleri ilim, cehildir. Bu sırra binaendir ki, Kur’an, âyetleriyle insanların nazarını me’lufatları olan şeylere çeviriyor. Âyetler, necimler gibi ülfet perdesini deler atar. İnsanın kulağından tutar, başını eğdirir. O ülfetin altındaki havârik-ul-âdât mu’cizeleri o âdiyat içerisinde gösterir. M.N.) (Bak: Tefekkür)
ÜLFETGER f. Ülfet eden. Ülfet edici.
ÜLHİYYE Çocuk oyuncağı, oyuncak.
ÜLHÜVVE Oyuncak, çocuk oyuncağı.
ÜLİNNÜHA (Üli-n nühâ) Akıllı kimseler.
ÜLKER (Bak: Süreyya)
ÜLKÜ Bazı öz türkçecilik taraftarlarınca kullanılmış bir kelimedir. Divan-ı Lügat-ıt Türk’te “Peyman” mânasına geldiğine merhum A. Hamdi Elmalılı işaret ediyor: “Ahd ü misak” da denir. Emanî, ideal mânâsına kullananlar varsa da yanlıştır.
ÜLTİMATOM (Oltimatom) Fr. Kat’i ve dönülmez söz. Son söz. * Bir devletin başka bir devlete verdiği ihtar.
ÜL’UBE Piyes, oyun.
ÜLUF Binler. (Bak: Uluf)
ÜLUHİYET (Bak: Uluhiyet)
ÜL’ÜBAN Oyuncu, aktör.
ÜLÜM f. Bölük, takım, cemaat.
ÜLYA (Bak: Ulyâ)
ÜMA’ Kedi miyavlaması.
ÜMDUD Usûl, âdet, görenek.
ÜMDUHA Medhedilmeğe sebep olan hal veya iş.
ÜMEM (Ümmet. C.) Ümmetler. Milletler.
ÜMEM-İ SÂLİFE Geçmişteki ümmetler. İslâmiyetten evvel diğer Peygamberlere tâbi olmuş ümmetler.
ÜMENA Emin kimseler. Eminler. Emniyet sahibleri.
ÜMERA (Emir. C.) Emirler, beyler. Seyyidler. şerifler. * Yüksek rütbeli zabitler.
ÜMHUD Çömlek. * Tuzluk.
ÜMİD f. Ummak. Emel. Arzu. İntizar. Umut. Rica.
ÜMİDBAHŞ f. Ümitlendiren, ümit veren.
ÜMİDBESTE f. Ümitlenmiş, ümit bağlamış.
ÜMİDGÂH f. Bir şey ümit edilen yer veya makam.
ÜMİDVÂR f. Ümitli. Ümit besleyen.(Evet, ümidvâr olunuz; şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ, İslâmın sadâsı olacaktır. M.) (Rahmet-i İlâhiyyeden ümid kesilmez. Çünkü Cenab-ı Hak bin seneden beri Kur’anın hizmetinde istihdam ettiği ve ona bayraktar tayin ettiği bu vatandaşların muhteşem ordusunu ve muazzam cemaatını muvakkat arızalarla inşâallah perişan etmez. Yine o nuru ışıklandırır ve vazifesini idame ettirir… M.)
ÜMLUC Yaprak. * Selvi yaprağına benzer uzun, karışık bir ot.
ÜMLUD (C: Müled) Kamış dalı.
ÜMM Ana, anne, vâlide. Nine. * Asıl, esas. * Başlıca olan şey.
ÜMM-İ SELEME (Mi: 542-626) Ümmehât-ı Mü’minînden olup, Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın son vefat eden zevcesi idi. 378 Hadis-i şerif rivayet etti. (R.A.)
ÜMM-ÜD DEM Kırmızı kan damarlarında görülen kabarma. Bu nabız damarlarından birisine açılan kan kesesi.
ÜMM-ÜD DİMAĞ Beyin zarı.
ÜMM-ÜD DÜNYA Dünyanın anası. Mısır.
ÜMM-ÜL BİLÂD Mekke-i Mükerreme.
ÜMM-ÜL HABÂİS Şarap, rakı gibi haram olan içki.
ÜMM-ÜL KİTAB Kitabın anası, esası. Levh-i Mahfuz ve ilm-i İlâhî. (Yâni: Kur’ân, İlm-i İlâhîde, Levh-i Mahfuz’da ezelî ve ebedî olarak mahfuz bulunduğundan Kur’anın aslı ve anası mânasında kullanılan bir tabirdir.) * Kur’an-ı Kerim’in müteşabih olmayan muhkem âyetlerine de kitabın anası, esası mânasında Ümm-ül Kitab denilir. * Fâtiha Suresi. * Diğer bir mânada bütün müsbet ve faydalı kitabların anası ve mercii olarak Kur’an-ı Kerim’e de denir.)
ÜMM-ÜL KURÂ Mekke-i Mükerreme.
ÜMM-ÜL KUR’AN Fâtiha Suresi.
ÜMM-ÜL VELED Huk: Çocuğunun kendi efendisinden olduğunu söyleyen çocuk doğurmuş cariye.
ÜMM-ÜN NÂFİ’ Tavuk.
ÜMM-ÜN NÜCUM Gök. Sema.
ÜMM-ÜT TAÂM Buğday.
ÜMM-ÜT TÂRIK Deve kuşu.
ÜMM-ÜT TARÎK Ulu yol. Yüce yol.
ÜMMAN Emin kimse. Emniyetli kişi.
ÜMMEHAT (Ümm. C.) Analar. * Esaslar, asıllar. * İslâmî ana eserler. Me’haz olabilecek kıymetli ilmî eserler.
ÜMMEHÂT-ÜL MÜ’MİNÎN Mü’minlerin anaları. Peygamberimiz Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın mübarek zevceleri.
ÜMMET Cemaat, kavim, taife. * Bir hâkim milletin ashabından olan hey’et-i içtimaiye. * Bir peygambere inanıp onun yolundan giden insanların hepsi. Bir peygamberin Hakka davet ettiği cemaat. * Bir dille konuşan millet. * Arkasına düşülecek bir cemaat veya tarikat.
ÜMMET-İ KAİME Hakşinas, doğru, doğrudan ve Allah için kalkan, müstakim ve âdil ümmet.
ÜMMİ Anasından doğduğu gibi kalmış ve tahsil görmemiş, mekteb ve medresede okumamış kimse. Yazı yazmak bilmeyen. (Ümmi ile câhil arasında fark vardır. Ümmi yalnız okuyup yazmak bilmiyendir. Câhil ise, okuyup yazmak bilse de, bir şey bilmiyen kimsedir, her ümmi câhil değildir.) * Anaya mensub olan.(Mefhar-i Âlem (A.S.M.) hiç bir mektebde, medresede ve hiçbir beşerden tahsil görmeden, ümmiliğiyle beraber, evvel, âhir ilimlerle mücehhez olması, Âlem-i İslâma, âlemlere ve dünyaya rahmet olması ve Onun bir misli ve benzeri bulunmaması, en büyük mu’cizelerden ve Hak Peygamber olduğuna dair en mühim delillerdendir.)
ÜMMİ SİNAN (Vefatı Hi: 958, Mi: 1551) Halvetî Tarikatı, Sinaniye kolunun piridir. Bursa’lı olduğu nakledilir. Karaman’lı olduğu hakkında da rivayet vardır. Risale-i Şerife-i İstanbulî Ümmi Sinan adında bir eseri vardır. (R. Aleyh.) (Osmanlı Müellifleri sh: 214)
ÜMMİYANE f. Bir şey bilmiyormuşçasına. Ümmilere yakışır halde. Okur yazar olmadan.
ÜMMİYYE Analık, annelik.
ÜMMİYET Ümmi oluş. Ümmi kimsenin hali. Okur-yazarlığı olmamak.
ÜMNİYYE Umut, ümid. * Arzu, istek, talep. * Niyet, kuruntu.
ÜMSÜLE Örnek olarak verilen beyit. Misal olarak gösterilen mısra.
ÜMUMET (Ümm. den) Annelik, analık.
ÜM’UZ Keçi veya karaca.
ÜMÜLDAN Taze fidan. Körpe dal. * Genç, güzel. * İnce ve narin vücud.
ÜNAFİ Büyük burunlu kimse.
ÜNAH Süstlük, zayıflık.
ÜNAN İnleme.
ÜNAS Halk. İnsanlar.
ÜNBUB (Ünbube) Kamıştaki boğum arası kısım. * Parmak uçları. * Tüp. İnce boru.
ÜNBUSE Çocukların oyunu.
ÜNBUŞ (Ünbûşe) Bitki kökü. Kökü yerden takımıyla birlikte çıkarılan fidan.
ÜNCUC (C.: Anâcic) Hızlı yürüyen at.
ÜNCUR Şişe kılıfı.
ÜNF (Bak: Unf)
ÜNKUA Yağ biriken yer.
ÜNMA İçi saman veya ot doldurulmuş şey.
ÜNS Alışkanlık, alışma. * Arkadaş. Hemdem.
ÜNS TUTMAK Alışmak, birlikte düşüp kalkmak.
ÜNSA Dişi. Kadın, kız.
ÜNSA-ÜNS Sıkıfıkı konuşma.
ÜNSÎ (Ünsiye) Alışmış, ünsiyet etmiş, sokulgan. * Arkadaş.
ÜNSİYET Alışkanlık, dostluk. Birlikte düşüp kalkmak. Ahbablık.
ÜNŞUDE (Bak: Neşide)
ÜNŞUTA Düğüm, ilmik.
ÜNUF Henüz daha yedirilmemiş olan çayır. * (Enf. C.) Burunlar.
ÜNUSET Dişilik. Müennes oluş.
ÜNÜN Ayağı ve burnu kırmızı, vücudu kara olan bir kuş.
ÜNVAN İsim. Lâkab. Adres. * Önsöz, mukaddeme.
ÜNVAN-I MÜLÂHAZA Bir şeyin hakikatını bir derece düşünebilmek için olan isim, tabir ve vasıta.(Mi’raciyedeki mâceralar, mâlumumuz olan mânalarla, o kudsi ve nezih hakikatları ifade edemiyor. Belki o muhavereler birer ünvan-ı mülâhazadır; birer mirsad-ı tefekkürdür ve ulvi ve derin hakaika birer işarettir ve imanın bir kısım hakaikına birer ihtardır. Ve kabil-i tabir olmayan bazı mânalara birer kinayedir. Yoksa ma’lumumuz olan mânalar ile birer mâcera değil. Biz hayalimiz ile o muhaverelerden o hakikatları alamayız; belki kalbimizle heyecanlı bir zevk-i imanî ve nuranî bir neş’e-i ruhanî alabiliriz. M.)
ÜNZUHA Gurur, kibir, büyüklük.
ÜRBA Belâ, mihnet.
ÜRBE Büklüm. * Düğüm. * Hile.
ÜRBUN Pey akçesi, pey olarak verilen para.
ÜRCUCE Salıncak.
ÜRCUFE (C.: Erâcif) Yalan. Uydurma söz.
ÜRCUHA Salıncak.
ÜRCUZE (Recez. den) Edb: Mısraları kafiyeli, kısa vezinli nazım. (Bak: Kaside)
ÜRD f. Gibi, benzer.
ÜRDÜNN Uyuklamak. * Bir büyük ırmak.
ÜRK Mekân, mevki.
ÜRMULE (C.: Erâmil) Ergen delikanlı.
ÜRNE Taze peynir. * Keler tuzağı olan yer.
ÜRÜMEK f. Havlamak. (İt ürür, kervan yürür)Ürüyen köpek ısırmaz: Tehdit savuran, işi gürültüye boğan kimselerden yılmamak lâzım geldiğini anlatır.
ÜRVİYYE (C.: Ervâ-Erâvi) Dağ keçisinin dişisi.
ÜRYAN (Bak: Uryan)
ÜSAL Çok miktar mal.
ÜSAME Davar otlatmak. * Arslan.
ÜSAME BİN ZEYD (R.A.) Resül-ü Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın azadlısı olan Zeyd bin Harise’nin oğludur. Meşhur sahabedendir. 128 Hadis-i Şerif rivayet etmiştir. 75 yaşında iken 54 yılında vefat etmiştir. (R.A.)
ÜSARA (Bak: Üsera)
ÜSARE (Bak: Usare)
ÜSBU’ Hafta. Yedi günlük zaman.
ÜSBUBE (C.: Esâbib) Sövme, küfür.
ÜSBUÎ (Üsbuiyye) Haftalık.
ÜSERA (Üsârâ) Esirler. Harbde teslim alınanlar. * Köleler.
ÜSFİYYE (C.: Esâfi) Üzerine tencere koyup yemek pişirilen ocak taşı.
ÜSİR Yaranın iyi olduktan sonra kalan izi.
ÜSKUB Sıra ile dikilmiş olan ağaçlar. * Kunduracı. * Dökülmüş olan, akan su. * Demirci.
ÜSKUF (C.: Esâkıf) Kâfirlerin kadısı ve ruhbanları.
ÜSKUF (C.: Esâkife) Pabuç diken, kunduracı.
ÜSKUTUSS (Rumcadan) Cevher, asıl, unsur, madde.
ÜSKUN Koruk halinde hurma salkımı.
ÜSKÜDAR Mushaf cildi.
ÜSKÜFFE Eşik tahtası.
ÜSKÜR f. Kirpi.
ÜSLEM El arkasında hınsırla pınsır arasındaki damar.
ÜSLUB Tarz, yol. Biçim. İfade tarzı. Dizmek.
ÜSLUB-U ÂDÎ Alelâde ifade tarzı. İfadesinde hiçbir üstünlük bulunmayan tarz.
ÜSLUB-U ÂLÎ Edb: Üstün ifade tarzı. İfadenin yüksek ve nezih olanı.
ÜSLUB-U HAKÎM Edebî san’atlardan biridir. Sorulan bir suale, soranın halini nazara alarak başka bir sual gibi telâkki edip, ona göre cevab vermek demektir. Meselâ : Bazı Ashab Resulüllah’a (A.S.M.) hilâlin ince başlayıp, kalınlaşarak bedr şekline gelip, sonra yine başladığı şekle dönmesinin sebebini sordular. Bunun cevabı onlara lâzım olmadığı için, Kur’ân-ı Kerim o vaziyetin neticesine terettüb eden hikmeti, yani ayın takvimcilik yaptığını söylemiştir. Çünkü bu, soranlar için daha mühim ve anlaşılması daha kolaydır.
ÜSLUB-U MÜCERRED (Sade üslub) Bu üslupta tabiîlik, akıcılık, selâset, kısalık, mânâ ve maksada kifayet sıfatları vardır. Bu üslup, âlet ilimlerinde, ders kitablarında, konuşmalarda ve beşerî muamelelerde kullanılır.
ÜSLUB-U MÜZEYYEN (Ziynetli ve parlak üslub) Bu üslub tergib ve terhib (teşvik etme ve sakındırma) gibi hususları tazammun eder. Hitabiyat ve iknaiyatta kullanılır.
ÜSLUB-PERESTLİK Kelâmın mâna ve maksada uygunluğuna değil de, ifade tarzının güzelliğine önem vermek.
ÜSR Sidik tutulması, sidik zoru.
ÜSRE Seleften gelen şan şeref. * Söz veya hadis nakletmek.
ÜSRE Cemaat, topluluk.
ÜSRUŞ f. Güzel ses.
ÜSRÜB f. Kurşun.
ÜSS Esas, asıl. Kök, temel. * Askerlikte herhangi bir düşman hücumuna karşı esas dayanak olmak üzere önceden hazırlanmış yer. * Harb gemilerinin, noksanlıklarını tamamladıkları yer. * Mat: Bir sayının hangi kuvvete çıkarıldığını gösteren sayı.
ÜSS-ÜL ESAS Hakiki sağlam temel.
ÜSS-ÜL HAREKÂT Askerî harekâtın başlangıcına esas olan yer.
ÜSTAD (Üstaz) İlim veya san’atta üstün olan kimse. Usta, san’atkâr. Muallim, profesör. Bilgide veya san’atta veya amelde meharetli zât.
ÜSTAD-I A’ZAM En büyük üstad. Muallimlerin en üstünü ve reisi olan.
ÜSTAD-I EZELÎ Cenab-ı Hak. Bütün ilim ve bilgilerin, marifetlerin öğreticisi. Alîm-i Mutlak ve Hakîm-i Ezelî.(… Hem maden-i kemalât ve muallim-i ahlâk-ı âliye olan o dellâl-ı vahdaniyet ve saadet kendi kendine söylemiyor, belki söylettiriliyor. Üstad-ı Ezelîsinden ders alır, sonra ders verir… M.)
ÜSTAD-I KÜLL Herkesin üstadı. Her çeşit ilimde çok ileri bilgisi olan.
ÜSTAD-ÜL BEŞER Beşerin bütün insanlığın üstadı, hocası, daha bilgili ve ârif. Muhammed Aleyhissalâtü Vesselam.
ÜSTADANE f. Üstâda yakışır surette. Ustaca.
ÜSTADÎ f. Üstadlık, ustalık.
ÜSTAH f. Edebsiz, hayasız, utanmaz kimse.
ÜSTAM f. Güvenilir, itimad edilir, inanılır, emin. * Gümüş veya altından yapılmış üzengi, at eyeri.
ÜSTİBAH Masura.
ÜST PERDEDEN BAŞLAMAK Ağız bozmak, sert konuşmak.
ÜSTUN f. Direk. Sütun.
ÜSTUR f. At, katır davar gibi dört ayaklı hayvan.
ÜSTURE Edb: Efsane, uydurma hikâye demek olan “esâtir” kelimesinin müfredidir.
ÜSTÜHAN f. Kemik.
ÜSTÜHANPÂRE Kemik parçası.
ÜSTÜKUS (C.: Üstükusât) Cevher, madde, asıl. * Geometri.
ÜSTÜMM (C.: Esâtim) Deniz suyunun toplandığı yer.
ÜSTÜMME Orta, vasat.
ÜSTÜRE f. Ustura.
ÜSTÜVANE Geo: Silindir. Direk şeklindeki sütun. İçi boş direk şekli.
ÜSTÜVAR f. Kuvvetli, dayanıklı, sağlam, muhkem. * Güvenilir, itimad edilir.
ÜSTÜVARİ f. Sağlam, kuvvetli, emniyetli.
ÜSUN Suyun tad ve renginin değişmesi. * Bir kimse kuyuya girdiğinde buharından veya murdar kokulardan dolayı aklının gitmesi.
ÜSÜR Yara izi. * Kılıcın rengi ve cevheri.
ÜSVE(T) Beraberlik. * Halka reis olmak. * Dert ortağı. Sâdık arkadaş. Manevî tabib. * Nümune ve örnek tutulacak olan insan.
ÜŞABE Irkı, nesebi karışık adam. * Karışık cemaat. * Rüşvet ve hırsızlık gibi yollarla elde edilen kazanç.
ÜŞBE Kurt, böcek.
ÜŞER Dişlerini birbirine sürüp keskinleştirmek.
ÜŞGULE Uğraşılacak iş. Meşguliyet.
ÜŞGUR f. Oklu kirpi.
ÜŞHUB Süt sağılırken çıkan ses.
ÜŞKUFE f. Çiçek.
ÜŞKUH f. Ululuk, büyüklük, şan ü şeref.
ÜŞKÜFTE f. Açılmış çiçek.
ÜŞKÜR Mest içine dikilen astar.
ÜŞNE Yosun.
ÜŞTÜLÜM f. Kavga, gürültü.
ÜŞTÜLÜMKÂR f. Kavgacı, gürültücü.
ÜŞTÜR f. Deve.
ÜŞTÜRBÂN f. Deveci.
ÜŞTÜRDİL f. Kinci, fesatçı, hasedçi.
ÜŞTÜREK f. Dalga. Mevc.
ÜŞTÜRGAV f. Zürafa.
ÜŞTÜRHU f. Deve huylu. Kinci, hased eden.
ÜŞTÜRMURG f. Deve kuşu.
ÜTAM Sidik tutulması. İdrar tutukluğu.
ÜTRUR Subaşı oğlanı.
ÜVAM Susuzluk.
ÜVERA’ Ateş ve güneş harareti. * Susuzluk harareti.
ÜVEYL Çığlık, vâveylâ.
ÜVEYS-EL KARANÎ Hz. Ebu Bekir ve Ömer (R.A.) devirlerinde Medine-i Münevvere’de çok hürmet gören ve Tabiînin büyüklerinden olup hadis-i şerif ile medh ü senâsı yapılan büyük bir veli. Peygamberimiz (A.S.M.) zamanında yaşamış ise de vâlidesine çok hürmetinden dolayı Peygamberimizle görüşememiş, fakat ona bütün ruh u canı ile bağlı kalmıştır. Sıffîn Muharebesinde Hz. Ali’nin (R.A.) askerleri arasında şehid düşmüştü. (Hi: 37) Veys diye de anılır.
ÜVEYSÎ (Üveysî tarzı) Veysel Karanî Hazretleri gibi sevdiği ve kendisine bağlı olduğu zatı görmeden ve gaybî olarak olan muhabbet ve bağlılık; ve bu muhabbetle bağlı olduğu zattan manevî feyz almak tarzı.
ÜYEL (C: Eyâyil) Dağ keçisi.
ÜZANİ Kulakları büyük olan adam. (Merkepten kinaye olarak söylenmiştir.)
ÜZEYR (A.S.) Kur’an-ı Kerim’de ismi bulunan büyük zâtlardandır. Peygamber olup olmadığı hakkında ihtilâf vardır.
ÜZFUR (C.: Ezfâr-Ezâfir) Tırnak.
ÜZLUFE (C.: Ezâlif) Sarp kayalı yer.
ÜZN Kulak. İşitme organı.
ÜZN-Ü DÂHİLÎ İç kulak.
ÜZUF Yakın olmak, yaklaşmak.

__________________
all the best.




Konu YeşiL6 tarafından (15.08.2015 Saat 09:59 ) değiştirilmiştir.
YeşiL6 isimli Üye şimdilik offline konumundadır Alıntı ile Cevapla
Alt 27.07.2015, 13:51   #4 (permalink)

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Osmanlıca Kelimeler


VÂCİB: Gerekli, zorunlu olan, yerine getirilmesi her Müslüman için gerekli ve zorunlu olan Allah‘ın emirleri.
VÂCİBÂT: Yapılması gerekli olan şeyler, farzlar.
VÂCİBU’L-VÜCÛD: Vücudu mutlak var olan, yokluğu mümkün olmayan Allah.
VADİ: 1. Bir nehrin yatağı. 2. İki dağ arasındaki uzun çukur. 3. Yol, tarz, metod, dere.
VAFTİZ: Hıristiyanlığa yeni girenin ve çocuğunun dine girmesi için gerekli sayılan, suya sokma töreni.
VAHDET: 1. Birlik, bir ve tek olma. 2. Yalnızlık, kendi kendine kalış.
VAHDET-İ VÜCUD: Varlıkların tek asıldan çıkma inanışı.. Tasavvufî bir görüş. Varoluşun tek kaynağa bağlılığı.
VAHİM: Ağır, sonu tehlikeli, çok korkulu.
VAHİY: İlâhî bilgi Allah‘tan peygamberlere gelen özelliği, Allah‘ın dilediği şeyleri peygambere bildirmesi.
VAÎD: İyiliğe sevk veya kötülükten kurtarmak için ileride olacak kesin hadiseleri haber vererek korkutmak, Cehennemi haber vermek.
VAKAR: Ağırbaşlılık, kalp rahatlığı.
VÂKİ: 1. Vuku bulan, olan. 2. Olağan, olmuş, mevcut.
VÂLİD: Baba, doğurtan.
VALİDE: Ana, doğuran.
VALİDEYN: Ana-baba.
VÂRESTE: Afvedilmiş, halâs bulmuş, kurtulmuş, rahat, serbest.
VÂRİD: 1. Ulaşan, yetişen, gelen, erişen. 2. Akla gelen. 3. Bir şey hakkında söylenen, uygulanan.
VÂSIL: Ulaşan, erişen, kavuşan.
VASIYYET: Bir işi birisine havale etmek, emir, bir malı veya menfaati ölümden sonrası için bir kişiye veya hayır cihetine teberru yolu ile temlik etmek.
VASÎYLE: Cahiliye döneminde bir koyun dişi doğurursa yavru sahibinin, erkek doğurursa ilâhlarının olurdu. Koyun dişi ve erkek yavru doğurduğu takdirde dişi yüzünden erkek yavru da kurban edilmezdi. Buna vasîyle denirdi.
VATI’: Ayak altına alıp çiğneme, uygun hale getirme, cima.
VEBAL: Günah, zarar, ziyan, şiddet, ağırlık, azap, doğru olmayan bir hareketin manevî sorumluluğu.
VECD: 1. Aşk, muhabbet. 2. Kendinden geçmek, kendini unutacak kadar aşk hâli.
VECH: 1. Yüz, çehre, surat. 2. Tarz, üslub. 3. Alın, ön, satıh, cephe.

VECİBE: Çok gerekli ve şart olan şey. Borç hükmünde olan görev, yapılması mecburi iş.
VECİZ: 1. Özdeyiş. 2. Kısa, toplu.
VEDÛD: Çok şefkatli, kendisine çok sevgi beslenen. Esmâ-i hüsnâdan.
VEFD: 1. Delege, murahhas, elçi. 2. Gelme, vurma, ulaşma. 3. Hususi bir işle başkasının yanına varma, elçilik.
VEHBÎ: Doğuştan, Allah vergisi, çalışmakla kazanılmayıp Allah‘ın lütfu ile olan.
VEHHAB: Çok fazla bağışlayan, ihsan eden, Allah‘ın isimlerinden biri.
VELÂYET: Veli olan kimsenin hali, dervişlik, dostluk, sadakat, başkasına sözünü geçirmek.
VELED: Erkek çocuk, oğul, çocuk.
VELED-İ ZİNÂ: Meşru olmayan birleşmeden doğan çocuk, nikah dışı birleşmeden doğan çocuk.
VELİ: 1. Sahip, malik, evliya, koruyucu, muhafaza eden, küçük çocukların durumundan sorumlu kişi, baba, ata. 2. Velâkin, fakat, amma.
VELİYYÜ’L-EMİR: Emir veren, emir sahibi olan.
VELYETME: Birbiri ardı sıra gitmek birini takip etmek.
VESÎLE: Bahane, sebep, fırsat, uygun durum.
VESVESE: Kuşku, kuruntu, tereddüt.
VETER: Yay kirişi.
VEYL: Vay haline, yazık, hüzün ve hüsran. Cehennemde bir çukurun adı.
VEYLETTİRMEK: Birbiri ardı sıra götürmek, birbiri ardı sıra gelmeyi sağlamak.
VİKAYE: Koruma, koruyuculuk, sahip olma, arka çıkma, kayırma.
VİLÂDET: Doğmak, doğuş, dünyaya gelmek, doğurmak.
VİLÂYET: 1. İl. 2.Velilik, ermişlik. 3. Veli olan kimsenin hali. 4. Başkasına sözünü geçirme.
VİRD: Sık sık ve devamlı okunan dua.
VİSÂL: Kavuşma, sevdiğine ulaşma, ayrılıktan kurtulma.
VİZR: Günah, yük, ağırlık, yük götürmek, sırta vurulan ağır yük.
VUKUF: Bir şeyi bilme, öğrenmiş olma.
VUSTÂ: Orta.
VÜCÛD: Varlık, var olmak, bulunmak, cesed, cisim, ten, gövde.

YAB f. “Yaften: Bulmak” mastarından emir kökü olup, birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Şifayab $ : Şifa bulan, iyileşen.
YABAN f. Çöl, sahra.
YABANİ Yabana mensub. Issız yerlerde yaşıyan. Yabancı, alışmamış.
YABENDE f. Bulan, bulucu. * Keşfeden, kâşif.
YABİS Kuru.
YABNAK f. Bulan, bulucu.
YA’BUB Hızla akan nehir. * Suyu çok olan ark. * Bulut. * Hızla giden at.
YÂD f. Anma. Hatırda tutma. Zikretme. * Hediye. * Hâtıra. * Hatır, gönül. * Uyanıklık.
YÂD-İ HAZİN Hüzünlü hâtıra.
YÂD-I ŞEBÂBET Gençlik hâtırası.
YAD-BUD f. Armağan, yâdigâr.
YADBÜD f. Hâfıza kuvveti.
YADDAR f. Hatırda tutan, unutmayan.
YADDAŞT f. Hatırda tutulan şey. Hâtıra.
YADE f. Hâtıra.
YADİGÂR Hatıra. Bir kimseyi veya bir şeyi hatırlatan.
YADKERD f. Hazırlama.
YA EYYÜHEL HOTO Ey vahşi, kaba dağ adamı!
YAFE f. Saçma ve mânasız söz.
YAFES Hz. Nuh’un (A.S.) üçüncü oğlu. Tufandan sonra Hazar Denizinin kuzeyinde yerleşmiştir.
YAFTE f. “Bulunmuş, bulmuş, bulunan” mânalarına gelir ve birleşik kelimeler yapılır. Meselâ: Şeref-yafte $ : f. Şeref bulmuş.
YAFUF Turaç kuşunun yavrusu.
YAFUH Bıngıldak. Yeni doğan çocukların baş kemiklerinin arasındaki yumuşaklık.
YA’FUR (C.: Yaâfir) Tüyleri toprak renginde olan ceylân. * Ceylân yavrusu. * Gecenin beşte veya altıda bir bölümü. * Peygamberimizin merkebinin adı.
YAĞFİRULLAH Allah mağfiret eyler, eylesin, günahlarını örtsün (meâlinde söylenir).
YAĞMA f. Zorla mal alma, çapul. * Bir Türk boyu.
YAĞMAGER (C.: Yağmagerân) f. Çapulcu, yağmacı, zorba.
YAĞMAGERÎ f. Çapulculuk, yağmacılık.
YAH f. Buz.
YAHAMİM (Yahmum. C.) Kara dumanlar.
YAH-AVER f. Buzlu şerbet, buzlu su.
YAHBESTE Buz tutmuş, donmuş, buz bağlamış.
YAHÇE f. Donmuş yağmur taneleri, dolu taneleri.
YAHMUM (C.: Yahâmîm) Kara duman. * Tütün. * Kara nesne.
YAHMUR Yaban eşeği.
YAHNİ f. Et yemeği, yahni. * Azık, zahire. * Pişmiş şey.
YAHPARE f. Buz parçası.
YAHTE f. Benzer, misil, eş, nazir. * Oda. * Küçük küp.
YAHTEMİL İhtimal.
YAHUD f. İsterseniz, veyâ. İyisi.
YAHUDİ Hz. Yakub’un (A.S.) oğullarından Yehuda’ya mensub olan. Benî İsrail. Musevî. (Bak: İsrail)Yahudilerin vaziyetlerine ve seciyelerine işaret eden âyetler şunlardır: 2: 60-66 arası. 5: 62-64 arası ve 17: 4.(Yahudilere müteveccih şu iki hükm-ü Kur’anî, o milletin hayat-ı içtimaiye-i insaniyede dolap hilesiyle çevirdikleri şu iki müdhiş düstur-u umumîyi tazammun eder ki, hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeyi sarsan ve sa’y ü ameli, sermaye ile mübareze ettirip, fukarayı zenginlerle çarpıştıran, muzâaf riba yapıp bankaları te’sise sebebiyet veren ve hile ve hud’a ile cem-i mal eden o millet olduğu gibi, mahrum kaldıkları ve daima zulmünü gördükleri hükümetlerden ve galiplerden intikamlarını almak için her çeşit fesat komitelerine karışan ve her nevi ihtilâle parmak karıştıran yine o millet olduğunu ifade ediyor. S.)
YAHYA (A.S.) Zekeriya’nın (A.S.) oğludur. Benî İsrail Peygamberlerinden ve İsa Aleyhisselâm’ın şeriatı ile amel edenlerden olmuştu. Hz. İsa’dan (A.S.) önce Tevrat’a göre hareket ederdi. Kudüs’ün o zamanki reisi, Hz. Yahya’nın, Hz. Musa şeriatı üzere amel etmediğini ileri sürdüklerinden şehid ettiler.
YAHYAH “Beri gel” demektir.
YAİS (Ye’s. den) Ümitsiz, kederli, me’yus.
YAKAZA (Bak: Yakza)
YAKAZAN Uyanık kimse. * Tozu yükselen toprak.
YAKIK Katı nesne.
YAKITÎ (YAKUTÎ) Kırmızı üzüm.
YAKIZ (C.: Eykâz) Uyanık.
YAKÎN Şüphesiz, sağlam ve kat’i olarak bilmek.(Yakîn: Ma’rifet ve dirayetin ve emsalinin fevkinde olan ilmin sıfatıdır. İlm-i yakîn denir, ma’rifet-i yakîn denilmez. Ayn-el yakîn: (kelimenin merfu hali ayn-ul yakîndir.) Göz ile görür derecede veya görerek, müşahede ederek bilmek. Meselâ; uzakta bir duman görüyoruz. Orada ateşin varlığını ilmen biliyoruz, demektir. Bu bilme derecesine ilm-el yakîn deniyor. Ateşe yaklaşıp, gözümüzle görürsek, ona ayn-el yakîn bilmek deniyor. Daha da ilerliyerek bütün hislerimizle ateşin varlığını anladık ise; ateşin yakması ve sâir sıfatlarını da bildik ise, bu nevi’den olan ilmimizin derecesine de hakk-al yakîn deniyor. (Hakkalyakîn: Abdin sıfatları, Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarında fâni olup, kendisi onunla ilmen ve şuhuden ve hâlen beka bulmaktadır. Ö. Nasuhi)
YAKÎNEN Hiç şübhesiz olarak, kat’i surette.
YAKÎNÎ Şüphe edilmeyecek ilmî halde, hiç şeksiz bilinmeğe dair.
YAKÎNİYYÂT Yakînî bir surette bilinenler.
YAKTÎN Kabak, kavun ve karpuz gibi dalları yerde yayılan bir nebat adı.
YA’KUB (A.S.) Kur’an-ı Kerim’de adı geçen peygamberlerdendir. Yusuf Aleyhisselâm’ın babası ve İshak Aleyhisselâm’ın oğludur. Bir adı da İsrail olduğundan bu sülâleden gelenlere İsrail oğulları mânasına, Benî İsrail denilmektedir. Büyük oğlunun adı Yehud olduğundan sonradan bunlara Yahudi denilmiştir. (Bak: Yusuf A.S.)
YAKUT Çeşitli renkleri olan kıymetli bir süs taşı.
YAKUT-U MÜZAB Erimiş yakut. * Göz yaşı. * Kan. * Kırmızı şarap.
YAKUT-U ZERD Sarı yakut. * Güneş.
YAKZA Uyanıklık. Dikkatte olma.
YAKZÂN Uyanık.
YAKZATEN Uyanık olarak. Şuurlu ve dikkatli surette.
YÂL f. Kuvvet, güç. Boyun, gerdan.
YÂL Ü BÂL Boybos düzgünlüğü.
YALAK Hayvanların su içmelerine mahsus içi oyuk kütük veya taş. Çeşmelerin musluğu altına konulan tasa da bu ad verilir.
YALAN (Bak: Kizb)
YALDIZ t. Cilâ. * Parlatmağa yarıyan şey.
YALE f. Sığır boynuzu.
YA LEYTE Keşke, ne olurdu.
YALMEND f. Aile reisi. Aile başkanı.
YA’LUL (C.: Yeâlil) Beyaz bulut. * Su üzerinde peydâ olan kabarcık. * Çift hörgüçlü deve.
YALVANE f. Kırlangıç kuşu.
YAM f. Posta beygiri.
YAMAK Yardımcı, yardak, muavin.
YA’MELE İşe dayanıklı cins dişi deve.
YA’MUR (C.: Yeâmir) Bir nevi ağaç. * Oğlak. Kuzu.
YAMUR Başının ortasında bir sürü boynuzları olan bir cins geyiğin erkeği.
YAN f. Hastanın sayıklaması.
YANESUN Anason otu.
YANİ’ Kıvama gelmiş, olmuş. Pişkin.
YA’Nİ (Yâni) Bundan maksat, demek, demek isteniyor ki.
YANKESİCİ Biçimine getirerek insanın üzerinden gizlice birşey çalan hırsız.
YÂR f. Dost, ahbab, tanıdık. * Yardımcı. * Âşık. Mâşuk, sevgili.
YÂR-I BÎVEFÂ Vefasız dost.
YÂR-I CİHAR (Bak: Çar yâr)
YÂR-I GAR Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın en sâdık sahabesi Hazret-i Ebubekir Radıyallahü Anh’ın ünvanı. Hicret esnasında en tehlikeli bir zamanda mağaraya girdiklerinde Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’a sadakatla hizmet ettiğinden bu nam ile anılır. (Bak: Sıddık)
YÂR-I KADÎM Eski dost.
YARA f. Güç, kuvvet, kudret, takat.
YÂRÂN f. Dostlar. Sâdık arkadaşlar. Sevgililer.
YÂRÂN-I AŞK Âşıklar, aşk dostları.
YÂRÂN-I SAFÂ Zevk ve eğlence ile vakit geçiren dostlar. Safâ dostları.
YARANE f. Dostça.
YÂRE f. Bilezik.
YÂRE Yara.
YÂRE-İ HİCRAN Ayrılık yarası.
YAREK f. Dölyatağı. Meşime.
YARI ÜMMİ Yazıyı tam yazamayan. * İlmi daha ziyade ilhama istinad eden.
YÂRÎ f. Yardım. * Dostluk.
YARMEND f. Dost, muin, yardımcı.
YARRES f. İmdada yetişen.
YASEMİN f. Güzel kokulu, beyaz ve güzel çiçekler açan sarmaşık cinsinden bir ağaç.
YASIB Yeşim taşı.
YASIF Yeşim taşı.
YASİN Yâ Seyyid yâ insan gibi muhtelif manalar rivayet edilir. Şifredir Hazret-i Peygamber’in (A.S.M.) fıtraten, hilkaten, edeben ve ahlâken en yüksek olduğu herkesçe bilindiğinden bu isim kendisine verilmiştir. (Bak: Huruf-ı mukattaa)
YASİN SURESİ Kur’an-ı Kerim’in 36. suresinin ismidir. Mekkîdir.
YASİR Sol tarafa giden.
YA’SUB Arı beyi. * Emir, bey, reis. * Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm’ın bir atının ismi. * Atın alnındaki beyazlık. * Bir nevi kuş.(Karıncayı emirsiz, arıyı ya’subsuz bırakmayan Kudret-i Ezeliye; elbette beşeri nebisiz bırakmaz. M.)
YÂVE f. Hezeyan. Yalan. Yaygara. Saçma sapan söz. * Sahipsiz hayvan.
YÂVE-GÛ (C.: Yâve-guyân) f. Saçmasapan konuşan, saçmalayan.
YÂVER f. Yardımcı. Mededkâr. İmdatçı. * En yakın memur. * Devlet büyüklerinin yanında bulunan en yakın memur.
YÂVER-İ EKREM Cenab-ı Hakk’ın emrinde çalışan en makbul yâver, en kerim olan Hazret-i Muhammed. (A.S.M.)
YÂVERÂN (Yâver. C.) f. Yâverler. Yardımcılar.
YÂVERÎ f. Yâverlik, yardımcılık.
YAVUZ şiddetli yanan. * A’lâ, fevkalâde. * Pek sert.
YAZDEH f. Onbir.
YAZDEHÜM f. Onbirinci.
YA’ZİD Acı marul.
YEAKİB (Ya’kub. C.) Erkek keklikler.
YEALİL (Ya’lul. C.) Suları berrak ve saf akan göller. * Beyaz bulutlar. * Su üzerinde meydana gelen kabarcıklar. * Çift hörgüçlü develer.
YEASİB (Ya’sub. C.) Reisler, başkanlar, başlar. * Arıbeyleri.
YEBAB f. Yıkık, bozuk, harap, virâne.
YEBAN f. Sahra, çöl. * Issız ve tenha yer.
YEBANİ f. Görgüsüz, kaba. * Yabâni, kırlarda biten. * Sıkılgan, ürkek. (Bak: Yabani)
YEBES Sonradan kuruyan yaş mevzi.
YEBREM “Gelberi” ismiyle bilinen bir cins demir kürek.
YEBS Islak şeyin kuruması.
YEBUSET Kuruluk, nemsizlik, rutubetsizlik.
YE’CÜC VE ME’CÜC Kur’ân-ı Kerim’de bahse konu edilen ve kısa boylu olacakları söylenen, ortalığı fitne ve anarşiye boğacak olan bir kavmin adı.
YED El. * Mc: Kuvvet, kudret, güç. * Yardım. * Vasıta. * Mülk.
YED-İ BEYZÂ Musa Aleyhisselâm’ın mu’cize olarak gösterdiği beyaz ve parlak eli. Bu tabir mecaz olarak keramet ve hârikulâde haller ve meziyetler hakkında kullanılır.
YED-İ EMİN Kanunen güvenilir kimse olarak seçilen şahıs. * Mahkemece kendisine bir şey emanet olunan kimse. * Emniyetli, tehlikesiz ve korkusuz yer. * Hz. Muhammed’in (A.S.M.) bir lâkabı.
YED-İ KUDRET Allah’ın kudreti ve kudretinin tasarrufu.
YED-İ RAHMET Rahmet eli, Rahmetle ihsan edilmesi.
YED-İ TASARRUF Sahibolma, sâhiblik.
YED-İ TULÂ En uzun el. * Geniş nüfuz. * Tam, çok geniş ilim ve ihtisas. * Büyük kudret.
YEDAN Eller. İki el.
YEDEYN İki el.
YEDİYY El ile dokunmuş.
YEDULLAH Cenab-ı Hakk’ın kudreti, yardımı.
YEFA’ Yüksek yer.
YEFEN Bunak adam.
YEFTENC Sevgililerin zülüfü kendisine benzetilen siyah renkli büyük bir yılan.
YEGÂN f. (Yek. C.) Birler. Tekler. Teker teker.
YEGÂNE Tek, bir.
YEGÂNE-GÎ f. Teklik, yegâne ve tek oluş.
YEGÂN YEGÂN f. Ayrı ayrı. Birer birer.
YEGDEN f. Birden, birdenbire.
YEGUS Nuh Aleyhisselâm’ın kavmine ait bir put.
YEHHİR Katı ve sert taş. * Serap.
YEHMA Sahra, çöl.
YEHMUM Kömür gibi simsiyah olan şey. * Zifir ve kara duman. * Cehennem ahalisini ihata eden perde.
YEHMUR Çok sözlü, çok konuşan adam. * Çok çalışkan ve işe cür’etli olan kişi. * Yeri götüren balık.
YEHR İnat etmek.
YEHUD Yakub (A.S.) ın büyük oğlunun adıdır. (Bak: Ya’kub)
YEİS (Ye’s) Ümitsizlik. (Bak: Ye’s, Himmet)
YEK f. Bir, münferid. * Bir oluş, birlik.
YEK-ÂVÂZ f. Tek sesli, bir sesli. * Mc: Bir tarzda, bir şekil üzerine. * Edb: Başından sonuna kadar aynı kuvvette güzel olan manzume.
YEKÂYEK f. Birer birer. Tek tek. * Ansızın.
YEKBAR (Yekbâre) f. Bir defa, bir kere. Bir defada.
YEKCİNS f. Aynı cinsten.
YEKÇEŞM Tek gözlü. * Âhir zamanda gelecek olan Deccal’ın bir ismi. “Sadece dünya hayatını şiddetle isteyip âhireti unutan ve inkâr eden” meâlinde mecazen söylenilmiştir. * Güneş. (Bak: Deccal)
YEKDANE f. Eşi, benzeri olmayan. Tek.
YEKDEM f. Bir nefes, çok az, çok kısa.
YEKDEST f. Bir elli, tek elli. * Bir çeşit, bir cins. * Eskiden yapılmış bir çeşit rende.
YEKDİĞER Bir başkası.
YEK-DÜ-SE f. Bir-iki-üç.
YEKE f. Yalnız, bir, tek.
YEKNESAK Devamlı aynı halde olan. Biteviye. Değişmez bir hal.(Yeknesak istirahat döşeğindeki hayat, hayr-ı mahz olan vücuddan ziyade şerr-i mahz olan ademe yakındır ve ona gider. L.)
YEKPA f. Tek ayaklı. Topal.
YEKPARE Tek parçadan meydana gelen. Bütün. Parçasız.
YEKREH f. Riyasız, doğru.
YEKRİŞTE f. Uygun, muvafık, yaraşır. * Şefkatli.
YEKRU(Y) f. İki yüzlülük yapmayan, riyasız. * Hâlis ve itimad edilir dost.
YEKRUZ f. Bir günlük. Geçici, muvakkat.
YEKSAL f. Bir yıllık. Bir yaşında.
YEKSAN Beraber. Bir. * Düz. * Her zaman.
YEKSER f. Baştan başa. * Ansızın. * Yalnız başına.
YEKSÜVARE (C.: Yeksüvârân) Yalnız başına ata binen. * Mc: Arkadaşı olmayan kimse.
YEKŞEBE f. Bir gecelik.
YEKTA Tek, yalnız, eşsiz. * Bir kat.
YEKTENE f. Tenha, yalnız başına.
YEKÛN Toptan, hepsi. Netice. Toplam. (Arapçada; olur-oluyor mânâsınadır)
YEKVÜCUD Tek kişi gibi. Hep birden.
YEKZEBAN Söz birliği. Ağız birliği. Sözde beraberlik. * Aynı dili konuşan. Bir dilde.
YEL (C.: Yelân) Pehlivan. şampiyon.
YELAN (Yel. C.) f. şampiyonlar, pehlivanlar.
YELDA f. Uzun.
YELE f. Kuvvetle saldıran. * Otlağa salınmış hayvan sürüsü. * Koşan, koşucu, seğirten. * Bazı hayvanların ensesindeki kıllar.
YELEB Beyaz deve. * Polat demir. * Toplamak, cem’etmek. * Deriden yapılmış cübbe, zırh ve gömlek. * Kalkan.
YELEK(A) Her nesnenin beyazı. * Beyaz keçi.
YELEL Üst dişlerin kısa olması.
YELEM Aslâ yemişi olmayan sert ve katı ağaç.
YELENDED Etli, semiz kimse.
YELMA’ Yalancı. * Serap.
YELMEK (C.: Yelâmık) Kalın kaftan.
YELEMLEM Deri. * Bir yerin adı. (Yemenliler ihramı orada giyerler.)
YELPEZ Yelpaze. * Serinletmek için el ile havalandırma âleti.
YELTENMEK t. Bir şeye başlamağa niyet etmek. Teşebbüse kalkışmak. Özenmek. Taklide çalışmak.
YEMAME Ehlî güvercin.
YEMEN Arap diyarında bir vilayet ismi.
YEMHUR Uzun boylu adam. * İt sineği.
YEMİN Sözü Allah’ı (C.C.) zikrederek kuvvetlendirmek. Kasem. * El tutuşarak, Allah’a bağlılıklarını bildirerek, Allah’a ve birbirlerine söz vererek ahitleşmek. * Mübarek. * Sağ taraf, sağ el.
YEMİN-İ LÂĞV Alışkanlıkla veya dil sürçmesiyle veya sehven yapılan yemindir (ki; şer’an kefâret lâzım gelmez).
YEMM Deniz, bahir, derya, umman. * Güvercin kuşu.
YEN’ Yemişin olgunlaşması.
YENABİ’ (Yenbu’. C.) Kaynaklar, pınarlar, çeşmeler. * Kedi yavruları.
YENABİ’-İ ULÛM İlim kaynakları, çeşmeleri.
YENARIK Yassı bilezik.
YENBAGİ Münasib, uygun, şâyân. Lâzımgelir, icab eder, gerekir.
YENBU’ (C.: Yenâbi) Pınar, kaynak. * Kedi yavrusu.
YENBUB Dikenli bir ağaç.
YENGEÇ t. Çok ayaklı ve yan yan yürüyen, başının iki tarafında iki kıskacı olan deniz veya durgun sularda yaşayan bir küçük hayvan.
YENHUB Korkak.
YENME (C.: Yünem) Bir nevi ot.
YERA (Yerâa. C.) Yontulmamış kamış kalemler. Kamışlar. * Ateşböcekleri.
YERA’ Sığır buzağısı.
YERAA (C.: Yerâ) Kamış düdük. * Yontulmamış kalem.
YERABİ’ (Yerbu’. C.) Tarla fareleri.
YERBU’ (C.: Yerabi’) Arap tavşanı adı verilen yaban faresi.
YEREKAN Sarılık hastalığı. * Ekin âfetlerinden bir âfet.
YERER Katı ve sert nesne.
YERHAMÜKÜMULLAH “Allah (C.C.) size rahmet ve merhamet eylesin” meâlinde dua olup, aksıran kimseye söylenmesi sünnettir. (Bak: Teşmiyet)
YERHUM Erkek kartal.
YERKU’ Şiddetli açlık.
YERMA’ (C.: Yerâmi) Alçı taşı.
YERUN Ağu, zehir. * Aygır suyu.
YE’S Emelinden kesilmek. Ümidsizlik. Nevmid olmak. Matlubunun hâsıl olmasına ümidini kesmek.(Arkadaş! Amele ve taate muvaffak olmayan azaptan korka, ye’se düşer. Böyle me’yusun gözüne, dinî mes’elelere münafi edna ve zayıf bir emare, kocaman bir bürhan görünür. Böyle birkaç emareyi elde eder etmez; diğer emarelerin saikasıyla ilân-ı isyan ederek İslâm dairesinden çıkar, şeytanın ordusuna iltihak eder. M.N.) (Bak: Ucb)
YESAG f. Kanun, nizam. * Yasak.
YESAR Sol, sol el. * Varlık, zenginlik. * Gençlik. * Bolluk. * Kolaylık.
YESARET Zenginlik. * Kolaylık.
YESARÎ Sola ait. Sol ile alâkalı.
YE’S-AVER f. Ümitsizlik veren. Me’yus eden.
YESBEHUN Yüzerler. (manasında)
YE’S-EFZA Kederi, ye’si ve elemi artıran.
YESER Kolaylık, sühulet. * Birinin sağ tarafından gelme. * Yün, ip gibi şeyleri bükme.
YESİR Az şey, az, kalil. * Kumarbaz. * Kolay.
YESR Öldürmek.
YESRİB Medine-i Münevvere’nin müslümanlıktan evvelki ismi. (Bak: Medine)
YESSİR Kolaylaştır (meâlinde duâ).
YESTEUR Medine yakınında bir yer. * Deve sağrısına yapılan palas. * Belâ. * Bâtıl. * Misvak ağacı.
YESUR Kumarbaz.
YEŞB (YEŞF-YEŞM) Yeşim denilen taş.
YEŞK f. Köpek dişi adı verilen sivri diş.
YETAMA (Yetim. C.) Yetimler. Babaları ölmüş çocuklar.
YETEM (Bak: Yütm)
YETİM Babası ölmüş olan çocuk. * Tek, eşsiz, yalnız. (Çocuk baliğ olduktan sonra yetimlik ondan kalkar. Anası ölene ise daha çok öksüz denir.)
YETİM-ÜT TARAFEYN Anası ve babası ölmüş çocuk. Anadan babadan yetim kalmış çocuk.
YETİME Yetim kız. * Eşsiz.
YETİM-HÂNE f. Yetim çocukların bakılıp beslendiği yer.
YETN Doğum ânında çocuğun ayaklarının evvel çıkması.
YETU’ Sütleğen otu.
YEUK Nuh Aleyhisselâm’ın kavminin putlarından bir putun ismi.
YEUS (Ye’s. den) Ümitsiz, ümidi kesilmiş, me’yus.
YEVM Gün. Yirmidört saatlik zaman. * Sene. * Asır. Devir. * Devre.
YEVM-İD DİN Din günü, ceza günü, mâneviyat günü.(…Nasıl dünya; maddiyat ve maddî harekâtın ve amellerin günüdür. Elbette o harekâtın neticelerini ve o hizmetlerinin ücretlerini ve o maneviyatın semeratlarını, belki o fâniyat ve zailâtın bâki ve dâimî eserlerini ve âlem-i misal sinemasıyla ve fotoğrafıyla alınan umum o fâniyat ve zaillerin sahife-i amellerini gösterecek ve neşredecek bir gün gelecektir, diye ifade ediliyor. E.L.)
YEVM-İ FASL İnsanların kısım kısım ayrıldığı ve davalarının halledildiği kıyamet günü. Bundan başka kıyamet gününe aşağıdaki isimler de verilir: Yevm-ül cem’, yevm-ül cevab, yevm-ül cezâ, yevm-üd din, yevm-ül ahd, yevm-ül feza-ul ekber, yevm-ül haşr, yevm-ül hisâb, yevm-ül ivaz, yevm-ül karar, yevm-ül karia, yevm-ül kıyam, yevm-ül kıyame, yevm-ül mev’ud, yevm-ül miâd, yevm-ül misak, yevm-ül mizan, yevm-ül va’d, yevm-ül vâkıa, yevm-üs suâl, yevm-ül arz.
YEVM-İ MİSAK Sözleşilen gün. * Kıyâmet Günü.
YEVM-İ NÜŞUR Kıyamet günü, mahşer günü. Herkesin amel defterinin açılıp neşredilip gösterileceği gün.
YEVM-İ ŞEVK Şaban-ı Şerifin otuzuncu günü. Ramazan olması zannedilip ancak hilâl görülmedikçe oruç tutulması münasib olmayan gün.
YEVM-İ TENAD Kıyamet günü.
YEVM-ÜL FETİH Fetih günü. * Mekke-i Mükerreme’nin fethi.
YEVM-ÜL HAMİS Perşembe günü. Beşinci gün.
YEVM-ÜL HULUD Kıyamet günü.
YEVM-ÜL HURUC Kıyamet günü.
YEVM-ÜN NAHR Zilhiccenin onuncu günü.
YEVM-ÜT TELÂKİ Kıyamet günü. Ruz-u mahşer.
YEVMEN FE YEVMEN Günden güne, gittikçe.
YEVMÎ Günlük. Güne ait.
YEVMİYE Gündelik. Bir günlük çalışmanın neticesi alınan ücret. * Günlük hadiseleri günü gününe kaydetmeğe yarıyan defter, gazete.
YEZ f. Bağ, bahçe, tarla vs. gibi arazilerin etrafına çekilen dikenli çalı. Çit.
YEZDAN f. Cenab-ı Hak. * (Mecusilerce) : Hayırları yaratan hayır ilâhı dedikleri mevhum mâbud.
YEZDANÎ İlâhî. Yezdan’a ait ve müteallik.
YEZEK f. Bekçi, gece bekçisi.
YEZİD (Hi: 26-64) Hz. Muaviye’nin (R.A.) oğlu ve Emeviye Devletinin ikinci halifesi. Şam’da doğdu. Zamanında Kerbelâ hâdise-i elîmesi meydana geldi.
YEZİD BİN EBİ SÜFYAN Ebu Süfyan’ın oğlu. Hz. Muaviye’nin büyük kardeşi idi. Ashab-ı kiramdan ve çok sâlih bir zât olup, Mekke-i Mükerreme’nin fethinde müslüman oldu. Hazret-i Ebu Bekir-is Sıddık Radıyallâhü anh’ın Şam’a gönderdiği orduda bir birliğin kumandanı idi. Hz. Ömer zamanında Filistin valisi olmuştu. Taundan vefat eyledi. (R.A.)
YOGA Bâtıl Hind felsefe sistemi. Bunlar tam bir dalgınlık ve hareketsizlik ile ve çile çekmekle gayelerine ulaşacaklarını sanarlar.
YOGİ Hindistan’da çilecilere (yogalara) verilen isim.
YOL-DAŞ Yol arkadaşı.
YORDAM t. Edâ. * Alâyiş, tantana, debdebe. * Meleke, çalım, çeviklik, alışkanlık, yatkınlık. Çabukluk.
YORUM Uydurma bir kelimedir. (Bak: Tefsir)
YORUMLAMAK (Bak: Tefsir etmek)
YUCE f. Damla, katre.
YUDA Hz. İsa’nın (A.S.) havarilerindendir ve onu ihbar edip ihanet etmiştir. Yehuda veya Yuda Şem’un da denir. (Ol hangi acib sır ki, çıkar göklere İsa. Kimdir çekilen çarmıha, kimdir yine Yuda. E.L.)
YÛDLÛN Tarhun otu.
YUG f. Boyunduruk.
YUH (Yuhâ) Güneşin isimlerindendir. * Türkçede, birisine karşı hakaret için söylenen kelimedir. Kalabalıkla haykırılan hakaret kelimesidir. Buna “yuha çekmek” denir.
YUHANNA Hz. İsa’nın (A.S.) havarilerinden birisidir. İncillerden birisini yazmıştır. İbranicede Yahya mânasına gelir. Yuhannes, Ohannes, Con (Fr.: Jan) denir.
YUNUS SURESİ Kur’an-ı Kerim’in 10. suresidir. Mekkîdir.
YUSUF SURESİ Kur’an-ı Kerim’in 12. suresidir. Mekkîdir.
YUZ f. Kaplanı andırır yırtıcı bir hayvan, pars.
YUZE f. El açan, dilenci.
YÜBS Kuruluk.
YÜBUSET Kuruluk.
YÜDİ (Yed. C.) Eller.
YÜMKİN Olabilir, mümkün olur.
YÜMN (Yümün) Kuvvetli, uğur, bereket.
YÜMN-İ İMAN Kuvvetli imandan gelen bereket ve kuvvet, saadet.
YÜMNA Sağ taraf, sağ el.
YÜMNE Yemen alacalarından bir alaca kumaş.
YÜMNÎ Uğura, berekete ait. Uğurlu.
YÜMUM (Yemm. C.) Denizler.
YÜRNA Kına.
YÜSCAN Yeşil taylasanlar.
YÜSR (YÜSÜR) Kolaylık. Genişlik. Rahatlık. Zenginlik. Gına. Refah.
YÜSRA Sol taraf. Sol el. (Eyser’in müennes)
YÜSRET Kolaylık, sühulet. Rahat.
YÜSRUG Ot arasında olan kırmızı bir böcek.
YÜSUR Ekşi yüzlü olmak.
YÜSÜR Kolaylık, sühulet, yüsr.
YÜTM (Bu kelime esasen infirad mânasına gelir) Bir çocuğun pederi vefat etmekle pedersiz kalması ki: Bu, yalnız insanlara mahsustur. Hayvanatta ise vâlidesiz kalmaya denir. Yetim de denir. (L.R.)
YÜUS (Ye’s. C.) Yeisler, ümitsizlikler, kederler.

ZABT: 1. Sıkı tutma. 2. İdaresi altına alma, kendine mal etme. 3. Silah zoru ile bir yeri alma. 4. Anlama, kavrama. 5. Kaydetme, özetini yazma.
ZÂHİB: 1. Gidici, giden. 2. Bir fikre veya zanna uyan, kapılan.
ZÂHİR: Açık, belli, görünür, meydanda olan.
ZÂHİRÎ: Dıştan görünen, meydanda olan.
ZAİL: Sona eren, sürekli olmayan.
ZAMİR: 1. Her şeyin iç yüzü. 2. Yürek, vicdan. 3. Gizli fikir. 4. Zamir, ismin yerini tutankelime.
ZÂNİ: Zina eden erkek.
ZÂNİYE: Zina eden kadın.
ZARAR: Ziyan, eksiklik, kayıp.
ZARF: Yer ve Zaman bildiren edat.
ZAT: Kendi, asıl, öz, cevher, saygıdeğer kişi.
ZAYİ’: Elden çıkan, yitik, kaybolan.
ZAYİAT: Kayıplar, yitikler.
ZEBÂNÎ: Zebanî, CehennemlikleriCehenneme atan melek.
ZEBERCED: Zümrütten daha açık renkte bir süs taşı.
ZEBH: Boğazlama, kesme, kurban kesme.
ZECR: 1. Yasaklama, yaptırmama. 2. Zorlama, zorla yaptırma, angarya işletme sıkma, eziyet.
ZEKER: Erkek, erkeklik organı.
ZELİL: Hor, hakir, alçak.
ZELLE: 1. Ayak sürçüp kayma. 2. Hata, suç.
ZEM (ZEMM): Birinin kötülüğünü söyleme, ayıplama, yerme, çekiştirme.
ZEMHERİR: Karakış.
ZEMZEME: 1. Ezgili ses, terennüm, teganni. 2. Mezamir’i okuyanların teranesi (Zebur).
ZENB: Günah, suç, kabahat.

ZEVAL: 1. Zail olma, sona erme. 2. Aşağılama, inme. 3. Güneşin başucunda, tam tepeden bulunma Zamanı zeval vakti, öğle vakti.
ZEVC: Çift, eş.
ZEVCYEN: Karı-koca, iki eş.
ZEVİ’L-UKUL: Akıl sahipleri, akıllılar.
ZİKR: 1. Zikir, anma, hatıra getirme. 2. Ağıza alma, adını söyleme. 3. Anlatma, ifade etme. 4. Övme, iyilikle anma. 5. Tasavvufi anlamıyla Allah adını anarak zikretme.
ZİKR-İ CEMİL: Güzel zikir, övgü.
ZİKRULLAH: Allah‘ı anma.
ZİLLET: Alçaklık, aşağılık.
ZİMMÎ: 1. İslâm devletinde yaşayan gayr-i müslim. 2. Haraç veren, raiyye.
ZİNET: Süs eşyası, bezek.
ZİRA’: Dirsekten orta parmak ucuna kadar olan uzunluk ölçüsü, 75-90 santim arasında değişir.
ZÎRAHİM-İ MAHREM: Nikah düşmeyen akraba kadın.
ZİŞAN: Şanlı, ünlü, gösterişli.
ZİYA: Işık, aydınlık.
ZUHR: Öğle Zamanı, öğle namazı.
ZULM: Zulüm, haksızlık, eziyet.
ZULMET: Karanlık.
ZÜBDE: Bir şeyin en seçkin parçası, öz, özet.
ZÜBUR-ZÜBÜR: Kitaplar, yazılı şeyler.
ZÜHD: Dünya lezzetlerinden el çekerek ibadetle meşgul olma, sofuluk.
ZÜHÛL: İsteyerek veya elde olmayarak unutma, geçiştirme, yanılma.
ZÜLCELAL: Celal sahibi, Allah.
ZÜLKARNEYN: İki boynuz sahibi, Kur’ân-ı Kerim’de adı geçen bir hükümdar, iki yönlü.
ZÜLL: Horluk, hakirlik, alçaklık.
ZÜRRİYET: Soy, nesil, kuşak.

__________________
all the best.




Konu YeşiL6 tarafından (27.07.2015 Saat 13:57 ) değiştirilmiştir.
YeşiL6 isimli Üye şimdilik offline konumundadır Alıntı ile Cevapla
Alt 27.07.2015, 13:53   #5 (permalink)
Tecrübeli Üye

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Osmanlıca Kelimeler



dürüstlük pahalı bir mülktür ucuz insanlarda bulunmaz..

teşekkürler olsun sevgili kardeşim

YeşiL6 beğendi.
__________________
Biricik Dünyam

Aşkın ekimi kasımı olmaz ki.. Ilık bir ekim sabahında, Ayaz bir şubat akşamında Ya da temmuz güneşinde sevmezmiyim seni..?. Severim.. Hemde çok..
Orhan-38 isimli Üye şimdilik offline konumundadır Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Yukarı'daki Konuyu Aşağıdaki Sosyal Ağlarda Paylaşabilirsiniz.


Yetkileriniz
Konu Açma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Kapalı
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Forum hakkında Kullanılan sistem hakkında
Forumaski paylaşım sitesidir.Bu nedenle yazılı, görsel ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenmektedir.Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir.Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazılı, görsel ve diğer materyalleri 48 saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır. Bildirimlerinizi bu linkten bize yapabilirsiniz.

Telif Hakları vBulletin® Copyright ©2000 - 2016, ve Jelsoft Enterprises Ltd.'e Aittir.
SEO by vBSEO 3.6.0 PL2 ©2011, Crawlability, Inc.
yetişkin sohbet chatkamerali.net

Saat: 23:41