Forum Aski - Türkiye'nin En Eğlenceli Forumu
 

Go Back   Forum Aski - Türkiye'nin En Eğlenceli Forumu > Eğitim - Öğretim > Açık Öğretim
Kayıt ol Yardım Kimler Online Bugünki Mesajlar Arama

canlı casino siteleri canlı casino siteleri sagedatasecurity.com casino siteleri takipçi satın al
porno diyarbakır escort bayan antalya escort malatya escort

Aöf 3.Sınıf Kamu Ekonomisi Ders Notları

Açık Öğretim kategorisinde açılmış olan Aöf 3.Sınıf Kamu Ekonomisi Ders Notları konusu , ...


Like Tree2Beğeni
  • 1 Post By YeşiL6
  • 1 Post By YeşiL6

Yeni Konu aç  Cevapla
 
LinkBack Seçenekler Arama Stil
Alt 09.11.2013, 10:20   #1 (permalink)

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Aöf 3.Sınıf Kamu Ekonomisi Ders Notları

Aöf 3.Sınıf Kamu Ekonomisi Ders Notları

Toplam Devlet Harcamasının GSMH’ye Oranı
En yaygın olarak kullanılan oran toplam devlet harcamasının gayrisafı milli hasılaya oranıdır. Bu orandan yararlanarak yapılan çok sayıda araştırmanın ortaya koyduğu sonuçlardan en önemlileri şunlardır:



Devlet Gerçek Harcamalarının GSMH’ye Oranı
Önceki sayfada toplam devlet harcamasının GSMH’ye oranı ele alınmıştı. Devlet harcamalarının tümü aynı nitelikte olmadığından, konuyu biraz daha ayrıntılı olarak ele almak gerekmektedir. Devlet harcamaları birçok açıdan sınıflandırabilir. Yaygın olarak kullanılan ayırımlardan biri ekonomik ayırımdır. Ekonomik ayırımda devlet harcamaları ekonomik niteliklerine göre üç grupta toplanır.
Cari Harcama
Cari harcama varolan sermaye stokunu kullanarak mal ve hizmet üretimi yapmak amacıyla gerçekleştirilen harcamalardır.

Yatırım Harcaması
Yatırım harcaması ise, var olan sermaye stokuna yapılan eklerdir, yani ekonominin sermaye stokunu büyüten harcamalardır.

Transfer Harcaması
Transfer harcamasında ise bir mal ya da hizmet alımı söz konusu olmayıp satın alma gücü devletten birey ya da kuruluşlara aktarılmaktadır. Transfer harcamasının, tipik örnekleri emekli maaşı, işsizlik tazminatı, burslar vb.dir. Transfer harcamalarına karşılıksız harcama da denilmektedir. Transfer harcaması ile gerçek harcamanın temel farkı,
ilkinde devletin piyasadan doğrudan bir talepte bulunmaması ve transfer ödemesini alanların
Dikkat edilirse, gerek yatırım, gerek cari harcamada mal ve hizmet satın alınması söz konusudur. Bu nedenle cari harcama ile yatırım harcamasının toplamına gerçek harcama (Mal ve Hizmet Satın Alımına Yönelen Harcama) denilmektedir.

Devlet Gerçek Harcamalarının GSMH’ye Oranı
Önceki sayfalarda devlet harcamalarının sınıflandırılmasında ekonomik ayırım açıklanmıştı. Bir diğer sınıflama da fonksiyonel ayırımdır. Fonksiyonel ayırımda başlıca üç grup söz konusudur: Yönetsel (idari) harcama, ekonomik harcama, sosyal harcama Burada ayırım ölçütü harcamanın amacı ya da alanıdır. Örneğin, yasama, güvenlik gibi alanlara yapılan harcamalar yönetsel harcama; baraj, yol yapımı gibi harcamalar ekonomik harcama; eğitim, sağlık, sosyal güvenlik harcamaları da sosyal harcamalardır. Anlaşılmaktadır ki, sosyal harcama grubu içinde cari ve yatırım harcaması bulunacağı gibi transfer harcaması da bulunmaktadır. Burada önemli bir noktaya daha değinmek gerekmektedir. 0 da, devlet harcamalarının GSMH’ye oranı ölçüsünde pay ve paydanın aynı türden olmadığı konusudur. Pay devletin her türlü harcamasını kapsamaktadır. GSMH ise GSYİH ile yurtdışından gelen mülk gelirinin toplamına eşittir. Devlet harcaması transfer harcamasını da kapsadığına göre ve transfer ödemesini elde eden birey ve kuruluşlar bunu daha sonra kullanacaklarına göre devlet harcaması artı özel harcama toplamı GSMH’yi aşacaktır. Bu nedenle toplam devlet harcamasının GSMHye oranının %40 olduğu bir ekonomide özel harcama payının %60 olacağını düşünmek yanlış olur.

DevIet Gelirlerinin GSMH’ye Oranı
Devletin ekonomi içindeki yerini anlamak için devletin topladığı gelirlerin GSMH’ye oranı da anlamlı bir ölçüdür. Devlet gelirleri devletin egemenlikten kaynaklanan, dolayısıyla gönüllü ekonomik ilişkiye değil, zora ve yaptırıma dayanan gelirleridir. Başlıca örneği vergidir. Harç, resim, sosyal sigorta kesintisi, fon kesintisi, para cezası vb. de bu grupta yer alır.

Vergi Gelirlerinin GSMH’ye Oranı
Devlet gelirlerinin büyük bölümünü oluşturan vergi gelirinin GSMI-l’ye oranı da yaygın biçimde kullanılan bir orandır. Bir önceki orana göre daha küçük olması tanım gereğidir. Çünkü, toplam devlet geliri vergi gelirinden daha geniş kapsamlı, dolayısıyla daha büyüktür. Bu oran, hesaplanırken, vergiyle aynı ya da benzer nitelikte olup adı vergi olmayan devlet gelirlerinin durumu önem taşımaktadır. Örneğin, uluslararası istatistiklerde söz konusu oran sosyal güvenlik kesintilerini de kapsar.
Toplam İstihdamda Devletin Payı
Harcama ve gelirlerden oldukça farklı bir ölçü devletçe istihdam edilenlerin toplam istihdamdaki payıdır. Bu oran, daha önceki oranlardan nitelik olarak farklı olduğu gibi nicelik olarak da farklıdır. Özellikle sağlık, eğitim ve sosyal güvenlik hizmetleri yaygınlaşmış ve büyük ölçüde devlet tarafından sunulmakta olduğundan devletçe istihdam edilenlerin oranı yükselmiştir.

Toplam Yatırımlar İçinde Devletin Payı
Sabit sermaye yatırımları sermaye stokuna yapılan eklemelerdir. Her ekonomide yatırımların bir bölümünün devlet kanalıyla finanse edilmesi zorunludur. Çünkü, en azından piyasa mekanizmasına konu olmayan iç güvenlik, yargı, savunma gibi alanlarda ve altyapının büyük bölümünde yatırımlar ancak devletçe gerçekleştirilir. Devlet yatırımları ile özel yatırımlar arasında iki türlü ilişki söz konusudur: Tamamlama ilişkisi ve rekabet ilişkisi. Örneğin, devletçe yol yaptırılması sonucunda ulaşım kolaylaşır ve ucuzlar, maliyetler düşer, pazar büyür ve özel yatırımlar özendirilmiş olur. Bu, tamamlama ilişkisidir. Öte yandan devlet yatırımları ile özel yatırımlar aynı tasarruf havuzundan beslenir ve devlet yatırımlarının bir dereceden fazla genişlemesi faizleri yukarı iter ve özel yatırımların yavaşlamasına ya da gerilemesine neden olur. Bu da rekabet ilişkisidir.

Toplam Yatırımlar İçinde Devletin Payı
Devletin ekonomiye etkide bulunma yöntemlerinden ve kanallarından bazıları yukarıdaki ölçülerde hiç
görülemez. Bunlardan biri devletin para basma olanağıdır. ikinci önemli konu devletin regülasyon (düzenleme ve denetleme) gücüdür. Örneğin, emek gücü için asgari ücret, belirli tarımsal ürünler için taban fiyat, kimi ürünler için
tavan fiyat belirleme, döviz kuru ve faiz haddini saptama ya da yönlendirme gibi birçok imkan devletin elindedir. Dolayısıyla d evl et harcamalarının GSMH’ye oranının düşük olduğu bir ekonomide devlet piyasalara regülasyon
yoluyla çok müdahale edebileceği gibi, söz konusu oranın yüksek olduğu bir ekonomide devletin piyasalara müdahalesi çok düşük düzeyde olabilir.

TÜRKİYE VERİLERİNE BAKIŞ
Daha önce açıklanan ölçülerin bir bölümünü kullanarak Türkiye ekonomisinin son dönemine bakmak yararlı olacaktır. Tablo 1 .2’de 1994-2001 döneminde konsolide bütçede yer alan devlet harcamaları ile devlet gelirlerinin gelişimi gösterilmektedir. Görüleceği üzere gerek devlet harcamalarının, gerek devlet gelirinin GSMH’ya oranında önemli bir artış olmuştur. Konsolide bütçe açığında çok ciddi bir genişleme doğmuştur.



TÜRKİYE VERİLERİNE BAKIŞ
Türkiye’de kamu harcamalarında önemli bir artış nedeni 1 980’lerin ortalarında hızlanmış olan borçlanma süreci nedeniyle faiz harcamasında görülen sıçramadır. Tablo 1.3 bu gelişmeyi göstermektedir. Tablo 1 .3ten açıkça görüldüğü gibi son yıllarda transfer harcaması gerçek harcamanın hayli üstüne çıkmış, hatta 2001’de iki katını aşmıştır. Burada önemli nokta, transfer harcamalarının büyük bölümünü gelişmiş ülkelerdeki gibi sosyal amaçlı transferlerin değil, faizlerin oluşturmasıdır. 2001 yılında tek başına faiz giderinin gerçek harcamadan %67 daha büyük oluşu dikkat çekicidir. Tablo 1.2’nin gösterdiği konsolide bütçe açığı ile Tablo 1.3’ün gösterdiği faiz yükü Türkiye’de kamu maliyesinin en önemli iki sorunudur.


Papatya beğendi.
__________________
all the best.



YeşiL6 isimli Üye şimdilik offline konumundadır Alıntı ile Cevapla
Alt 09.11.2013, 10:20   #2 (permalink)

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Aöf 3.Sınıf Kamu Ekonomisi Ders Notları

KAMU EKONOMİSİNİN KAPSAMI
Adından anlaşıldığı gibi, kamu ekonomisi, ekonominin bir alt dalıdır ve devletin gelir ve giderleriyle ilgili uygulamaların amaçlarını, gerekçelerini, etkilerini ve sonuçlarını incelemektedir. Örneğin, belirli bir ülkede ne tür vergiler uygulanıyor? Hangi hizmetleri ya da faaliyetleri devlet gerçekleştiriyor ve neden? Savunma harcamaları tüm ülkelerde devlet tarafından yapılıyor. Benzer biçimde yargı sistemi ve örgütü tüm ülkelerde devletin bir parçası ve bu hizmet devlet tarafından yapılıyor. Ya da iç güvenlik hizmetleri de tüm ülkelerde devletin bir parçası ve devlet tarafından görülen bir hizmettir. Bu hizmetler (ülke savunması, yargı, iç güvenlik) zorunlu olarak devlet tarafından gerçekleştirilmektedir. Sağlık ve eğitim hizmetlerinde ise durum biraz farklıdır. Türkiye’de bu iki alanda devletin büyük bir paya sahip olduğu bilinmektedir. Ancak devlet liseleri yanında özel liseler, devlet üniversiteleri yanında vakıf üniversiteleri, devlet hastaneleri yanında özel hastaneler de vardır. Bir başka deyişle hem kamu sektörü hem de özel sektör bu alanlarda faaliyet gösterebilmektedir. Son olarak devletin bankacılık ya da turizm sektörlerinde doğrudan yer almasının, havayolu taşımacılığı yapmasının ya da otomobil üretmesinin yukarıda sayılan hizmetlerin tümünden farklı olduğu da açıkça görülmektedir.

Herhangi bir ülkede hizmetlerin bir bölümünü (savunma, yargı gibi) devletin üretmesi teknik bir zorunluluktur. Bu hizmetlerin piyasa mekanizmasınca üretilmesi olanağı yoktur. Ancak diğer bazı hizmetlerin piyasa mekanizmasına bırakılması mümkün olmakla birlikte, piyasa mekanizması bu hizmetleri üretmekte başarılı (yeterli) olamaz. Bir başka deyişle, belirli hizmetlerin üretiminde devlet zorunlu olduğu için değil, piyasa mekanizmasının işleyişi kaynak ayırımında etkinlik ölçütü açısından yetersiz kaldığı için görev üstlenmektedir.
*Savunma *Yargı * İç Güvenlik

DEVLETİN BAŞLICA FONKSİYONLARI
Kamu ekonomisi literatürünün en ünlü isimlerinden Richard Musgrave’e (1910-...) göre devletin ekonomik görevleri yada fonksiyonları üç grupta toplanabilir

İSTİKRAR
İstikrar fonksiyonu öncelikle fiyat istikrarı ve tam istihdamla ilişkilidir.Bu fonksiyon özellikle, enflasyonun frenlenmesi ve işsizliğin önlenmesi amacıyla devletin aktif rol üstlenmesi anlamına gelmekte, ancak bu rolün yerine getirilmesi durgun bir ekonomi içinde olmayacağından, istikrar fonksiyonu istikrarlı büyümeyi de içermektedir.Anlaşılacağı gibi Musgrave ‘e dayanan bu üçlü ayırım devlete minimal görevler yükleyen, devleti sadece klasik fonksiyonlarla sınırlayan, ekonomik sorunların çözümünde yalnızca piyasaya güvenen bir yaklaşım değildir.Piyasa mekanizmasının birçok koşulda yetersiz kalabileceğini, dolayısıyla devlete aktif bir rol düşeceğini öngören bir yaklaşımdır.
GELİR DAĞILIMI
Piyasa mekanizmasının işleyişine hiç müdahale edilmediğinde ortaya çıkan belirli bir gelir dağılımı vardır ki bu gelir dağılımı genellikle adil bir dağılım değildir.Bu dağılım bireylerarası sosyal sınıflararası ve bölgelerarası dağılım olabilir.Gelir dağılımının belirlenişinde üretim faktörü mülkiyeti,eğitim düzeyi,konjonktür,sendikalaşma ,sosyal konulara ilişkin mevzuat gibi etkenler rol oynamaktadır.Gelir dağılımı yanında servet dağılımı da ayrıca önem taşımaktadır.Gelir dağılımının toplumsal olarak kabul edilebilir olmadığı bir durumda,ona bağlı olarak doğacak bir kaynak ayrımı etkin olsa dahi,kabul edilebilir olmayacaktır.Gelir dağılımının değerlendirilmesi, bakış açılarına, adalet anlayışına, sosyo - politik tercihlere göre değişmektedir.Dolayısıyla devlete gelir ve servet dağılımı açısından yüklenecek fonksiyon ve görevler de, bakış açısına ve tercihlere bağlı olacaktır.
KAYNAK AYIRIMI
Burada söz konusu olan, devletin kaynak (üretim faktörü)kullanımında etkinliğin sağlanması amacıyla rol üstlenmesidir. Bazı hizmetleri piyasa mekanizmasının olanaksız olduğundan söz edilmişti.bu hizmetlere bölünmeyen hizmet ya da pür kamu malı gibi adlar veriyoruz.bu hizmetlerde devletin aktif rol alması zorunluluğu bulunmaktadır.Ancak bunlar dışında başka mal ya da hizmet türleri de devletin aktif rol oynamasını gerektirmektedir. Bunlardan birincisi ,dışsallıklar (dış fayda ya da dış maliyet).İkinci örnek ise ,azalan maliyetlerle çalışan endüstrilerdir (doğal tekel),üçüncü örnek ise rekabetin sağlanması ve tekelleşmenin önlenmesidir.bir başka örnek ,devletin belirli mallar ya da hizmetlerle ilgili olarak bireysel tercihler yerine kendi tercihlerini dayatmasıdır.Paternalist yaklaşım adı verilen bu yaklaşımın pozitif ve negatif örnekleri verilebilir.pozitif örnekler, belirli mal ya da hizmetlerin kullanımının zorunlu tutulması ya da özendirilmesidir.Örneğin, temel öğretimin ya da emniyet kemerinin zorunlu kılınması gibi.negatif örnekler ise, belirli mal ya da hizmetlerin kullanımının yasaklanması ya da caydırılmasıdır.Örneğin, uyuşturucu ticaretinin ya da belirli bir yaşın altındakilerin alkollü içki satın alınmasının yasaklanması gibi.

POZİTİF-NORMATİF YAKLAŞIM
Gerçek yaşamda devletin hangi rolü oynayacağı sorusu yanıtlanırken iki yaklaşım iç içe geçer. Bunlar pozitif ve normatif yaklaşımdır.
Pozitif Yaklaşım
Neden-sonuç ilişkisini inceler. Örneğin, gelir dağılımının hangi etkenlere bağlı olarak eşitliğe aklaştığını ya da eşitlikten uzaklaştığını araştırır. Pozitif yaklaşım veri ve bilgi üretir ve sunar, ilişkilere ışık tutar. Pozitif yaklaşım olabildiğince nesnel bir analize dayanır.
İlerideki sayfalarda devletin ekonomik fonksiyonları ve görevleri, devlet harcamaları ile devlet gelirleri incelenirken pozitif yaklaşım egemen olacak, neden-sonuç ilişkileri araştırılacaktır. İlk olarak ele alacağımız soru- 4/17
Normatif yaklaşım ise esas olarak tercih yansıtır. Adalet anlayışına, dünya görüşüne, politik bakış açısına bağlıdır: dolayısıyla bireyden bireye, gruptan gruba değişir. Örneğin, belirli bir gelir dağılımına bir birey (grup) adil derken, diğeri adaletsiz diyebilir. Normatif yaklaşım bir değerlendirme ve tercih içerdiği için, kural ya da hedef koyar. Örneğin, bölgelerarası gelir dağılımı hakkında “düzeltilmeli” ya da öncelikler arasında değil” yargısını belirtir. Normatif yaklaşımda devletin belirli bir görevi yapmaması ya da yapması biçiminde bir tercih vardır. Normatif yaklaşım değer yargılarına, sübjektif bakış açısına dayanır. İlerideki sayfalarda devletin ekonomik fonksiyonları ve görevleri, devlet harcamaları ile devlet gelirleri incelenirken pozitif yaklaşım egemen olacak, neden-sonuç ilişkileri araştırılacaktır. İlk olarak ele alacağımız soru da, devletin ekonomi içindeki yerinin ölçülmesidir.
ilerideki sayfalarda devletin ekonomik fonksiyonları ve görevleri, devlet harcamaları ile devlet gelirleri incelenirken pozitif yaklaşım egemen olacak, neden-sonuç ilişkileri araştırılacaktır. ilk olarak ele alacağımız soru da, devletin ekonomi içindeki yerinin ölçülmesidir.

KAMU KESİMİ VE BÜYÜKLÜÜNÜN ÖLÇÜLMESİ
Kamu ekonomisi araştırmalarında en çok ilgi çeken konulardan biri, kamu kesiminin büyüklüğünün ölçülmesidir. Bu konudaki araştırmalar kamu kesiminin büyüklüğünün ne gibi değişkenlere bağlı olarak belirlendiğini inceler, ülkelerarası karşılaştırmalara başvurur, zaman içindeki değişimlerin belirli bir trend oluşturup oluşturmadığını inceler. En çok başvurulan iki yöntem; tek bir ülkenin uzun bir dönemi kapsayan verilerini ortaya koyan zaman serileri yöntemi ve tek bir dönemde farklı gelişmişlik düzeylerindeki çok sayıdaki ülkenin verilerini kullanan kesit analizi yöntemidir. Birinci yöntemde örneğin, Türkiye’nin 40-50 yıllık verilerinden hareketle kamu harcamalarında belirli bir artış trendi olup olmadığı araştırılır. İkincide ise örneğin, 2002 yılı için 50-60 ülkenin verilen kullanılarak harcamalarda artış ilişkisi araştırılır.
Uluslararası karşılaştırmalar da devlet harcaması ya da kamu harcaması kavramları yukarıda açıklanan kapsamda ve anlamda kullanılmaktadır. Gerek toplam devlet harcamaları ile ilgili, gerek savunma, yargı, sağlık, eğitim gibi belirli alanlara yönelik devlet harcamaları ile ilgili olarak iki tür ölçüden yararlanabiliriz: Mutlak sayılar ve oranlar. Amaca göre iki tür ölçü de yararlı olabilir. Ancak daha açıklayıcı olan, devlet harcamalarının ekonomi içindeki yeri hakkında bilgi veren oranlardır.

Toplam Devlet Harcaması
Toplam devlet harcaması, bir yıllık tutar olarak ifade edilir. Benzer biçimde devletin yaptığı toplam eğitim harcaması ya da toplam sağlık harcaması yıllık bir tutarı gösterir ve para birimi olarak öncelikle yerli para birimi kullanılır. Cari fiyatlarla ifade edilen tutarlar nominal tutarlardır. Nominal tutarlar enflasyonun etkisini taşıdığından yıllar arasında karşılaştırma yaparken nominal tutarların kullanılması son derece yanıltıcıdır. Dolayısıyla nominal tutarların reel (sabit) tutarlara dönüştürülmesi gerekir. Bunun anlamı, cari fiyatlar yerine sabit fiyatların kullanılması, yani enflasyonun etkisinin giderilmesidir. Bu da belirli bir yıl temel (baz) alınarak tüm yıllara ait değerlerin temel (baz) yılın fiyatlarıyla ifade edilmesi demektir. Devlet harcamalarının ya da devlet gelirlerinin nominal tutarları biliniyorsa, bu tutarları reel tutarlara dönüştürebilmek için döneme ait fiyat değişmelerini bilmemiz gerekmektedir. Fiyat değişmeleri yıllık fiyat değişim oranı olarak ya da bir fiyat indeksi biçiminde olabilir.


Örneğin, belirli bir alandaki (savunma, eğitim vb.) devlet harcaması 700 trilyon TL’den 950 trilyon TLye çıkmış olsun. Aynı dönemde fiyat artış hızının %30 olduğu biliniyorsa, reel harcama ne yönde ve hangi oranda değişmiş olacaktır? Bu sorunun yanıtlanmasında en basit yol şudur: Fiyatlar genel düzeyi %30 yükseldiğine göre, geçen yıl 700 trilyon TL olan tutar da %30 artsaydı, 910 trilyon TL’ye çıkardı. Halbuki bu tutarın 950’e çıktığı bilinmektedir. (950/910)=1.044 olduğuna göre, reel harcamada %4.4’e yakın bir artış olmuştur.

Birey Başına Devlet Harcaması
Mutlak sayıların kullanıldığı ikinci bir ölçü tipi, birey başına ifade edilen tutarlardır. Örneğin, birey başına devlet harcaması ya da birey başına askeri harcama gibi. Bu sayıların bulunması toplam harcamanın nüfusa bölünmesiyle olur. Bu sayılar da cari fiyatlarla ve sabit fiyatlarla ifade edilebilir. Yıllar arası karşılaştırmalarda sabit fiyatlara dayanan reel tutarların kullanılması gerekmektedir. Mutlak sayılar öncelikle ulusal para birimiyle ifade edilir. Ancak uluslar arası karşılaştırmalarda ortak bir para biriminin kullanılması gerekeceği açıktır. Bu para birimi çoğunlukla ABD Doları olmaktadır. Bu noktada kullanılacak kur önem kazanmaktadır. Kurun büyük sıçramalar gösterdiği yıllar yanıltıcı sonuçlar verebilir.
Ulusal para birimiyle ifade edilen tutarlar dolara çevrilirken çoğunlukla cari döviz kuru kullanılması durumunda da yanıltıcı sonuç çıkabilir. Çünkü, Doların satınalma gücünün farklı ülkelerde hayli farklı olduğu gerçeği göz ardı edilmekteciir. Özellikle gelişmiş ülkeler ile gelişmekte olan ülkeler arasında nispi fiyatlar hayli farklıdır ve Doların satınalma gücü gelişmekte olan ülkelerde daha yüksektir. Bu sorunu aşmak amacıyla satınalma gücü paritesi (purchasing power parity) kullanılır. Örneğin, birey başına eğitim ya da sağlık harcaması ile ilgili olarak uluslararası karşılaştırma yaparken, satınalma gücü paritesine göre hesaplanmış tutarların kullanılması daha doğrudur.
Mutlak sayılar (ister toplam, ister birey başına olsun) ekonominin diğer büyüklüklerinden soyutlanmıştır, dolayısıyla tek başlarına taşıdıkları anlam sınırlıdır. Devletin ekonomideki göreli yerine ve rolüne ışık tutmak bakımından oranlar daha aydınlatıcıdır. Aşağıda bu konudaki en önemli oranlar açıklanmaktadır.

Papatya beğendi.
__________________
all the best.



YeşiL6 isimli Üye şimdilik offline konumundadır Alıntı ile Cevapla
Alt 25.11.2014, 14:15   #3 (permalink)

Kullanıcıların profil bilgileri misafirlere kapatılmıştır.
Standart Cevap: Aöf 3.Sınıf Kamu Ekonomisi Ders Notları

ÜNİTE -2-


PİYASA EKONOMİSİNİN İŞLEYİŞ MODELİ
Tam rekabetçi piyasalar toplumsal refahı en üst düzeye çıkaracağı koşulları ve kuralları biçimlendirmiştir. Bu ünitede böyle bir ideal dünyanın haritasını ortaya koymamızın
amacı, daha sonraki ünitelerde
inceleyeceğimiz gerçek dünyada meydana gelen sapmaları daha iyi anlamam ızı
sağlamaktır. Bu sapmaların sonucu olarak da devlete bazı görevler yüklenmesi
kaçınılmaz olmaktadır.
EKONNOMİDE ETKİNLİK VE ADALET KAVRAMLARI
İktisada Giriş dersinden hatırlayacağınız gibi ekonomi biliminin konusu, sınırlı kaynaklar alternatif kullanım alanları arasında nasıl dağıtılırsa, toplumların refahının ve zenginliğinin en üst düzeyde gerçekleşeceğini araştırmaktır. Ancak ekonomik etkinlik kadar önemli bir kavram da, adalettir. Bu kavram da ekonomide çok tartışılmaktadır.
Etkinlik Üretim faktörleri çeşitli malları üretmek için sektörler arasında, üretilen mallar da tüketiciler
arasında paylaştırılır. Üretim d e etkin 1 i k kavramına göre, üretim faktörleri çeşitli sektörler arasında o şekilde dağılmıştır ki, artık herhangi bir üretim faktörünü bir sektörden başka bir sektöre kaydırarak daha fazla ürün elde etme imkanı yoktur. Aynı şekilde, tüketimde etkinlik kavramına göre ise, üretilmiş olan mallar tüketiciler arasında o şekilde dağılmıştır ki, artık malları bireyler arasında yeniden dağıtarak en az bir bireyi daha iyi duruma getirme imkanı yoktur. Pareto etkinlik olarak tanımlanan bu durum, refah ekonomisinin kabul ettiği etkinlik kriteridir
EKONOMİDE ETKİNLİK VE ADALET KAVRAMLARI

Neoklasik ekonomi teorisi, piyasa
mekanizmasının, tam rekabet koşulları altında ve ekonomik adam (homoeconomicus) modeline dayanarak, etkin kaynak ayırımını otomatik olarak gerçekleştireceğini gösterir. Bu teori, piyasaların tam olarak işlediği, diğer bir deyişle piyasa aksaklıkların in olmadığı modellerdir. Tam rekabet koşullarından bazıları sağlanmadığında, piyasa hiç çalışmaz veya çalışsa da en fazla toplumsal faydayı yaratacak düzeyde mal ve hizmet üretiminin yapılmasını sağlamaz. Piyasaların aksamasındaki birinci örnek bazı mal ve hizmetlerde piyasaların ortaya çıkmamasıdır. Piyasaların ortaya çıkmamasının nedeni bireylerin taleplerini açıklayamamalarıdır. Çünkü bu mal/hizmetler nitelikleri gereği, tek tek bireylere değil tüm topluma sunuluşlardır.
EKONOMİDE ETKİNLİK VE ADALET KAVRAMLARI
Diğer bir piyasa aksaklığı durumu ise, piyasanın var olduğu ve çalıştığı, ancak bazı fayda veya maliyetleri göz önüne almadığı için optimal üretim düzeyinin altında veya üstünde üretim yapılmasına neden olduğu durumdur. Bunun altında yatan neden, özel fayda ile toplumsal faydanın (aynı şekilde özel maliyet ile toplumsal maliyetin) farklılaşmasıdır.
Piyasa, özel fayda ve özel maliyetleri göz önüne alarak çalışır. Örneğin eğitim hizmetinde, bireysel faydalara ilave olarak topluma yayılan faydalar varsa, özel taleplere göre üretim yapan piyasa, toplumsal talebi göz önüne almadığı için, optimal miktarın altında üretim yapılmasına neden olacaktır. Aynı şekilde, çevreyi kirleterek üretim yapan bir
işletme, topluma yayılan maliyetleri göz önüne almayan ve sadece kendi içsel maliyetlerine göre üretim yapan firma, optimal miktarın üzerinde üretim yapacaktır. Bu durum kamu maliyesinde dışsallıklar olarak adlandırılır.
EKONOMİDE ETKİNLİK VE ADALET KAVRAMLARI
Piyasa aksaklığına dayalı olarak kamu göreve çağrıldığında, kamu kesiminde de etkinliği sağlanması gerekir. Bunun sağlanması için, birinci olarak, bireylerin taleplerinin kamusal talebe dönüşmesini sağlayan karar mekanizmalarının çok iyi çalışması gerekmektedir. İkinci olarak, toplumun ter eri doğru olarak oluştuktan ve kamunun arz birimlerine bildirildikten sonra, bunların to etkin bir şekilde arz edilmesidir.
Adalet
Adalet kavramının nasıl tanımlandığı ve bağlı olarak piyasa ekonomisinin işleyişi sürecinde ortaya çıkan gelir dağılımının a - gelir dağılımı olup olmadığı konusu, refah ekonomisinin konuları arasındadır. Sosya et kavramı üzerindeki görüşleri, başlıca iki temel yaklaşım etrafında toplayabiliriz. Ayrımlardan bir tanesi, bir ekonominin ortaya çıkardığı sonuçların adil olmasını teme Buna göre, adalet kavramı iki biçimde tanımlanabilir. Birincisi, eşitlikçi görüştür; göre, kaynakların uçlarda değil, ortalama bir dağılım içinde olması gerektiği düşün İkinci görüşte ise adalet, eşitlikten ziyade hakkaniyet kavramını ön plana çıkartır. Yaklaşımda herkesin hak ettiği geliri elde etmesi ile mümkündür. Buna göre, az çalT az kazandığı, çok çalışanın çok kazandığı bir gelir dağıtım mekanizması adildir.
İkinci temel yaklaşım ise adaleti fırsat e ile tanımlayan yaklaşımdır. Bu yaklaşıma göre, bir ekonomide nihai aşamada gelit asıl dağıldığı önemli değildir. Önemli olan bütün bireylerin gelir elde etmek için eşit fırsatlara sahip olmalarıdır. Bu yaklaşıma göre, eğer fırsat eşitliği sağlanıyorsa, ortaya çıkan gelir dağılımı adil (eşitlikçi olmasa bile) olarak kabul edilir.
PİYASA EKONOMİSİNİN İŞLEYİŞ MODELİ VE
TOPLUMSAL REFAHIN ENÇOKLAŞTIRILMASI

Neo-klasik ekonomi teorisi kapsamında, rekabetçi piyasaların nasıl çalıştığını ve bunun toplumsal refaha ilişkin sonuçlarının neler olabileceğini saptamak.
Rekabetçi Dengenin Sağlanması
Neoklasik ekonomi teorisi, tam rekabet koşulları ve ekonomik adam modeline dayalı olarak rekabetçi dengenin nasıl oluştuğunu incelemiştir. Ekonomik adam modeline göre birey rasyoneldir ve yaptığı seçişlerde kendi çıkarını (tüketici ise fayda, üretici ise kar) ençoklaştırma dürtüsü ile davranır. Tam rekabetçi denge modelinde, piyasalarda tam rekabet koşulları egemendir ve tüm tüketici ve üreticiler ekonomik adam modeline göre davranırlar. Bunun sonucunda oluşan tüketici ve üretici dengeleri bütün piyasaların dengeye gelmesini sağlar. Tüketici dengesi, tüketici bütçe kısıtı altında kendisine en yüksek faydayı sağlayacak olan mal bileşimini seçtiğinde gerçekleşir. Üretici dengesi ise, üreticinin, iki üretim faktörü arasında, bu üretim faktörlerinin maliyet kısıtı altında, maksimum üretimi sağlayan faktör bileşimini seçmesi ile gerçekleşir. Tam rekabetçi denge modelinde, tüketiciler, fayda maksimizasyonu yaptıkları mal/hizmet bileşimi ile, üreticilerin maliyet minimizasyonu yaptığı üretim miktarları eşit değilse, yani herhangi bir nedenle arz fazlası veya talep fazlası varsa, fiyatlar aşağıya veya yukarıya doğru hareket ederek dengeyi sağlarlar. Kısaca, fiyat mekanizması, bu miktarların denge üretim miktarları olmasını yani arz ve talebin
eşitenmesini sağlamak.
Pareto Optimallik Kriterleri
Piyasa mekanizmasının işleyişi sonucunda ortaya çıkan kaynak dağılımının etkin 1 olup olmadığına ilişkin temel kriter, Pareto optimallik kriteridir. Buna göre, eğer, kaynakları yeniden dağıtarak, hiç kimsenin refahını azaltmadan en az bir bireyin refahını artırmak mümkün değil ise, kaynak dağılımı Pareto optimaldir. 0 halde, Pareto optimallik noktalarına varılması aşamasına kadar yapılan her iyileştirme Pareto iyileştirme olacaktır. Örneğin, bir ülkede yeni maden kaynaklarını harekete geçirerek daha fazla metal boru Üretilebiliyor ise bu bir Pareto iyileştirmedir. Ancak, artık, mevcut kaynaklar ile daha fazla metal boru üretmek için, örneğin, otomobil üretiminden vazgeçmek gerekiyor ise (diğer herşey sabit iken) Pareto optimum bir duruma varılmış olduğunu söyleyebiliriz. Pareto optimallik koşulları değişimde etkinlik üretimde etkinlik ve ürün karması olmak üzere üç düzeyde incelenmektedir.
PİYASA EKONOMİSİNİN İŞLEYİŞ MODELi VE TOPLUMSAL REFAHIN ENÇOKLAŞTIRILMASI
ı Tam rekabet koşulları altında varılan her rekabetçi denge aynı zamanda bir Pareto optimallik noktası olması, refah ekonomisinin birinci temel teoremi olarak adlandırılır. Ekonomide, Pareto etkin olmayan bir noktadan Pareto etkin bir noktaya hareket ederken, yani bir Pareto iyileştirme yaparken, bu iyileştirme gerçek Pareto veya potansiyel Pareto iyileştirme şeklinde olabilir. Gerçek Pareto iyileştirmenin anlamı, Pareto optimal bir dağılıma, hiç kimsenin refahını azaltmadan ulaşmaktır. Potansiyel Pareto iyileştirmede ise, Pareto etkin olmayan bir noktadan Pareto etkin bir noktaya bir bireyin refahını azaltmak pahasına ulaşılır.
SOSYAL REFAH FONKSİYONLARI
Pareto optimallik koşulları, bir ekonomide kaynakların en verimli oldukları alanlarda kullanılmaları gerektiğini gösterir. Ancak, bunun sonucunda ortaya çıkacak olan gelir dağılımının adil olup olmayacağı konusunda herhangi bir ipucu vermez. Piyasa mekanizmasının işleyişi sonucunda, bazı bireyler veya gruplar daha zengin, bazıları daha fakir kalabilirler.
Neoklasik ekonomi teorisi ve günümüzde bu teoriye dayanan liberal ekonomi anlayışı, devletin gelir dağılımını düzeltmek için fiyatlara (gerek malların gerekse üretim faktörlerinin) müdahale etmesine kesinlikle karşıdır.
Gelir dağılımının adil olmayan sonuçlar verdiği bir piyasa
işleyişinde devletin müdahale biçimi nasıl olmalıdır?
işte bu noktada, şu sorular ortaya çıkmaktadır: “Toplum tarafından istenen gelir dağılımı nasıl bir gelir dağılımı olmalıdır?” veya “Bir gelir dağılımının adil olup olmadığına hangi kriterlere göre karar verilmelidir?” Bu sorulara verilen cevaplar bizi sosyal refah fonksiyonu kavramına götürmektedir. Bu çerçevede başlıca iki tür sosyal refah fonksiyonu tanımlanmaktadır. Faydacı sosyal refah fonksiyonu ve Rawls’çu sosyal refah fonksiyonu.
Faydacı (Bentham) Sosyal Refah Fonksiyonu
19.Yüzyıl filozoflarından Jeremy Bentham (1744- 1832), refah ekonomisinin felsefi temelini
oluşturan faydacı felsefenin kurucusudur. Faydacı felsefe, üç temel ilkeye dayanır. Birinci ilkeye göre, toplumun bir sosyal durumdan birdiğer sosyal duruma geçmesinin iyi ya da kötü olarak değerlendirilmesi bu durumun bireylere sağladığı refah ile ölçülür. Ikinci ilkeye göre, sonuç önemlidir; herhangi bir sosyal durum yarattığı sonuç ile değerlendirilir. Eğer sonuçta toplam refah artıyorsa o durum iyi kabul edilir. Üçüncü ilkeye göre ise, toplumun refahı tek tek bireylerin faydalarını n toplamına eşittir. Herhangi bir politika sonucunda, bazı bireylerin faydası azalmış olsa dahi, toplam fayda artıyor ise bu durum, toplum tarafından kabul edilebilir bir politika olmalıdır. Bu son ilke klasik faydacı görüşün en temel ilkesidir. Faydaların toplanması, faydaların ölçülebilir ve karşılaştırılabilir olduğu kabulüne dayanmaktadır ki refah ekonomisi 1930’lu yıllara kadar bu ilkeyi kabul etmiştir.
Daha sonraları, yeni refah ekonomisi içinde faydaların ölçülebilir ve karşılaştırılabilir değil, sıralanabilir olduğu görüşü giderek daha fazla kabul görmeye başlamıştır. Sosyal refah fonksiyonları da, bireylerin faydalarını gösteren kayıtsızlık eğrileri gibi, toplumun farklı sosyal durumlar arasındaki tercihlerini gösteren sosyal kayıtsızlık eğri le ri d ir.
Sosyal refah fonksiyonu, birinci bireyin faydası ile ikinci bireyin faydası arasında kayıtsız olduğu noktaları gösteren bir refah fonksiyonudur. Bu tür klasik sosyal refah fonksiyonu, Bergson-Samuelson soysal refah fonksiyonu olarak anılır. Bergson Samuelson sosyal refah fonksiyonunun Bentham tipi sosyal refah fonksiyonundan tek farkı, sosyal refahın bireylerin faydalarının toplanması ile değil, toplumun tercih sıralanması ile bulunmasıdır.
Rawls’çu Sosyal Refah Fonksiyonu
Bir filozof ve hukukçu olan John Rawls (1921- 2002), ekonomistlerin ve maliyecilerın uzun zamandır arayış içinde oldukları bir adalet kıstasına cevap getirmiştir. Bir sosyal politika değişikliği, toplumda bazı bireylerin refahını artırırken bazılarınınkini azaltıyorsa, bunun adil olup olmadığına nasıl karar verilecektir? Rawls’a göre, bir politika, toplumda en kötü durumdaki bireylerin refahını artırıyor ise bu kabul edilebilir bir politikadır. Bu sonuç, Rawls’un kendi adalet teorisi içinde belirli varsayımlardan yola çıkarak ulaştığı bir ilkedir (farklılık ilkesi).
Toplumda A bireyinin refahı 200, B bireyinin refahı 400 birim olsun. Uygulanan sosyal veya ekonomik bir politika sonucunda A, 250 birim faydaya ulaşırken, B, 300 birim fayda düzeyine iniyor ise, bu durum Bentham’cı sosyal refah fonksiyonuna göre kabul edilemez, Rawls’çu sosyal refah fonksiyonuna göre ise kabul edilebilir bir durumdur.

alıntı


ÜNİTE -3-


PİYASA AKSAKLIKLARI VE DEVLETİN EKONOMİK RASYONELİ


Piyasalar, belirli varsayımlar ve koşullar altında, kaynakları en etkin dağıtan mekanizma olarak görülmektedir. Ancak, bu koşullar her zaman geçerli olmamaktadır. Eğer böyle olsaydı, ekonomik anlamda devletin varlığına gerek olmazdı. Piyasa aksaklıkları olarak adlandırılan durumlarda, piyasa ya hiç çalışmaz, ya da Pareto optimumu dışında sonuçlar
yaratır; öyle ki özel optimum ile sosyal optimum farklı noktalarda oluşur.

DEVLETİN EKONOMİK FONKSİYONLARI


Piyasa ekonomisinin kurumları ve kuralları ile son derece gelişmiş olduğu toplumlarda bile, mutlaka kamu kesiminin ve kamu ekonomisinin ekonomide belirli bir orana sahip olduğunu görmekteyiz. Bunun nedeni, bazı hizmetlerin piyasa içinde arzının mümkün olmaması veya kollektif olarak arzının daha etkin olmasıdır.
Devletin ekonomideki payı, ülkelerin tarihsel olarak sahip oldukları siyasi, sosyolojik ve diğer
özelliklere bağlı olarak değişiklikler gösterebilir.
Piyasa aksaklıkları, neoklasik temele dayanan maliye teorisinin analiz alanı içinde, devletin varlık nedeni olarak ortaya çıkmaktadır. Buna göre etkin kaynak ayırımını sağlayan mekanizma esas olarak piyasadır, ancak piyasa mekanizmasının aksadığı durumlarda kamu ekonomisi ortaya çıkmaktadır.

DEVLETİN EKONOMİK FONKSİYONLARI


Kamu maliyesinin önemli teorisyenlerinden R. Musgrave’in devletin fonksiyonlarına ilişkin olarak yaptığı aşağıdaki sınıflandırma maliye yazınında oldukça önemli ve yol açıcı olmuştur.

DEVLETİN KAYNAK AYIRIM INA İLİŞKiN ROLÜ


Bir piyasa ekonomisinde, devletin kaynak ayırımı üzerindeki rolü, piyasa aksaklıkları ile birlikte ortaya çıkar. Piyasa mekanizmasının bazı hizmetlerin üretilmesi ya hiç mümkün olmaz veya üretilen hizmetin düzeyi sosyal optimumun altında veya üstünde olabilir. Piyasa mekanizmasının etkin kaynak ayırımını sağlayamaması birçok nedene bağlı olabilir. Aşağıda bunlar daha yakından incelenmektedir.

Piyasa mekanizması kaynak ayırımında etkinliği sağlıyor olsa bile, bunun sonucunda ortaya çıkan gelir dağılımı, kabul edilen herhangi bir adalet ölçüsüne göre, adil olmayabilir. Çoğu zaman, kaynakların etkin, yani en verimli oldukları alanlarda kullanılmasını sağlayan durum, gelir dağılımında bozulmaya ve adaletsizliğe yol açmaktadır. Ünite 2’de gördüğümüz gibi, neoklasik ekonomi teorisine dayalı refah ekonomisinin ikinci temel teoremi, devlete gelir dağılımını düzeltme rolü vermekte, ancak, bunu kaynak ayırımını bozmadan yapması için bazı koşullar öne sürmekteydi. Örneğin, tek bir malı vergilendirmek mallar arasındaki dengeyi bozacak veya ücretleri yüksek oranda vergilendirmek insanları çalışmaktan alıkoyabilecektir.
Piyasanın bazı bireyleri daha zengin, bazı bireyleri daha fakir yapması kuvvetli bir ihtimal olarak her zaman vardır. Demokratik toplumlarda, bu durumun ortaya çıkmaması veya ortaya çıktıktan sonra düzeltilmesi için bazı kurumsal
düzenlemeler yapılmıştır.

DEVLETİN GELİR DAĞILIMINA İLİŞKİN ROLÜ


Bilindiği gibi, piyasa, devletin hiçbir müdahalesi olmadığı durumda, belirli bir gelir dağılımı yaratmaktadır. Buna fak törel gelir dağılımı veya birincil gelir dağılımı adı verilmektedir. Bu aşamada, üretim sürecine katılan üretim faktörleri üretim sonucunda kendi faktör paylarını gelir olarak almaktadırlar. Devlet, bu birincil aşamada gelir dağılımına bazı araçlarla müdahale edebilir. Devlet, bu aşamada gelir dağılımını vergi ve sübvansiyon gibi araçlarla değiştirebilir. Bu duruma gelirin yeniden dağılımı veya ikincil gelir dağılımı adı verilmektedir.
Sonuç olarak, devletin gelir dağılımı rolü, gerek birincil gerekse ikincil gelir dağılımı aşamasında ortaya çıkmaktadır. Her iki düzeyde, gelir dağılımını istenilen düzeyde değiştirmek amacıyla kullanılan araçlar farklılık göstermektedir.

PİYASA AKSAKLIKLARI



DEVLETİN MÜDAHELE ARAÇLARI


Bİrincil Gelir Dağılımı Araçları


Devletin, piyasaya, gelirin dağılması aşamasında müdahalesi daha çok yasal düze nI e m e ler yapma yoi u yI a gerçekle ş ir. Birincil gelir dağılımı, yani üretim faktörlerinin gelirden aldıkları paylar, özellikle emek piyasasına ilişkin olarak yapılan yasal düzenlemeler ile etkili bir şekilde değiştirilebilir ve tamamen piyasanın kendi işleyişine bırakıldığı duruma göre daha adil bir gelir dağılımı elde edilebilir. Bunun en tipik örneği asgari ücret yasaları olarak gösterilebilir. Bu uygulamayla devlet, ücretlerin belirli bir düzeyin altına inmesine izin vermez ise, emek faktörünün geliri olan ücretin milli gelir içindeki payını artırmış ve birincil gelir dağılımı içindeki yerini düzeltmiş olacaktır. Birincil gelir dağılımı
aşamasında etkili olan bir diğer yasal düzenleme ise, devletin toprak reformu yoluyla, önemli bir üretim faktörü olan
toprağın dağılımını değiştirmesidir.

Bilincil Gelir Dağılımı Araçları


Devletin, piyasada oluşmuş olan gelir dağılımını bazı araçlarla değiştirerek, daha adil kabul edilen bir gelir dağılımı oluşturması ikincil gelir dağılımı olarak adlandırılır. kincil gelir dağılımının en önemli araçları vergi ve sübvansiyonlardır. Devlet, bazı vergileme teknikleri ile yüksek gelirli bireyleri daha fazla vergilendirebilir. Bu teknikler içinde en çok kullanılanı artan oranlı vergi tarifesidir. Aynı zamanda muafiyet istisna ve indirim gibi bazı tekniklerle, düşük
gelirlilerin çok az vergi ödemesi veya bazı ülkelerde hiç ödememesi, bunun yanında çeşitli s ü b van si yon la rd an yararlanması, gelirin yeniden dağılımı fonksiyon unu güçle n d i ren uygulama la rdı r. Devletin bireysel gelir dağılımını değiştirmek için kullandığı araçlardan bir diğeri yoksullara yapılan sosyal yardımlardır. Bu harcamalar kamu bütçesi
içinde sosyal transfer harcamaları olarak adlandırılır. Bunlar nakdi (parasal) veya ayni (mal olarak) olabilir.
Bu destekler, birçok ülkede doğrudan gelir desteği (özellikle tarım kesimi için), çocuk yardımları; eğitim, sağlık, sosyal güvenlik hizmetlerinin ücretsiz sunulması şeklindedir.

DEVLETİN İSTİKRARA İLİŞKİN ROLÜ



istikrar fonksiyonu, piyasanın konjonktürel dalgalanmalara bağlı olarak ortaya çıkan makro istikrarsızlıkların (enflasyon ve işsizlik gibi) vergi ve harcama araçları ile giderilmesi olarak ifade edilebilir. Bilindiği gibi, 1929 dünya ekonomik bunalımına kadar, devletin piyasalara hiçbir müdahalesi olmaması gerektiği, piyasaların serbest rekabet ve fiyatlar aracılığıyla kendiliğinden dengeye geleceği kabul edilmiş bir görüş idi. Ancak büyük dünya buhranından sonra, bu görüş terk edildi ve ekonomistler arasında devletin istikrarsızlıkları önleyici rolü olduğu görüşü yerleşmeye başladı. Bilindiği gibi, ünlü ekonomist J.M.Keynes (1883-1946) tarafından bu dönemde ortaya atılmış bulunan Genel Denge Teorisi’nin bu değişim üzerinde büyük etkisi olmuştur. Ekonominin canlanma Dönemlerinde ortaya çıkan Sorusu talep artışı ve enflasyonist baskıları vergiler artırılarak ve/veya harcamalar kısılarak dizginlenebilir. Resesyon dönemlerinde ortaya çıkan talep yavaşlaması ise vergiler düşürülerek ve/veya harcamalar artırılarak canlandırabilir.


alıntı


ÜNİTE -4-


KAMU MALLARI



Kamu malları, piyasa aksaklıkları içinde devletin varlığını en çok gerekli kılan durumlardan bir tanesidir. Kamu mallarında devlet, fiilen bir hizmet üretmekte veya hizmetin üretimini örgütlemektedir. Ancak kamu
mallarında, hangi maldan ne miktarda üretileceği ve bunların finansmanının nasıl sağlanacağı konusu özel
mallardan tamamen farklıdır. Pareto optimalitesi koşulları açısından da önemli farklar bulunmaktadır.

KAMU MALLARININ SINIFLANDIRILMASINA İLİŞKİN KRİTERLER


VE KAMU MALLARI TANIMLARI



Piyasa aksaklıkları içinde yer alan kamu malları durumu, devletin, kamusal karar alma süreci içinde merkezi veya yerel düzeyde örgütlenerek bu mal ve hizmetleri sunması gereğini ortaya çıkarır. Hangi özelliklere sahip olan mallar kamu ekonomisi içinde üretilmelidir? Bu sorunun yanıtını ararken, malları özelliklerine göre sınıflandırmamızı sağlayacak olan bazı kriterler kullanmamız faydalı olacaktır.


Kamu Mallarının Sınıflandırılmasına Ilişkin Kriterler



jamu mallarının sınıflandırılmasında kullanılan başlıca iki kriter vardır:
• Tüketimden mahrum bırakmanın mümkün olup olmaması (dışlanamama)
• Tüketimde rekabet olup olmaması (ortak tüketim)

Tüketimden Mahrum Bırakılamama Özelliği


Tüketimden dışlanabilirlik, bir malın bedelini ödemeyen bireyin o malın tüketiminden mahrum bırakılabilmesidir. Bir malın piyasa tarafından üretilebilmesi için bu özelliğin olması zorunludur. Kamu malları bir bütün olarak topluma sunuldukları için ve bir kez sunulduktan sonra herkes tarafından ortak olarak tüketildikleri için bedel ödemeyen tüketimden dışlanamaz. Ancak bu noktada dikkat edilmesi gereken husus, kamu mallarından eş miktarda tüketimin, herkesin eşit fayda sağladığı anlamına gelmediğidir. Kamu mallarından bazı bireyler çok yüksek fayda elde ederken, bazıları daha düşük fayda elde edebilir; hatta bazı bireyler hiç fayda elde etmeyebilir.
Kamu mallarında tüketimden mahrum bırakma olmadığı için, bireyler bedel ödemeye istekli olmaz, yani bedavacılık (free rider) problemi ortaya çıkar. Bireylerin taleplerini açıklamaları için hiçbir güdü yoktur. Bu durumda, piyasa mekanizması işlemez. Bu duruma örnek olarak bir sokak lambasını gösterebiliriz. Sokak lambası bir kere sunulduğunda, bundan herkes az ya da çok düzeyde fayda sağlayabilir. Bu hizmet özel sektör tarafından sunulabilir mi?
Hayır, çünkü bu hizmet için fiyatlandırma yapılamaz, bunun nedeni bedel ödemeyenin de
bu hizmeti kullanabilmesidir.

Tüketimden Mahrum Bırakılamama Özelliği


Bazı durumlarda dışlama teknik olarak yapılabilir, ancak bu çok maliyetli olabilir. Teknolojinin gelişmesi bazı durumlarda dışlanmayı mümkün kılabilir veya dışlanma maliyetlerini düşürebilir. Örneğin, tipik bir kamu malı özelliği taşıyan televizyon yayıncılığı kablolu veya şifreli yayın teknolojisinin gelişmesi ile fiyatlandırılabilir hale

Tüketimde Rekabet Olmaması Özelliği


Kamu mallarının ikinci özelliği; tüketimde rekabet olmaması, yani bir bireyin tüketimi sonucu elde ettiği faydanın ikinci bireyin faydasını azaltmamasıdır. Oysa özel mallarda bu özellik kesin olarak mevcuttur. Örneğin bir ekmeği bir birey tüketiyorsa aynı ekmeği ikinci birey tüketemez.
Kamu mallarında ise, belirli bir kapasite noktasına kadar bir bireyin tüketimi ikinci bir bireyin tüketimini
azaltmaz. Bu kapasite sonsuz ise tüketimde rekabet hiçbir zaman yoktur. Tüketimde rekabet olmadığı sürece fiyatlandırma yaparak talebi kısmak toplumsal refah açısından arzu edilir değildir. Çünkü, bu mallardan ne kadar çok birey faydalanırsa toplumsal refah o kadar artacaktır.

Tam Kamusal Mallar


Bir mal, aynı anda, mahrum bırakılamama ve rekabet olmaması özelliklerinden ikisine birden sahip olabilir. Bu tür hizmetler için tam kamusal mal tanımlaması yapılmaktadır. Tam kamusal malların sunulmasında ortaya çıkan en önemli konu bedavacılık sorunudur. Bedavacılık, kamu mallarının tüketiminden bedel ödemeyenlerin mahrum bırakılamaması sonucunda ortaya çıkan bir sorundur. Bu durumda söz konusu mal ya hiç üretilemez veya optimal düzeyin altında üretilir. Daha öncede belirtildiği gibi neoklasik ekonomi teorisinde yer alan görünmez el hipotezine göre her rasyonel birey kendi çıkarını maksimum kıldığı sürece tüm toplumun faydası en yüksek düzeyde olacaktır. Oysa kamu ekonomisinde böyle bir işleyiş geçerli değildir. Birey, sadece kendi çıkarı peşinde koşar ve bedavacılık yaparsa, bundan tüm toplum ve dolayısıyla kendisi de zarar görecektir.

tak Mülkiyet Kaynakları



Tüketimden mahrum bırakılamama durumu söz konusu olduğu halde, tüketimde rekabetin olduğu durum ortak mülkiyet kaynakları olarak nitelendirilen özel bir duruma işaret etmektedir. Burada kimse tüketimden mahrum bırakılamaz, yani bedel ödetme mümkün değildir; ancak bir bireyin bu kaynakları kullanımı diğerlerinin faydasını azaltır. Ortak mülkiyet mallarına örnek olarak meralar, balık rezervleri gibi toplumun ortak kullanımında olan mallar verilebilir. Burada devletin rolü, aşırı kullanımı ve faydadaki azalmayı önleyecek şekilde yasal düzenlemeler yapmaktır

Fiyatlandırılabilir Kamusal Mallar



Bazı mallarda tüketimden mahrum bırakma özelliği mevcut olduğu halde tüketimde rekabet olmaması söz konusudur. Tüketimden mahrum bırakmanın mümkün olduğu durumlarda bir hizmetin arzı teknik olarak özel sektöre bırakılabilir, ancak tüketimde rekabet yoksa, yani ilave bir kullanımın maliyeti sıfır ise, bu durum sosyal optimuma uygun değildir. 0 halde, sosyal optimumun sağlanması için, kapasite noktasına kadar fiyatlama yapmamak, kapasite noktasından sonra ise, yukarıda açıklandığı gibi, kamusal fiyatlandırma teknikleri kullanmak veya kapasite artışı sağlamak gerekir.


Erdemli Mallar



Bazı mallar yukarıdaki sınıflandırmaya göre özel mal kategorisinde olduğu halde, devlet tarafından üretilir veya finansmanı sağlanır. Devlet, bu mallar ihtiyaçlar için gerekli olduğu halde, çeşitli nedenlerle (eğitimsizlik veya yoksulluk gibi) tüketilmediği için müdahalede bulunur. Örneğin, çocuklara süt dağıtılması veya aşı kampanyaları yapılması erdemli mallar arasında sayılabilir.

Kulüp Malları



Kulüp malları teorisine göre, bazı ihtiyaçların ortak olarak sağlanması maliyetleri düşürüyor ve etkinlik yaratıyor ise, kullanıcılar bu malların arzını kulüp şeklinde organize edebilirler. Kulüp malları, yukarıda belirttiğimiz sınıflandırmaya göre, tüketimden mahrum bırakılma özelliğine sahip olduğu halde, belirli bir kapasite noktasına kadar tüketimde rekabet olmayan mallardır. Kulüp mallarında, bir bedel ödeme kulübe üye olma şeklinde gerçekleşmektedir.
Aynı hizmeti talep eden bireyler bir araya gelerek bir kulüp oluşturacak ve söz konusu hizmeti daha düşük maliyetler ile elde edeceklerdir. Burada önemli olan husus, kulübün optimal büyüklüğünün ne olacağıdır. Bir diğer kamusal mal ise, yukarıdaki sınıflandırmaya göre, gerçekte özel mal olduğu halde, özel faydası yanında topluma yayılan bir faydası da olduğu için karma mal sayılan mallardır. Çünkü, bu topluma yayılan fayda tam kamusal mal niteliğindedir, yani fiyatlandırılamaz ve tüketimde rekabet yoktur. 0 halde bu tür malların bir bölümü özel mal, bir bölümü ise kamu malı niteliğindedir. Böyle mallara yarı kamusal mallar veya karma mallar adı verilmektedir.

Uluslararası Kamusal Mallar



Uluslararası kamusal mallar, tam kamusal mallar gibi, tüketimde rekabet olmaması ve tüketimden mahrum bırakılamama gibi iki kriteri de sağlamaktadır ve bu anlamda tam kamusal mal tanımına girmektedirler. Ancak, bunlara ilave olarak, bu mallar, faydasının yayılma alanı tek bir ülkeden çok daha büyük bir alanı kapsayan mallardır. Özellikle çevresel sorunların global nitelik kazanması ile bu sorunların giderilmesine yönelik hizmetler de uluslararası kamusal mal niteliğindedir. Çünkü, hizmetlerin faydalarının yayılma alanı birden fazla ülkeyi hatta bazı durumlarda bütün yerküreyi kapsamaktadır.
Uluslararası kamu mallarına örnek olarak, uluslararası barış için gerekli hizmetler, haberleşme sistemleri, bilimsel gelişmeler ve teknoloji, salgın ve bulaşıcı hastalıkların önlenmesi için uluslararası Sağlık hizmetleri verilebilir. Bu hizmetlerin sağlanması için gerekli olan hizmet birimi tek tek devletler değil uluslar üstü bir birim olmalıdır. Günümüzde, Dünya Sağlık Örgütü ve BM Barış Gücü gibi bazı uluslararası kuruluşlar bu rolleri üstlenmektedir.



KAMU MALLARI ÜRETİM SÜRECİ



Kamu Malları Üretim Süreci ile Piyasa Sürecinin Karşılaştırılması




Kamu mallarının devlet tarafından kamu ekonomisi içinde Üretilmesi süreci, piyasanın işleyiş sürecinden tamamen farklıdır. Bu fark, daha öncede belirttiğimiz gibi, kamu mallarının özelliklerinden, taleplerinin bildirilmesinden ve finansman biçimlerinden kaynaklanmaktadır.
Ancak, piyasanın ve kamu ekonomisinin bir arada bulunduğu bütün ülkelerde, bu iki alan arasında çok temel bazı farklar olduğunu söyleyebiliriz. Aşağıda bu farkların neler olduğu açıklanmaktadır:


Kamu Malları Üretim Sürecine İki Farklı Yaklaşım



Devletin hangi amaçlar için çalıştığı çeşitli maliye teorisi ekolleri tarafından farklı olarak ele
alınmaktadır. Devletin varlığını piyasa aksaklıkları ile açıklayan geleneksel maliye teorisine göre,
devletin tek bir amacı vardır. Bu amaç, toplumun refahını en üst düzeyde gerçekleştirecek olanların
yapılması, yani piyasa aksaklıklarının giderilmesidir. Bu normatif teori, devleti iyi devlet
olarak modelleştirmektedir. İkinci olarak, bu teoriye alternatif olan ve devleti farklı bir şekilde
modelleştiren kamusal seçiş teorisinden söz edilebilir. Bu teoriye göre devlet, toplumun refahı ırma
için çalışan ve toplumun üstünde bir birim değildir.
Tam tersine, kendi amaç fonksiyonlarını maksimum kılma amacıyla çalışan aktörlerdeki oluşan bir yapıdır. Bu aktörler politikacılar ve bürokratlardır. Politikacıların amacı oy maksimizasyonu yapmak, yani kendilerine en çok oyu sağlayacak hizmetleri yerine getirmektir. Bürokratların amacı ise, kendi etki alanlarını genişletmektir. Kamusal seçiş teorisine göre, devlet, geleneksel maliye teorisinin varsaydığı gibi, toplumun refahını gözetemez. Sonuç olarak kamusal seçiş teorisine göre, devlet aksaklıkları doğmaktadır.

KAMU MALLARININ ETKİN ÜRETİM DÜZEYİ


Kamu ekonomisinin işleyiş sürecini, piyasa benzeri bir model ile açıklamaya çalışan ekonomistlerin önerdikleri iki önemli model olarak Erik R. Lindahl’ in (1891-1960) ve Paul Samuelson’ un (1915-....) modellerinden söz edilmektedir.
Lindahl Modeli Samuelsorı Modeli


alıntı


ÜNİTE -5-



DIŞSALLIKLAR



Dışsallıkların söz konusu olduğu bir durumda üretim tümüyle piyasa mekanizmasına bırakılırsa optimal kaynak ayırımı
gerçekleşmemektedir. 0 zaman böyle bir durumda devletin müdahalesiyle optimal kaynak ayırımına ulaşılıp ulaşılamayacağı sorusu önem kazanmaktadır.



DIŞSALLIKLARIN ÖNEMİ



Dışsallık, bir ekonomik birimin yürüttüğü faaliyetin başka bir ekonomik birime herhangi bir karşılık (fiyat) söz konusu olmaksızın sağladığı fayda ya da yüklediği maliyettir. Tipik özel mal ve hizmetlerde dışsallık yoktur ya da yok denecek kadar azdır. Örneğin, bir bireyin yemek yemesi, aldığı kazak ya da ayakkabıyı kullanması, tipik özel mal ve hizmet kategorisine girmektedir. Bilindiği gibi, bu mal ve hizmetlerde tüketimin faydası sadece tüketiciye gitmekte.
Biraz önce belirtildiği gibi, dışsallıklar bir üretim ya da tüketim faaliyeti üzerinde faydalı etkiler yaratarak olumlu dışsallık (dış fayda, dışsal fayda) olarak adlandırılırken, diğerleri zararlı etkiler yaratarak olumsuz dışsallık (dış maliyet, dışsal zarar) olarak adlandırılmaktadır. Dış maliyet bir üretim ya da tüketim faaliyetine doğrudan taraf olmayan üçüncü bireylere, herhangi bir ödeme olmaksızın yüklenen maliyettir. Bir çimento fabrikasından çıkan tozlar ve gazların, çevredeki tarımsal alanlarda üretimi düşürmesi örnek gösterilebilir. Bu, bir üretim faaliyetinden kaynaklanan ve başka bir üretim faaliyetini etkileyen bir dış maliyettir. Aynı çimento fabrikasından kaynaklanan tozlar ve gazlar çevrede evi ya da bahçesi olanların çay içme keyfini veya sağlıklarını olumsuz etkileyebilir. Bu da üretimden kaynaklanıp tüketimi etkileyen bir dış maliyettir.
Bir caddede gece otomobil yarışı yapanların gürültüsü ya da konutlarla çevrili bir bölgede bulunan bir diskotekte sabaha kadar yüksek sesle müzik çalınması da dış maliyet örnekleridir. Öte yandan bütün dünyayı ve dünya nüfusunu ilgilendiren bir örnek ise global ısınmaya neden olan ozon tabakası ile ilgilidir.



DIŞSALLIKLARIN ÖNEMİ



Dış fayda da ise, bir üretim ya da tüketim faaliyeti, herhangi bir karşılık ödenmeksizin başka bir üretim ya da tüketim faaliyetine olumlu etkiler yapmaktadır. Örneğin, bulaşıcı hastalığa karşı aşı olan bir birey kendini koruduğu gibi, taşıyıcı olma olasılığı ortadan kalktığı için başkalarını da korumuş olmaktadır. Eğitim sürecinde (özellikle temel öğretimde) yurttaşların adalet anlayışı, hoşgörü gibi erdemleri kazanmaları, toplumsal yaşamın temel kurallarını öğrenmeleri diğer bireyleri ve tüm toplumu da olumlu etkilemekte, burada da bir dış fayda söz konusu olmaktadır.
Daha önce de ifade edildiği gibi dışsallıkların, söz konusu olduğu bir durumda üretim tümüyle piyasa mekanizmasına bırakılırsa, optimal kaynak ayırımı gerçekleşememektedir. Çünkü, örneğin, maliyetin söz konusu olduğu bir durumda, piyasaya hiçbir müdahalede bulunulmazsa, aşırı üretim sorunu doğmakta, yani, üretim optimal üretim düzeyinin üzerinde olmaktadır. Dış faydanın söz konusu olduğu bir durumda ise, piyasaya hiçbir müdahalede bulunulmazsa, eksik üretim sorunu doğmakta, yani, üretim optimal miktarın altında olmaktadır.

Dışsallıkların iki türünden biri olan dış maliyet, daha sık karşılaştığımız bir sorundur. Dış maliyetin kaynağı bazen bir tüketim faaliyeti de olabilir, ancak daha yaygın olarak bir üretim faaliyetidir.

DIŞ MALİYET



Şekilde, dış maliyetin birim başına sabit olduğu kabul edilmişti. Ancak, belli bir üretim miktarına kadar dış maliyetin doğmadığı, ancak, bu üretim miktarından sonra üretilen birim başına dış maliyetin giderek büyüdüğü kabul edildiğinde de sorun ve çözüm aynıdır. Yine hiç müdahale edilmediğinde piyasa mekanizması aşırı üretimle sonuçlanmaktadır. Dolayısıyla yapılacak müdahalenin amacı aşırı üretimi aşağıya çekmek olacaktır.
Dış maliyet örneğinde dikkat edilmesi gereken nokta, aşırı üretim düzeyinden optimal üretim düzeyine çekilmesi, ancak sıfıra indirilmesidir. Bir başka deyişle, dış maliyete yol açan üretimin tümüyle
durdurulması gerekmemekte, üretimin optimal düzeye çekilmesi yeterli olmaktadır.
Yukarıda dış maliyetin olduğu durumlarda piyasa mekanizmasının optımal kaynak ayırımını gerçekleştirmekte yetersiz kalması sorunu incelendi. Bu aşamada sorulması gereken soru, dışsallık karşısında devletin, rasyonel bir müdahaleyle, optimal kaynak dağılımına ulaşılmasını sağlayıp sağlayamayacağıdır. Bu sorunun yanıtı, en azından teorik düzeyde, olumludur. Dışsallık karşısında devlet müdahalesiyle kaynak ayırımı optimal düzeye çekilebilir. Aşağıda bunun gerçekleştirilebilmesi için devlet müdahalesinde ne gibi yöntemlerin uygulanabileceği konusu açıklanmaktadır.



DIŞ MALİYET KARŞISINDA DEVLET MÜDAHALESİ



Dış maliyet karşısında devlet farklı yöntemlere başvurabilmektedir. Burada başlıca üç yöntem üzerinde durulacaktır. Bunlar, fiziksel sınırlama, vergi ve mülkiyet hakkının düzenlen m es idi r.
Fiziksel Sınırlamalar Dış maliyetin en yaygın türü çevre kirlenmesidir. Çevre kirlenmesinin en çok rastlanan tipi ise üretimden kaynaklanan dış maliyettir. Bilindiği gibi, bir üretim süreci sonucunda bir mal ya da hizmet elde edilirken, üretim süreci sonucunda ortaya çıkan atıklar çevreye atılmaktadır. Atıkların yaratacağı zararlar, yani dış maliyetler değişik türde olabilmektedir. Örneğin, çevre kirlenmesi nedeniyle ölümler artabilir, ortalama yaşam süresi kısalabilir, belirli hastalıkların sıklığı artabilir ve bu nedenle çalışılan iş günü sayısı azalabilir, işgücünün verimliliği düşebilir.
Fiziksel Sınırlamalar

Fiziksel sınırlama yönteminde, öncelikle, dış maliyetin ortaya çıkış biçiminin ve etkilerinin bilinmesi gerekmekte, bu bilgilerin ışığında, çevre kirlenmesini azaltacak, gerekli görüldüğü takdirde durduracak fiziksel sınırlamalar getirilmektedir. Örneğin, bu yöntemle belirli üretim faaliyetleri tümüyle yasaklanabilir ya da bu faaliyetlerin yürütülebileceği yerler sınırlanabilir. Veya alternatif olarak, belirli atıkların atılması yasaklanabilir ya da koşullara bağlanabilir. Filtre kullanma zorunluluğu ya da bacanın en az belirli bir yükseklikte olması gibi koşullar konabilir. Diğer bir önlem olarak, belirli girdilerin (örneğin, belirli kömür türlerinin) kullanımı yasaklanabilir.
Fiziksel sınırlamalar çoğunlukla açık ve nettir, uygulanması görece kolaydır. Ancak, bu yöntemin zayıf yönü, firmalar ve mallar arasında bir ayrım yapmamasıdır. Örneğin, küçük ölçekli firmalar ile yüksek olan firmalar aynı sınırlamaya tabi olmaktadır. Böyle bir yaklaşımla optimal kaynak ayırımına
yaklaşılabilir, ancak, tam olarak ulaşılması çok güçtür.


Vergi



Vergilerle yapılacak müdahalenin çıkış noktası, dış maliyetin özel maliyetlere eklenmesidir. Bir başka deyişle, vergi kullanılarak dış maliyet içselleştirilmekte ve hesaba katılmış olmaktadır. Örneğin, dış maliyetin üretilen birim başına sabit kaldığı bir durumda, uygulanacak vergi, spesifik nitelikte (birim üzerinden alınan) bir dolaylı vergi olmalıdır. Burada, verginin en önemli etkisi üretim miktarını optimal düzeye çekmek olacaktır. Vergi, arz ve talep esnekliklerine bağlı olarak bir bölümüyle alıcıya yansıyacak, bir bölümüyle de endüstrideki üretim faktörleri üzerinde kalacaktır. Aşağıda bu süreç Şekil 5.3 yardımıyla incelenmektedir:

Sürmekte olan dış maliyete katlananlar hl bir kayıpla karşı karşıyadır. işte, sürmekte olan dış maliyete eşit bir vergi toplanarak ve bu vergi dış maliyete katlananlara aktarılarak, söz konusu zarar tazmin edilmiş olmaktadır. Kağıt üzerinde yeterli gözüken bu çözümün uygulamada önemli engellerle karşılaşması mümkündür. Birinci olarak, kullandığımız basitleştirici varsayım (dış maliyetin üretim birimi başına sabit oluşu) geçerli olmayabilir. ikincisi, dış maliyeti ölçmek olanaksız olabilir. Üçüncü olarak, vergiyi toplamanın ve zarara uğrayanlara dağıtmanın bir maliyeti olacağından dış maliyete eşit bir tutar ödeyebilmek için toplanması gerekli vergi tutarının dış maliyetten büyük olması gerekmektedir.

Mülkiyet Hakkının Düzenlenmesi



Mülkiyet hakkının düzenlenmesi yöntemi, piyasanın başlangıç koşullarını ya da oyun kurallarını belirlemek anlamına gelmektedir. Bu belirlemeden sonra sorunun çözümü piyasa ilişkilerinden beklenecektir. Bu yaklaşımı ilk ortaya atan, bir süre önce ekonomi alanında Nobel ödülü kazanmış olan Ronald Coase’dur (1910-...). Coase yaklaşımında dışsallığın, olayın tarafları arasındaki bir pazarlık ve alışverişle optimal çözüme bağlanabileceği açıklanmaktadır. Olayın tarafları arasındaki alışverişte kimin kime ödeme yapacağı ise, mülkiyet ve kullanım haklarının nasıl düzenlendiğine bağlı olacaktır.
Örneğin, bir tarafta bir ya da birkaç çimento fabrikası, öbür tarafta çimento fabrikasının dış maliyetine katlanan sebze üreticileri kooperatifi olsun. Bu arada, dış maliyetin yıllık düzeyinin 100 milyar TL olarak tahmin edildiği, çimento fabrikasının dış maliyeti tümüyle engelleyecek bir önlem almasının mümkün olduğu ve bu önlemin yıllık maliyetinin de 60 milyar TL olduğu kabul edilmektedir. Örnekte dış maliyete yol açan ve katlanan tarafların sayılarının aşırı
olmadığı ve doğrudan ya da temsilcileri eliyle görüşme ve pazarlık yapabildikleri varsayılmaktadır.
Mülkiyet ve kullanım hakları yürürlükteki hukuk kurallarınca düzenlenmektedir. Bu konuda iki olasılık vardır. Birinci olasılık, mevzuatın, kirletenin ödemesi ilkesine dayanmasıdır. Anlaşılacağı gibi, bu olasılık sebze üreticilerini dış maliyete karşı koruyucu niteliktedir. ikinci olarak, mevzuat çimento üretiminden yana olabilir ve dış maliyetin tazminine olanak vermeyebilir. Bu iki olasılık taraflar arasında alışveriş olanağı açısından farklı sonuçlar yaratacaktır. Yukarıdaki örnek göz önüne alındığında, eğer, mevzuat sebze üreticilerini koruyucu nitelikte ise, sebze üreticileri zararları kadar (100 milyar TL) tazminat isteyebileceklerdir. Bu durumda, karşı taraf 100 milyar TL ödemektense, kendisine 60 milyar TL maliyet yükleyen önlemi almayı yeğleyecektir. Mülkiyet ve kullanım haklarının düzenlenişi sonucunda dış maliyete neden olan taraf önlem almaya zorlanmış, ayrıca, 100 milyar TL düzeyinde bir zarar 60 milyar TL tutarında bir miktarla önlenmiştir. Eğer, önlem maliyeti, dış maliyetin üzerinde olsaydı, o zaman bir tazminat ödeme söz konusu olabilecekti. Anlaşıldığı gibi, dış maliyete yol açan taraf, önündeki iki seçeneğin maliyetlerini karşılaştırarak bir karara varmaktadır.
Şimdi de hukuksal düzenlemenin sebze üreticilerinden değil de, çimento üreticilerinden yana olduğu düşünülürse. Bu durumda, sebze üreticilerinin, 100 milyar TL’lık bir zarara katlanmak yerine 60 milyar TL’lık önlem giderini finanse etmek istemeleri rasyonel olacaktır. Yıllık önlem maliyetinin 140 milyar TL olduğu varsayıldığında ise sebze üreticilerinin bu önlemi finanse etmek yerine zarara katlanmaları daha rasyonel olmaktadır. Dış maliyetin özel maliyetler gibi hesaba katılması, dış maliyeti, buna yol açan tarafın taşıması demektir. Bu nedenle, mevzuatın genellikle dış maliyete katlananlardan yana düzenlenmesi beklenmektedir.
Özet olarak devlet, müdahale ile oyunun kurallarını, yani mülkiyet ve kullanım haklarını düzenlemekte, dış maliyet Sorununa çok genel bir müdahalede bulunmakta, gerisini ise piyasa mekanizmasına bırakmaktadır. Ancak, bu yaklaşımın uygulamada geçerli olabilmesi belirli koşullara bağlıdır. Bunlardan birincisi ve en önemlisi, dışsallığın ölçülebilmesi, ikincisi, tarafların görüşme ve pazarlık yapabilecek biçimde örgütlenebilmesi, üçüncüsü ise işlem
(ölçme, görüşme, anlaşma) maliyetlerinin aşırı yüksek olmamasıdır.

DIŞ FAYDA VE DEVLET MÜDAHALESİ



Bazı üretim ya da tüketim faaliyetlerinin dış fayda yaratması ve bu faaliyetlere hiçbir müdahalede bulunulmadığı takdirde eksik üretim sorununun doğurması olasıdır. Bilindiği gibi, bireylerin mal ve hizmetlere ödemeye hazır oldukları fiyatları göstermekte ve bu fonksiyonun temelinde bireylerin söz konusu mal ve hizmetten sağladıkları marjinal fayda yatmaktadır. Diğer bir deyişle, talep fonksiyonu özel marjinal faydaya dayanmaktadır. Eğer bir mal ya da hizmet A tarafından kullanılırken A dışındaki bireylere de bir fayda sağlıyorsa, ancak, bunun karşılığında herhangi bir ödeme söz konusu değilse, piyasa mekanizması dış faydayı göz önüne almayacaktır. Dış faydanın göz önüne alınması demek, bunun marjinal faydaya eklenmesi demektir. Böylece, bulunacak sosyal faydaya göre optimal üretim düzeyi de belirlenmiş olmaktadır. Şekil 5.5’de dış faydanın birim
başına sabit olduğunu kabul edilmektedir. Birim başına dış faydanın sabit olması demek, özel marjinal faydaya dayanan talep fonksiyonuna D, dış faydanın eklenmesi ve bu yolla bulunacak fonksiyonun D1’e paralel olması
demektir. D2 fonksiyonu sosyal faydayı (özel fayda + dış fayda) yansıtmaktadır.

alıntı


ÜNİTE -6-



ETKİNLİK İLE MÜLKİYET ARASINDAKİ İLİŞKİ


Piyasanın etkin çalışmasını önleyen bazı piyasa aksaklıkları gibi, kamu kesiminin de etkin çalışma koşullarını ortadan kaldıran aksaklık durumlarının söz konusu olduğu ileri sürülmektedir. Kamu kesiminde etkinsizlik sorunu konusunda bir görüş, bu etkinsizliğin kamu kesimini oluşturan birimlerin yapısından kaynaklandığını ileri sürerken,
diğer bir görüş, etkinsizliğin temel olarak rekabet koşullarının olmayışından kaynaklandığını ifade etmektedir.

Kamu Kesiminin Etkinsiz Çalıştığını İleri Süren Görüş


Nasıl ki piyasa mekanizmasının etkin çalışmasının koşullarını ortadan kaldıran bazı piyasa aksaklıkları varsa, kamu kesiminde de devlet aksaklıkları adı verilen bazı aksaklıkların olabileceği ileri sürülmüştür. Bu görüşleri benimseyen kamusal seçiş ekolünün kurduğu teorik modeller asıl olarak politikacı ve bürokratların davranışlarına ilişkin varsayımlara dayanmaktadır. Buna göre, seçmenler kısa vadeli çıkarları için davranırken, politikacıların hedef fonksiyonu oy maksimizasyonu ve bürokratların hedef fonksiyonu ise etki alanlarını maksimum kılmak olarak özetlenebilir.
Piyasa ekonomisinde, teorik olarak ispatlanmıştır ki bütün aktörler kendi çıkarlarını kollarken, toplumun refahı da en üst düzeyde gerçekleşir. Oysa kamu ekonomisinde bütün aktörler kendi faydaları peşinde koşarsa, toplumun
refahı azalır. Kamu ekonomisinin etkinsiz çalıştığını savunan görüş içinde, buna gerekçe olarak ileri sürülen en temel hususlardan bir tanesi bürokrat davranışlarına ilişkindir. Bürokrat davranışlarına ilişkin bir model olan
Niskanen modeli açıklanmaktadır.

Niskanen Modeli


Bürokrasi kesiminin ekonomik analizi ilk defa Williams A. Niskanen (1933-...) tarafından yapılmış ve daha sonra başka ekonomistler tarafından geliştirilmiştir. Niskanen modelinin sonucuna göre, bürokrasi, kamu kesiminin büyüklüğünü sosyal optimumun çok üzerine çıkarma eğilimindedir. Bu durumun nedenleri, bürokratların kamusal üretimde tekel olmaları ve üretimleri hakkında tek yanlı (asimetrik) bilgiye sahip olmalarıdır. Bürokratlar tek yanlı bilgiden
yararlanarak kamu bütçesini en üst noktaya kadar genişletirler. Bu en üst nokta hizmetin toplam maliyetlerinin toplam faydaya eşit olduğu noktadır. Oysa sosyal optimum, toplam maliyetlerin toplam faydaya değil, marjinal maliyetlerin marjinal faydaya eşit olduğu daha düşük bir kamu bütçesine karşılık gelmektedir. Bu model, kamusal seçiş teorisinde birçok ekonomist tarafından kamu kesiminin aşırı büyümesi ve kaynakların etkinsiz kullanılmasının nedeni olarak gösterilmiştir.


X-Etkinsizliği


Niskanen modelinin gösterdiği kaynak ayırımındaki etkinsizlik yanında, kamu kesimine atfedilen bir diğer etkinsizlik ise x-etkinsizliği olarak adlandırılan durumdur. Bürokrasi kesiminin etkinsizliği üzerine ortaya çıkartılmış kavramlardan bir diğeri ise Xe tkinsizliği olarak adlandırılan durumdur. Buna göre bürokraside, israf, fazla eleman kullanma, verimsiz çalışma gibi nedenlerle ortaya çıkan bir etkinsizlik vardır. Bu etkinsizlik, Niskanen modelinde olduğu gibi kaynak ayırımına ilişkin bir etkinsizlikten ziyade teknik bir etkinsizliktir.
X-etkinsizliği sadece bürokrasi içinde ortaya çıkmaz, aynı zamanda rekabetçi piyasaların İşlemediği, tekel
koşullarında çalışan özel firmalarda da aynı tür etkinsizlikler vardır. Ancak, özel kesimde, tekelci
oluşumların kırılması ve rekabetin işletilebilmesi için kurumsal düzeyde önlemler alınabilir. Oysa kamu
kesiminde büroların rekabet içinde çalışması mümkün değildir. Bu durumda, belirli kamu hizmetleri zorunlu
olarak kamu kesiminde yapılacağına göre, bu kesimde etkinliği sağlamak için idari ve kurumsal
olarak yeniden biçimlendirme (reform) ve yeniden yapılandırma yoluna gidilmektedir. Günümüzde birçok
ülkede kamu kesiminde etkinliği sağlayacak dürtü ve teşvik sistemlerinin sağlanması için çalışılmaktadır.

X-Etkinsizliği


Bunlar arasında en önemlileri arasında şunları sayabiliriz:
Kamu sektörünün etkinsiz çalışmasının önüne geçmek için düşünülmüş olan bazı
yönetim biçimleri, kamu işletmelerinin yönetimi özel sektör yönetimlerine benzetilerek tasarlanmıştır. Mülkiyet kamuda kaldığı halde, kamuya atfedilen bazı sorunlardan
kurtulmak mümkün olabilir. Aşağıda bu çözümlerden başlıca iki tanesine değinilmiştir.

*Performansa dayalı Kamu İşletmeleri



Bu tür bir yapıda, kamu işletmesinin performans hedefleri önceden belirlenerek, yöneticilerin bunlara uyması istenir. Ancak bunun yapılabilmesi için, özerk kamu işletmelerinde olduğu gibi burada da üretilen hizmetin (çıktının) ölçilebilir olması gerekmektedir.


*Özerkleştirme


Kamu işletmelerinin siyasi iradeden tamamen bağımsız olarak kendilerini yönetmeleri modeli birçok batı ülkesinde yaygın olarak kullanılmaktadır. Her ne kadar mülkiyeti devlete ait olsa ve genel müdür siyasi iktidar tarafından atanmış olsa da, bu işletmeler aynı özel işletmeler gibi kendi üretim, fiyatlama, borçlanma, istihdam vb. kararlarını kendi yönetim yapıları içinde almaktadırlar. Bunun sonucu olarak işletme daha etkin olarak çalışmaktadır.


Etkinlik Mülkiyetten Değil Rekabetten Kaynaklanır Görüşü


Hatırlayacağınız gibi, piyasa mekanizmasının etkinlik sağladığına ilişkin teorik modelin temel varsayımı rekabetçi piyasaların mevcudiyetidir. Oysa tekellerde, rekabet olmadığı için etkinlik kaygısı da olmaz. Buna göre, mülkiyeti özel sektörde de olsa, kamu sektöründe de olsa, tekel birçok etkinsizliklerin kaynağıdır.
Kamu kesiminde etkinsizliğin nedenleri ise şu şekilde özetlenmektedir:



Organizasyona ilişkin Nedenler


1-Yumuşak Bütçe Kısıtı (İflas Kurumunun Olmaması )
2-Siyasi bağlantıların rolü
3-Rekabet yokluğu
Birey Davranışlarına ilişkin Nedenler
  1. Maaş ve ücretlerin Performansa bağlı olmaması
  2. Bürokratik Davranışlar
  3. Aşırı Derecede riskten kaçınma davranışı
PİYASA KOŞULLARI VE ETKİNLİK


Devletin ekonomik anlamda asıl fonksiyonu, piyasa aksaklıkları ile ilgili bölümde açıklandığı gibi, piyasanın etkin olarak üretemediği mal ve hizmetleri üretmektir. Bunlar esas olarak kamusal mallar şeklinde ortaya çıkmaktadır. Tam kamusal mallar bütünüyle devlet tarafından sağlanmalıdır. Faydasının bir kısmı özel, bir kısmı kamusal olan yarı kamusal mallarda (pozitif dışsallık) da devletin hizmetin üretiminde tamamlayıcı bir rolü vardır.
Devletin üretim alanında önemli bir fonksiyonu olduğu bir diğer alan ise azalan maliyetler ile çalışan sektörler, bir diğer ifade ile doğal tekellerdir. Doğal tekel, ölçek ekonomisi gereği olarak, tek bir firmanın piyasadaki tüm talebi karşılamasının daha etkin olduğu durumda ortaya çıkar. Doğal tekeller, enerji, su, gaz, ulaştırma, haberleşme gibi ekonominin temel altyapı hizmetlerini üreten işletmelerdir.



*Ulaşım *Enerji *Haberleşme
DoğaI Tekeller



Eğer bir piyasada tam rekabet koşulları yerine tekel koşulları mevcut ise (doğal tekel olmasa da), yani piyasa fiyatı marjinal maliyetin üzerinde belirleniyor ise, tüketici açısından fayda kaybı var demektir. Tekel rekabetçi piyasa fiyatlaması olan fiyat uygulamak yerine tekel fiyatlamasını uygulayacaktır. Bu fiyat marjinal hasılat ile marjinal maliyetin kesiştiği noktada oluşan ve rekabetçi piyasa fiyatının üzerindeki bir fiyat olacaktır.
Kamu ekonomisinin varlık nedenlerini oluşturan piyasa aksaklıkları içinde en önemli olanlarından bir tanesi doğal
tekellerdir. Doğal tekeller tarafından üretilen mal ve hizmetler özel mal niteliğindedir. Ancak bu
mal ve hizmetlerin üretimindeki ve maliyetlerindeki bazı özellikler bunların rekabetçi piyasalarda üretilmesini engellemektedir. Doğal tekellerde üretim boyunca ortalama maliyetler azalır ve bu nedenle marjinal maliyetler daima ortalama maliyetlerin altında seyreder. Bu durumun sonucu olarak üretim ölçeği ne kadar büyük olursa firmanın maliyetleri o kadar düşük olacaktır. Doğal tekel özelliği taşıyan endüstriler arasında telefon, posta, elektrik, su ve gaz gibi endüstriler sayılabilir. Doğal tekel durumunda, eğer üreti
kamu işletmesi tarafından yapılma; veya özel sektör üretimi ve fiyatlama
düzenlemeye tabi tutulmazsa orta özel tekel fiyatlaması çıkacaktır. K maksimizasyoncusu tekel, marjin maliyetler ile marjinal hasıla eğrisinı kesiştiği noktada üretim yapacak (Oİ ve bu miktarda piyasa talebini karşılığı olan fiyatı uygulayacal (Pm). Tekelin aşırı karı, ACmPm alanı ile gösterilmektedir. Bu üretim miktarı doğaldır ki sosyal optimum ol bir miktar değildir. Çünkü optimall koşulu gereği fiyatlar marjin maliyetlere eşit olmalıdır.
Bu durumda kamu işletmesi, marjinal maliyet fiyatlaması olan *p uygulayarak ve etkin üretim miktarı olan Q* miktarını üreterek kaynak ayırımında etkinlik koşullarını yerine getirebilir. Ancak bu noktada, ortalama maliyetlerin marjinal maliyet üzerinde olmasından kaynaklanan bir zarar (PaFEP* alanı kadar) ortaya çıkmaktadır.
Bu durumda kamu işletmesi başlıca iki seçenek ile karşı karşıya kalmaktadır:



DEVLETİN PİYASALARI DÜZENLEYİCİ ROLÜ (REGÜLASYON)



Günümüzde bir çok ülkede piyasada tekelleşmeyi önlemek için kamusal düzenlemeler (regülasyon) uygulamaya konulmaktadır. Bunun amacı, tekel koşullarının hüküm sürdüğü piyasalarda üretimin ve dağıtımın etkin, adil ve istikrarlı olmasını sağlamaktır. Rekabetçi piyasalar iki durumda işlememektedir, Bir tanesi yukarıda incelenen doğal tekel durumunda ve diğeri ise ağ endüstrilerinde ortaya çıkmaktadır. Ağ endüstrileri adı verilen durum bir
hizmetin üretiminden piyasa içinde dağıtılmasına kadar olan aşamalarının birbirine dikey olarak bağlı olduğu
endüstrileri ifade etmektedir. Örneğin, elektrik üretimi, iletimi, dağıtımı ve pazarlaması aşamaları, birbirlerine dikey
olarak bağlı olan bir ağ endüstrisini göstermektedir. Bu aşamalardan bir ya da birkaç tanesi özelleştirilse bile, özel
işletmenin verdiği hizmetin tek alıcısı bir doğal tekel olduğu sürece bu hizmetin etkin bir şekilde sunulmasının koşulları
mevcut değil demektir.

Üretim > İletim > Dağıtım


DEVLETİN PİYASALARI DÜZENLEYİCİ ROLÜ (REGÜLASYON)


Bugün, dünyada birçok ülkede özel sektöre açılan doğal tekeller düzenleyici kurumlar tarafından ortaya konulmuş olan belirli kurallar altında faaliyet göstermektedir. Bu düzenleyici kuralların amaçlarını şöyle sıralayabiliriz
* Yatırımcıların en son teknolojiyi kullanmalarını sağlamak
*Hizmetlerin en düşük maliyetler ile üretilmesini sağlamak
* Aşırı kar sağlayıcı bir fiyatlama yapılmasına engel olmak


Regülasyonda Fiyat Belirleme Yöntemleri



Doğal tekellerde düzenleme en çok olarak fiyatlar üzerinde olmakta ve devlet,
uygulanan fiyat üzerinde belirleyici olmaktadır. Bunun en yaygın olarak görülen
örnekleri elektrik dağıtımı (elektrik üretimi doğal tekel olarak kabul edilmemektedir), telekomünikasyon sistemleri, bazı ulaşım ve haberleşme işletmeleri olarak sayılabilir.
Bu amaçla iki tür fiyatlama uygulanabilir:

*Getiri Oranı Fiyatlaması


Daha Çok ABD’de uygulanan bu tür fiyatlamada, işletmenin uygulayacağı fiyat, söz konusu sektöre yatırdığı sermayenin belirli bir getiri oranı dikkate alınarak hesaplanan yıllık getirisini sağlayan fiyat olmalıdır. Örneğin, yılda 10.000 Birim üretilen bir hizmet için 100.000.000 TL değerinde sermaye yatırmak gerekiyor iste 10.000.000 TL değerindeki sermayenin 0.10 getiri oranı ile hesaplanmış yıllık getirisi olan 10.000.000 TL’yi sağlayacak olan fiyat birim başına 1000 TL olmalıdır. Bu yöntemin daha basit şekli maliyet + Kar fiyatlaması adı verilen fiyatlamadır. Buna göre, maliyetlere belirli bir oranda kar eklenerek uygulanacak fiyat ortaya çıkmaktadır.


*Tavan Fiyat Yöntemi


Bu tür fiyatlama yöntemi, işletmenin uyguladığı fiyatlar üzerine belirli bir sınır getirilmesidir. Buna göre, tüketici fiyat endeksi esas alınarak, uygulanan fiyatın her yıl bu endeksin belirli bir ölçüde altında olması istenir. Daha çok Britanya’da uygulanan bu yöntem rekabetin olduğu endüstrilere daha uygundur. İzin verilen fiyatın fiyat endeksinin altında olmasının nedeni, işletmenin teknolojideki yenilikleri izleyerek maliyetlerini düşürmeye ve etkin çalışmaya zorlanmasındır.



ÖZELLEŞTİRME AMAÇLARI VE YÖNTEMLERİ


1980’li yıllardan bu yana bütün dünyada özelleştirme yanlısı görüşler ve özelleştirme uygulamaları gelişmiş ve yaygınlaşmıştır. Ancak, özelleştirmeyi savunanlar yanında eleştiren görüşler de söz konusudur. Özelleştirmeyi savunanlar bu durumda etkinsiz çalışan kamu kesiminin küçüleceğini ve siyasetçilerin ekonomik kararlardan ve kaynak ayırımını etkileyen kararlardan çekilmesinin sağlanacağını ileri sürerken, eleştirenler uygulama sonuçlarından yararlanarak, mülkiyetin az sayıda kuruluş elinde toplanacağını, devletin bu şekilde temel araçlarını gerçekleştirecek araçlarını elden çıkarması durumunda kalacağını belirtmektedirler.



Özelleştirme Amaçları Sorusu




Özelleştirmede asıl amaç etkinlik sağlamadır. Üretim birimleri, kamu sektörünün etkinsiz çalıştığı ön kabulünden yola çıkarak, kaynak ayırımında etkinlik ve rekabet kurallarına göre çalışan özel sektöre devredilmektedir. Ancak etkinlik sağlama yanında özelleştirme ile ulaşılması amaçlanan başka hedefler de vardır.
Bunlar arasında:
o işletmenin ekonomik kararlarının alınışında hükümetin rolünü azaltmak
o Sermayeyi tabana yaymak,
o Kamu açıklarını azaltmak,
o Kar amacıyla davranan özel sektörün teknolojideki verimlilik sağlayıcı yenilikleri uygulaması gibi hedefler sayılabilir.



Özelleştirme Yöntemleri



Özelleştirme çeşitli biçimlerde olabilir. Bunlar
*İşletmelerin Blok satışı
*İşletmelerin Hisse senetlerinin satışı
*İhale yöntemi
*Kupon yöntemi
*İşletme Hakkı devri
*Yap-İşlet-Devret Modeli ve Yap-İşlet Modeli


alıntı


ÜNİTE -7-



FAYDA MALİYET ANALİZİNİN UYGULAMA ALANI



Fayda maliyet analizi, kamu kesiminde kaynakların etkin kullanımını sağlamak amacıyla başvurulan yöntemlerden en önemlisidir. Fayda maliyet analizi, devletçe gerçekleştirilen yatırımların önemli bölümünde yoi gösterici bir yol oynamaktadır. Ulaşım projeleri (yol, metro, köprü v.b. gibi) ile baraj projeleri bu analizin yaygın olarak kullanıldığı yatırım türleridir.

Kamu kesiminde yer alan ve piyasa için üretimde bulunan devlet işletmeleri büyük ölçüde piyasada yer alan özel firmalara benzer hesaplama ve karar alma yöntemlerini uygulamaktadırlar. Fayda maliyet analizinin uygulama alanı ise daha farklıdır. Örneğin, bir baraj projesinin taşkın önleme işlevi tipik bölünemeyen bir hizmet niteliğindedir. Bir baraj yapımı ile bir bölgede geçmişte karşılaşılmış şiddette bir taşkına uğrama olasılığı sıfıra indirilmiş olabilir. Ulaşım projelerinde de benzer bir durum söz konusudur. Köprüler, otoyollar gibi altyapı yatırımlarından yararlananlara bir fiyat uygulanabilir. Ancak, bu hizmetler tipik özel mal niteliğinde değildir.

Anlaşılacağı gibi, hangi nedenle olursa olsun, fiyatlamanın uygulanamadığı durumlarda, piyasa alanında kullanılan hesaplama ve karar alma yöntemlerine başvurmak olanaksızdır. Fayda maliyet analizine en çok bu durumda başvurulmakta, ancak, fiyatlamanın mümkün olduğu ve uygulandığı bazı alanlarda da bu analizden yararlanılmaktadır. Bunun nedeni, bu analizin bir mali analiz değil, projenin artı ve eksi tüm etkilerini kapsamayı amaçlayan bir ekonomik analiz olmasıdır. Bir başka deyişle, fayda maliyet analizinde konuya yalnızca firma açısından değil, tüm ekonomi açısından bakılmaktadır. Analizin kapsamı hizmet sunan firmanın ya da kuruluşun gelir ve giderleri ile sınırlı değildir. Bu analizde projenin firma dışındaki birimlere sağladığı faydalar ile yüklediği maliyetler de göz önüne alınmaktadır. Analiz, sosyal faydaları ve sosyal maliyetleri göz önüne almaktadır.
Türkiye’de katma bütçeli idarelerden Karayolları Genel Müdürlüğü ile Devlet Su işleri Genel Müdürlüğü fayda maliyet analizini uzun süredir başarıyla uygulayan kuruluşlardır.


FAYDAVE MALİYETLERİN ÖLÇÜLMESİ



Analizlerde faydalar pozitif, maliyetler de negatif etkiler olarak düşünülebilir. Fayda maliyet analizinin birinci aşaması, fayda ve maliyetlerin tanımlanmasıdır. ikinci aşaması, fayda ve maliyetlerle ilgili temel sayısal tahminlerin yapılması, üçüncü aşama ise, ilk iki aşamadan hareketle fayda ve maliyetlerin para birimiyle ifade e d jim es idi r.



Fayda Türleri ve Faydaların Hesaplanması



Proje faydalarının tahmininde piyasa mekanizmasının dayandığı temelden yola çıkılmakta ve bir mal ya da hizmetin bir birey için faydasını, o bireyin ödemeyi kabul ettiği en yüksek tutarın gösterdiği kabul edilmektedir. Kamu hizmetlerinin faydası, bireylerin bunlar için ödemeyi kabul edecekleri en yüksek tutara (ödenen tutar + tüketici rantı) eşittir.
Projenin toplam faydası da, projeden yararlanacak olan bireylerin tümünün proje ile elde edecekleri hizmet karşılığında ödemeyi kabul edecekleri en yüksek fiyatların toplamı olmaktadır. Bu durumda, talep eğrisinin altında kalan alan toplam faydayı göstermekte, böylece, belirli bir kamu yatırımının faydası hesaplanırken tüketici rantı da hesaba katılmış olmaktadır.

Fayda Türleri ve Faydaların Hesaplanması




Bu yaklaşımın uygulanabilmesi için fiilen bir fiyatın uygulanıyor olması gerekmemektedir. Eğer, somut olarak bir fiyat ödenmesi söz konusu değilse, o zaman, projenin faydası, bireye sağladığı gelir artışı ya da maliyet azalmasıdır. Örneğin, sulama projesi sayesinde toprak sahipleri üretim artışı ve dolayısıyla gelir artışı sağlamaktadırlar. İşte bireylerin bu projeden sağladıkları fayda bu gelir artışıdır. Bazı durumda bireylerin ödemeyi kabul edecekleri bedel, sağladıkları maliyet azalışına eşit olacaktır. Faydanın türleri incelendiğinde, en önemli ayırım gerçek ve itibari fayda ayırımıdır. Teknolojik fayda olarak da adlandırılan gerçek fayda, üretim olanaklarını ve tüketicilerin toplam refahını geliştirmektedir. Burada, bir üretim ve gelir artışı ya da bir maliyet azalışı söz konusu olmaktadır. İtibari (görünür) fayda ise, nisbi fiyatlardaki değişme kanalıyla ortaya çıkmakta ve temel olarak gelir dağ ılımını etkilemektedir. İtibari faydada toplam üretim ve tüketicilerin toplam refahı etkilenmez. Burada, belirli bireyler ya da gruplar için ortaya çıkan fayda artışı başka bireyler yada gruplar için doğan bir fayda kaybına eşit olmaktadır. Analizlerde fayda hesaplanırken yalnızca gerçek fayda göz önüne alınmalı, itibari fayda hesaba katılmamalıdır.

Faydaların tanımında ve gruplanmasında önemli ayrımlardan biri de doğrudan ve dolaylı fayda ayrımıdır. Doğrudan fayda, proje ürününü ilk elde kullanan bireylere sağlanan faydadır. Bu faydaya asli ya da birincil fayda da denilmektedir. Örneğin, bir sulama projesinde sudan yararlanan çiftçinin elde ettiği üretim ve gelir artışı doğrudan faydadır. Dolaylı fayda ise, proje ürününü ilk elde kullananların dışındakilerin elde ettiği faydadır. Bu faydaya ikincil yada tali fayda da denilmektedir.
Dolaylı fayda iki kanaldan ortaya çıkabilir. Bunlardan birincisi, projenin etkisiyle üretiminde artış sağlanan ürünün ulaştırma ve dağıtım sürecindeki aşamalarda doğan gelir artışıdır. Örneğin, sulama projesi sonucunda ortaya çıkan üretim artışı ile taşıma ve ticaret faaliyetlerinde de bir artış ve gelir yükselişi doğacaktır.

Fayda Türleri ve Faydaların Hesaplanması



Dolaylı faydaların doğuşunda ikinci kanal ise, proje sonucunda geliri yükselenlerin belirli mal ve hizmetlere yönelik taleplerinin artması ve bu mal ve hizmetleri üreten ve satanların gelirlerindeki artıştır. Örneğin, sulama projesi ile geliri yükselen çiftçilerin buzdolabından traktöre kadar bir çok mala yönelik talepleri artabilir ve bunları üreten ve satanların gelirinde de artışa yol açabilir. Dolaylı faydaların hesaplanabilmesi önemli zorluklar göstermektedir. Bu nedenle uygulamada çoğu kez doğrudan faydaların hesaplanması ile yetinilir.
Faydalarla ilgili önemli bir ayırım da para birimiyle ifade edilebilen ve ifade edilemeyen fayda ayırımıdır. Kültürel
değerlerin ve doğal güzelliklerin korunması ve geliştirilmesi, ülke güvenliğinin güçlendirilmesi para birimiyle ifadesi çok zor, hatta olanaksız faydalara örnektir. Bu gibi durumlarda yalnızca sözel bir ifade ile yetinmek zorunlu olabilir.

Ulaştırma projelerinde ortaya çıkan fayda türleri:
* Taşıt işletme giderlerinde tasarruf
*Yol bakım-onarım giderlerinde tasarruf
* Zaman tasarrufu
*Kazalarda azalma

Maliyet Türleri ve Maliyetlerin Hesaplanması



Fayda maliyet analizinde maliyet kavramı, yalnızca harcama olarak katlanılan maliyetleri ya da yatırımı yapan kuruluşun katlandığı maliyetleri kapsamamakta, maliyet kavramı (faydalarda olduğu gibi), tüm ekonomi açısından tanımlanmaktadır. Projeyi gerçekleştiren kurumun ya da kurumların katlandığı maliyetlere doğrudan maliyet, başka birey ve kurumların katlandığı maliyetlere de dolaylı maliyet denilmekte, maliyet hesabında her iki tür maliyetin de hesaba katılması gerekmektedir. Projeyle ilgili doğrudan maliyetler işlevleri ve nitelikleri açısından ikiye ayrılabilir. Projenin yapım aşamasındaki giderler yatırım giderleridir. Daha sonraki dönemlerde yapılan giderler ise, işletme giderleri ile bakım-onarım giderleridir. Maliyetler de, faydalar gibi, gerçek ve itibari maliyet
olarak ayrılabilir. Gerçek maliyet de bir kaynak kullanımı ve katlanılan bir alternatif maliyet (fırsat maliyeti) söz
konusudur. itibari maliyetde ise, esas olarak, bir gelir dağılımı etkisi söz konusu olmaktadır. Eğer, bir yanda
maliyet olarak gözüken bir büyüklük eşanlı olarak başka bir alandaki bir fayda artışı ile birlikte doğuyorsa, burada,
gerçek bir maliyet söz konusu değildir. Maliyetler, yine faydalar gibi, para birimiyle ifade edilebilen ve edilemeyen
maliyetler olarak da ayrılabilir. Maliyetlerin büyük bölümü para birimiyle ifade edilebilir. Bazı projelerde kültürel
varlıkların yok olması, su altında kalması ve zedelenmesi ya da başka yere taşınması gibi maliyetleri para birimiyle
ifade etmek çok zor ya da olanaksızdır.

F ayda ve Maliyet Tahminlerinde Piyasa Fiyatları ve Gölge Fiyatlar



Bilindiği gibi, fayda ve maliyetlerin hesaplanışında piyasa fiyatlarının kullanılması, bu fiyatların
marjinal faydayı ve marjinal maliyeti yansıtması koşuluna bağlıdır. Bu ise ancak, tam rekabetin
bulunduğu, kaynakların tam kullanımının gerçekleştiği, dış fayda ve dış maliyetin bulunmadığı bir durumda mümkün olmaktadır. Eğer bu koşullar yoksa, fiyatlar marjinal fayda ve marjinal maliyetten uzaklaşmaktadır. Bu gibi durumlarda doğru bir yaklaşım, piyasada görülen fiyatlar yerine gölge fiyatların (shadow prices) tahmin edilmesi ve kullanılmasıdır.
Gölge fiyat kullanımı çeşitli durumlarda söz konusu olabilir. Örneğin, döviz kuru ya da faiz oranı piyasa koşullarında belirlenmiyor ve devlet tarafından saptanıyorsa, ortaya çıkan fiyatlar rekabet koşulları fiyatlarından farklı olacaktır. Benzer bir sorunla, ithalatta kota uygulaması durumunda da karşılaşılmaktadır. Çünkü kota uygulaması, rekabet koşullarında ortaya çıkacak fiyattan farklı bir fiyatın oluşmasına neden olmaktadır. Bu durumda, kota sonucu oluşan fiyat yerine gölge fiyatın hesaplanması ve kullanılması daha uygun olacaktır.



KARAR YÖNTEMLERİ



Projelerle ilgili iki tür karar söz konusu olabilir. Bunlardan birincisi, bir projenin tek başına elverişli olup olmadığı kararı, ikincisi de birden çok projeyi karşılaştırma ve sıralama kararıdır. Elverişli ya da uygun olan projelerin tümünü gerçekleştirmeye fonlar yetmeyeceğinden projeler arasında bir tercih, bir sıralama kaçınılmaz olacaktır.
Fayda ve maliyetlerin tahminlerinin yapılabilmesi için öncelikle proje ömrünün belirlenmesi gerekmektedir. Proje ömrünü belirlemek sanıldığı kadar kolay değildir. Örneğin, tünelin, köprünün, karayolunun ya da barajın ömrünü, kesinlikle tahmin etmek çok güçtür. Proje ömrünün doğru tahmin edilip edilmemesi ise özellikle
faydaları etkilemektedir. Maliyetlerin ağırlıklı bölümü yatırım maliyetleridir ve ilk yıllarda toplanmıştır. Proje ömrünün gereğinden kısa tutulması, faydaları gerçekte olduğundan küçük göstermekte, proje ömrünün gereğinden uzun tutulması ise, faydaların abartılması sonucunu yaratmaktadır.



*Karayolu * Tünel *Köprü



KARAR YÖNTEMLERİ



Projeyle ilgili bir karar verebilmek için, proje ömrü boyunca her yıla ait fayda ve maliyet düzeylerini bilmek gerekmektedir. Projenin yıllara göre fayda düzeyleri El, E2, F3 En ile, yıllara göre maliyet düzeyleri de Mi, M2, M3 ... Mn ile gösterilmektedir. Her yıla ait fayda ve maliyetler belirlendikten sonra yapılması gereken, faydaların bugünkü değeri ile maliyetlerin bugünkü değerini bulmaktır.
Faydaların ve maliyetlerin bugünkü karşılığını bulmanın gerekçesi açıktır.Örneğin, bugün 1 milyar TL ile beş yıl sonraki 1 milyar TL aynı değeri ifade etmez. Burada üstünde durulan gerekçe, enflasyondan bağımsız bir gerekçedir. Bunun başlıca nedeni, bugün ele geçecek 1 milyar TL’yi beş yıllık süre içinde değerlendirip büyütme olanağının söz konusu olmasıdır. Örneğin, yıllık faiz oranı % 10 ise, bugünkü 1 milyar TL, 1 yıl sonra 1,1 milyar TL, iki yıl sonra 1,21 milyar TL, beş yıl sonra da 1,61 milyar TL olacaktır. Bu ilişkinin genel formülü bileşik faiz formülüdür. Başlangıçtaki tutara B, faiz oranına i, yıl sayısına n ve sonraki tutara da S dersek, ilişki:
şeklinde ifade edilebilir. S=B(1+i)n
Bu denklem biraz değiştirilerek şöyle de yazı la bilir:
B=S/(1+i)n
Yukarıdaki formül, ilerideki belirli bir yıldaki değerin S, belirli bir faiz oranına göre bugünkü karşılığını göstermektedir. Örneğimize göre, beş yıl sonraki 1,61’in bugünkü karşılığı l’dir. Gelecek yıllardaki değerlerin (faydaların ve maliyetlerin) bugünkü değerlere dönüştürülmesinde, i, bir iskonto oranı ya da indirgeme oranıdır. 1I(1+i)n ise, iskonto faktörü ya da indirgeme faktörü adını almaktadır. Iskonto faktörü yardımıyla n yıl sonraki fayda ve maliyetlerin bugünkü karşılığı bulunabilir. Böylece, proje ömrü boyunca her yıl faydaların bugünkü karşılıkları bulunur ve bunlar toplanırsa, faydaların bugünkü değerine (FBD) ulaşılabilecektir.
Benzer biçimde, projenin ömrü boyunca her yıl gerçekleşen maliyetlerin de bugünkü karşılıkları bulunur ve bunlar toplanırsa, maliyetlerin bugünkü değerine (MBD) ulaşılır.

Açıklanan şekilde faydaların ve maliyetlerin bugünkü değerleri bulunduktan sonra, sıra karar vermeye gelmiştir. En yaygın olarak kullanılan karar yöntemi Net bugünkü değer yöntemidir. Bu yöntemde, projenin net bugünkü değeri bulunmakta ve bu değer eğer, pozitif çıkarsa (NBD>O) proje elverişli olarak kabul edilmektedir.
NBD=FBD-MBD
Net bugünkü değerin negatif çıkması (NBD < 0) durumunda ise, proje elverişsiz olarak kabul edilmektedir.
Yaygın olarak kullanılan karar yöntemlerinden biri de, fayda maliyet oranıdır (FMO). Fayda-maliyet oranında faydaların bugünkü değeri maliyetlerin bugünkü değerine oranla n m a ktad ı r.
Bu oran l’den büyükse (FMO > 1), proje elverişli kabul edilmekte, oran l’den küçükse (FMO < 1), proje elverişsiz sayılmaktadır.
FMO=FBD/MBD

Tek başına bir projenin elverişli sayılıp sayılmaması konusunda NBD ve FMO yöntemlerinin her ikisi de aynı sonucu vermektedir. Birden çok projenin elverişli olması durumunda projeler arasında sıralama yapma gereği doğacaktır. Eğer, söz konusu projelerin ölçekleri belirgin farklar gösteriyorsa, iki yöntem farklı sonuçlara yol açacaktır. Örneğin, A projesi için FBDİO, MBD=5, B projesi için de FBD=120, MBD=100 olarak kabul edilsin. Bu durumda NBD yöntemine göre A projesi için 5, B projesi için de 20 değeri bulunmakta ve ilk bakışta B projesi üstün gözükmektedir. Ancak, FMO yöntemine göre ise, A projesi için 2, B projesi için de 1 ,2 değeri bulunmakta, bu durumda A projesi üstün gözükmektedir. Burada çelişkili gibi görünen durumun nedeni, projelerin ölçeklerinin farklı oluşudur. Çözüm olarak, küçük projeyi büyük proje ölçeğine (büyük projenin ifade ettiği yatırım tutarına) eşitlemek üzere, bir ya da birden fazla projeyi küçük projenin yanına ekleyerek bir küme oluşturmak yoluna gidilebilir. Bu durumda, bir küme büyük proje ile karşılaştırıldığında, NBD yöntemi ile FMO yöntemi uyumlu sonuç verecektir.
Üçüncü karar yöntemi de iç verim oranıdır (iç getiri oranı). Burada, söz konusu projenin NBD’ni sıfıra eşitleyen
bir iskonto oranı hesaplanmakta ve bu oran, tüm projeler için kullanılmakta olan bir genel iskonto oranı ile
karşılaştı rı ima kta d ı r.

NBD’nin sıfıra eşitlenmesi ise ancak, belirli bir ıskonto oranında gerçekleşmektedir.
Burada r, NBD’yi sıfıra eşitleyen ıskonto oranıdır. r, genel ıskonto oranı i ile karşılaştırılır. Eğer r > i ise, proje elverişlidir, r < i ise, proje elverişsizdir.
Projenin faydalarının zaman içindeki dağılımı farklı olduğu için, ıskonto oranının değiştirilmesi farklı projeleri farklı ölçülerde etkilemekte ve bunlar arasındaki sıralamayı da değiştirmektedir.
Kullanılacak iskonto oranının nasıl belirlenmesi gerektiği fayda maliyet analizinin tartışmalı ve sorunlu konularından birisidir. iskonto oranının belirlenmesinde kimi ekonomistler özel yatırımların marjinal karlılık oranının, kimi ekonomistler devlet tahvillerinin reel faiz oranının temel alınmasını savunmakta, diğerleri ise, daha çok sayıda değişkene bağlı olarak saptanacak sosyal zaman tercihi oranının kullanılmasını ileri sürmektedirler.

ıskonto oranına ilişkin olarak, özellikle, dikkat edilmesi gereken iki nokta söz konusudur. Birinci olarak, bir kamu kuruluşunun tüm projelerinde, hatta mümkünse, fayda maliyet analizine konu olan tüm kamu projelerinde aynı
ıskonto oranı kullanılmalıdır. ikinci olarak, ıskonto oranının sonuçları nasıl etkileyeceğini görebilmek amacıyla
duyarIılı k analizi ne başvuru 1m alı ve proje hesapları alternatif birkaç ıskonto oranı ile tekrarlanmalıdır.
Fayda maliyet analizi kamu yatırım projelerinde yaygın olarak kullanılan bir tekniktir. Ancak verilerin yetersiz olduğu ya da para birimiyle ifade edilemeyen fayda ya da maliyetlerin önemli olduğu durumlarda, analizin sonuçları yeterli olmayabilir. Ayrıca, kamu yatırımları siyasal karar ve tercihlere bağlı olduğundan, siyasal otoritenin bu analiz sonuçlarına ne ölçüye kadar uyacağı ayrı bir konudur. Elverişli koşullarda başarıyla hazırlanmış bir fayda maliyet analizi sonuçlarına uyulmaması ise kamu kesiminde etkin kaynak kullanımı yerine başka amaçların ön plana geçtiğini
göstermektedir.



FAYDA MALİYET ANALİZİNE iLİŞKİN ÖRNEK



Yatırım maliyetleri eşit ve 500 milyar T.L olan 3 alternatif projenin yıllık net faydaları aşağıda gösterilmiştir. iskonto oranı % 10 ise bu projelerden en uygun olanı hangi s id ir?



YILLAR


Yıllar itibariyle faydaların ve maliyetlerin bugünkü değerleri hesaplandığında aşağıdaki sonuçlara ulaşılır.


alıntı



ÜNİTE - 8 -



KamusaI Seçiş Kavramı



Piyasada kaynak ayırımı fiyat mekanizmasına göre belirlenmektedir. Örneğin, ne kadar gömlek ya da fotoğraf makinesi üretileceği, bunların hangi fiyattan alınıp satılacağı gibi sorular temelde mekanizması tarafından belirlenmektedir. Piyasada alıcı ve satıcılar tek tek karar almakta ve davranmaktadırlar. Kamu ekonomisinde ise, siyasal süreç belirleyicidir. Örneğin, ne büyüklükte bir ordunun besleneceği, nerelere hangi büyüklükte barajların kurulacağı gibi soruları piyasaya bırakma olanağı yoktur. Özellikle, pür kamu mallarının ne kadar üretileceği sorusunu piyasa mekanizmasının yanıtlaması olanaksızdır.
Kamu mallarının üretimi politik süreç içinde kararlaştırılmaktadır. Politik sürecin bu alanda nasıl işlediğini ve devlet müdahalesinin nasıl belirlendiğini kamusal seçiş teorisi incelemektedir. Kamusal seçiş ile kolektif seçiş, kamusal karar alma gibi kavramlar aynı anlama gelmektedir.

Kamusal seçişte, fiyatların piyasa mekanizmasındaki gibi bir rol oynaması olanaksızdır. Burada kararlar siyasal otorite tarafından alınmaktadır. Örneğin, savunma, diplomasi gibi faaliyetlere ne kadar kaynak ayrılacağı sorusunun yanıtlanışı siyasal süreçle ilişkili koşullara bağlıdır.
Siyasal süreçte farklı aktörler rol almaktadır. Bu aktörlerin başında, seçmenler ve seçmenleri temsil ettikleri varsayılan politikacılar gelir. Oyunun diğer önemli aktörleri ise, bürokrasi, baskı grupları ve medyadır.
Kamusal seçişle aynı anlama gelen
kavram lar nelerdir?
Kamusal seçiş teorisi, kamu maliyesinin oldukça yeni ilgi alanlarından birisidir. Bu teori, bir taraftan devletin karar alma sürecini ve oylama kurallarının etkisini, diğer taraftan politik süreç içinde aktörlerin davranışlarını incelemekte ve bu süreçte aktörlerin hangi durumlarda ne gibi dürtü ve amaçlarla hareket ettiklerini araştırma kta d ir.

KamusaI Karar Alma Süreci



Kamu malı üretimine ilişkin karar alma sürecini incelemek için önce tek bir seçmenin söz konusu olduğu bir durum ele alınmaktadır. Bilindiği gibi belirli bir kamu malını kullanmak seçmene bir fayda sağlamaktadır ve bu malın kullanımında azalan marjinal fayda söz konusudur. Burada bir noktayı vurgulamakta yarar vardır. Bilindiği gibi, bölünemeyen hizmetler bireylere tek tek sunulamaz ve fiyatlanamaz. Bölünemeyen hizmetten kullanıcılar eşzamanlı olarak yararlanmakla birlikte sağladıkları (tatmin) fayda eşit değildir.
Kamu malı bireylere tek tek sunulamadığı ve fiyatlanamadığı için kamusal finansmana başvurulması zorunludur. Bu da büyük çoğunlukla vergi anlamını taşımaktadır. Vergiyi tüm toplumun, dolayısıyla, tüm seçmenlerin ödediği düşünülürse, vergi kamu malının karşılığı ya da fiyatı olarak görülebilir.

Günümüzde az sayıda istisna dışında doğrudan demokrasinin uygulanması, yani kararların tüm seçmenlerin katıldığı oylamalarla alınması olanağı bulunmadığından, temsili demokrasi yoluyla seçmenler karar alma yetkilerini yapılan seçimlerle belirli süreler için temsilcilerine devrederler.
Analizimizde seçmenlerin tümünün aynı vergiyi Ödediği kabul edilmektedir. Bu, kamu malının maliyetinin seçmen sayısına bölünmesi ile bulunacak bir tutardır. Bu tutara vergi fiyatı denilebilir.

Seçmenin söz konusu maldan ne kadar kullanmak Y isteyeceği vergi fiyatının düzeyi ile seçmen için marjinal fayda fonksiyonunun yapısına bağlıdır. Seçmen için marjinal fayda vergi fiyatını aştığı sürece, söz konusu malın kullanımı
faydayı arttırmakta, iki değişkenin eşit olduğu durumda, seçmenin faydası maksimize olmakta ve
seçmen açısından kamu malının denge üretim miktarı ortaya çıkmaktadır.

Şimdi seçmen sayısı üçe çıkartılmakta ve bu seçmenlerin farklı fayda fonksiyonlarına sahip oldukları, ancak her biri için aynı vergi fiyatının geçerli olduğu varsayılmaktadır. Vergi fiyatının her bir seçmen için aynı olması, kamu malının maliyetinin seçmen sayısına bölünmesinin sonucudur. Kamu malının birim fiyatının 60 olduğunu kabul edersek, her seçmenin bir birim için katlanacağı maliyet 20 olacaktır. Üç seçmenden her birinin tercih edeceği miktar ise, kendisi için marjinal faydanın marjinal maliyete eşit olduğu noktada oluşmaktadır.

Üç seçmenin tercihleri belli olduğunda, kamusal seçişin sonucu ne olacağını bilebilmek için uygulanan oylama kuralının ne olduğunu bilmek gerekmektedir. Buradan oylama kuralının mutlak çoğunluk olduğu varsayılmaktadır. Demek ki, üç seçmenden ikisinin tercih ettiği bir üretim miktarı tek seçmenin tercihine karşı üstün olacaktır. Seçmenlerin her biri her üretim düzeyinde kendi açısından marjinal fayda ile marjinal maliyeti karşılaştırmakta ve ona göre davranmaktadır.
Şimdi seçmen sayısı 5 olarak düşünülmekte ve beş seçmenin tercih ettikleri miktarların 5, 7, 9, 12, 16 olduğu varsayılmaktadır. Bu durumda da denge miktarı 9 olacaktır.
Çünkü, yine 9’un üstüne çıkış da, altına iniş de çoğunluk tarafından reddedilecektir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta denge noktasının ortanca (medyan) seçmenin tercih ettiği miktar olmasıdır. Ortanca seçmen ise tüm seçmenlerin tercihi arasında ortancayı oluşturan miktarı tercih eden seçmendir.

Verilen örnekte bir başka nokta daha dikkati çekmektedir. 0 da, denge miktarı olan 9’u tercih edenlerin çoğunlukta olmamalarıdır. Çünkü, tercihi 9 olan tek bir seçmen vardır. Ancak, çoğunluk kuralının uygulanması sonucunda 9, denge miktarı olarak karşımıza çıkmıştır. Demek ki, çoğunluk kuralı çoğunluğun tercihi denebilecek tek bir sayıyı yansıtmamaktadır.
Şimdi de ortaya çıkan sonuç, kaynak kullanımında etkinlik açısından incelenmektedir. Bu örnekte kaynak ayırımında etkinliğin gerçekleşmesi demek, bireylerin marjinal faydalarının toplamının kamu malının bir biriminin maliyetine eşit olması demektir. Bireylerin marjinal faydaları dikey olarak toplanırsa, marjinal faydaların toplamı ya da birleşik marjinal fayda elde edilmiş olmaktadır. Örneğimizde, bir birim kamu malının ortalama ve marjinal maliyetinin 60 olduğunu ifade etmiştik. Üç bireyin marjinal faydalarının toplamı tam 60 olabileceği gibi, 60’ın üstünde ya da altında da olabilir. 60m üstünde ya da altında olması durumunda, kaynak ayırımında etkinlik sağlanamamış demektir.

Anlaşılacağı gibi, çoğunluk kuralı sonucunda doğan üretim miktarının, etkinliği yansıtan miktarın üstünde ya da altında olması durumunda, kaynak ayırımında etkinlik sağlanamamış demektir. Yani, çoğunluk kuralı sonucunda doğan üretim miktarı, etkinliği yansıtan miktarın üstünde ya da altında olabilir. Ikinci şekilde üretimin 9 olması durumunda maliyet 60, buna karşılık marjinal faydaların toplamı 60’ın altında olmaktadır. Bu durumda marjinal maliyet bireylerin marjinal faydalarının toplamından daha büyük olmaktadır. Bunun tersi de olabilirdi, Iki büyüklüğün eşit olmadığı durumda, kaynak kullanımında etkinlik sağlanamamış demektir.



Oylama Çelişkisi



Bir önceki örnekte görüldüğü gibi, çoğunluk yöntemi tek bir sonuç vermektedir. Ancak, çoğunluk yönteminin tek ve tutarlı bir sonuç vermeyeceği durumlar da olabilir. Oylama çelişkisi (voting paradox) adı verilen bu durumu şöyle bir örnekle açıklamak mümkündür:


Örnekte, birinci bireyin büyükten küçüğe doğru bir tercihe sahip olduğu görülmektedir. ikinci bireyin ilk tercihi orta büyüklükte bir bütçe, son tercihi ise büyük bir bütçedir. Üçüncü bireyin sıralaması ise daha farklı niteliktedir. Bu bireyin yaklaşımı şöyle yorumlanabilir. Üçüncü birey aslında söz konusu mala mümkün olduğu kadar az harcama yapılmasını istemektedir. Ancak, eğer bu gerçekleşmezse, orta büyüklükte bir harcamanın yararlı olacağına inanmakta, bu nedenle ikinci şık olarak bu alana ciddi ölçüde kaynak ayrılmasını benimsemektedir. Orta büyüklükte bir bütçe üçüncü bireyin son tercihidir.
Şimdi bu üç şıkka ilişkin oylamanın her seferinde ikili bileşimlerin oya sunulmasıyla gerçekleştirildiğini düşünelim. Bu durumda, seçmenlere sorulacak sorular şöyle olacaktır:
Üç oylama sonucunda karşılaşılan durum şudur: Çoğunluk K’yi B’ye tercih ediyor. B’yi O’ya tercih ediyor, ancak ilk iki ifadeyle çelişecek biçimde O’yu K’ye tercih ediyor. Burada tek ve tutarlı bir dengenin olmadığı ve sorunun soruluş biçimine göre farklı yanıtlar alındığı görülmektedir. Karşılaştığımız soruna dönemsel çoğunluk (cylical majority) adı da verilmektedir.
Bu oylama çelişkisinin kaynağı, bireylerin tercih sıralamasının niteliği ile ilişkilidir. Sıralamalar tek doruklu ya da iki doruklu olabilmektedir. Örneğin, büyükten küçüğe ya da küçükten büyüğe doğru bir sıralama tek dorukludur (B-O-K ya da K-O-B). Benzer biçimde (O-K-B) sıralaması da tek dorukludur. Buna karşılık, (K-B-O) sıralaması çift dorukludur.

Görüldüğü gibi birinci ve ikinci bireyde tek doruk, üçüncü bireyde çift doruk söz konusudur. Seçmenlerden birinin sıralamasının çift doruklu olması durumunda ise, oylama çelişkisi ile karşılaşmak kaçınılmaz olmaktadır.
Oylama çelişkisi nedir?



Oylama Alışverişi



Çoğunluk oylaması kavramı çoğunluğun tercihini yansıtıyor gibi bir izlenim vermekteyse de, kamusal seçişe konu olan sorunların büyük bölümünde bir çoğunluk ortaya çıkmayabilmekte, tersine, birçok seçişte, taraftar olanlar azınlıkta, karşı olanlar ise çoğunlukta olabilmektedir.
Örneğin, belirli bir bölge için düşünülen harcamalarda ve belirli meslek gruplarına ya da belirli sosyal kesimlere yönelik harcamalarda, doğrudan, olumlu etkilenecek kümeler toplam nüfus içinde azınlıkta olabilir. Bu durumda, bu
kümeler tek tek davrandıkları takdirde, her biri azınlıkta kalacak ve hedeflerine ulaşmaları
mümkün olmayabilecektir. Buna karşılık, uygulamada kullanılan çözüm, azınlıkların birlikte
davranarak bir çoğunluk oluşturmalarıdır. Bu çözümde tek tek çoğunluk elde etmekte başarılı
olamayacaklarını kavrayan azınlıklar birbirlerinin taleplerini desteklemek üzere çoğunluğu
sağlayacak bir ittifak oluşturarak hedefe ulaşma yoluna gitmektedirler. Bu durum oy alışverişi ya
da “oy değiş tokuşu” (logrolling) olarak adlandırılmaktadır.
Oy alışverişi olgusunu incelemek üzere, yine üç seçmenli bir modelden hareket edilmektedir. Bu modelde, örneğin, birinci seçmenin (A) özellikle önemsediği ve hedeflediği hizmetin, yaşlılara sosyal yardım programı (R) olduğunu, ikinci seçmenin (B), önemsediği ve talep ettiği hizmetin, yüksek öğretime verilen sübvansiyon (S) olduğu, üçüncü seçmenin (C) ise, iki programa da ilgi duymadığı varsayılmaktadır. Bu durumda R ve S programları tek tek oylanacak olursa, Ve karşı 2 oyla olumsuz sonuç çıkacağı açıktır. Bunu gören seçmenlerden A ve B anlaşarak hem R, hem de S’yi kapsayan
bir paketle oylamaya giderlerse, bu kez sonuç l’e karşı 2 oyla olumlu olacaktır.
Görülmektedir ki, tek tek oylansalardı, çoğunluk sağlayamayacak olan R ve S programları, R+S paketi olarak oylanınca, çoğunluk elde etmektedir.

Aşağıda oy alışverişi olgusu şekil yardımıyla açıklanmaktadır. Burada, her iki programın maliyetinin aynı ve 150 olduğu, program maliyetlerinin üç seçmen arasında eşit bölüştürüldüğü varsayılmaktadır. Bu durumda R ve S programlarının maliyetleri tek tek düşünüldüğünde, seçmen başına 50 birim düşmekte, R+S paketi için toplam maliyet 300, seçmen başına vergi fiyatı ise 100 olmaktadır.


Oy Alışverişi



Oy alışverişi daha çok parlamento içi oylamalarda karşımıza çıkmaktadır. Genel seçimler ise, burada açıklanan anlamıyla oy alışverişine elverişli değildir. Oy alışverişi parlamentoda öncelikle belirli kümelerin temsilcisi durumunda olan parlamenterler arasında görülebilir.

Oy alışverişine konu olan süreç genel seçimlerde biraz farklı bir biçimde karşımıza çıkmaktadır. Bu durumda, örneğin, adaylar tek başına kendilerine çoğunluk getiremeyecek birkaç azınlığın taleplerine sahip çıkarak ve adeta bir zımni ya da örtük ittifakın temsilcisi gibi davranarak kendilerine bir çoğunluk oluşturmaktadırlar.


Kamusal Karar Alma Sürecinin Aktörleri



Politik sürecin başlıca aktörleri seçmenler, politikacılar ve bürokratlardır. Ayrıca, bilindiği gibi seçmenlerin bir bölümü örgütlenerek baskı grupları oluşturabilmekte, bunlar da, politik sürecin önemli bir öğesini oluşturmaktadır. Doğal olarak, politikacıların içinde yer aldıkları partiler de sürecin önemli bir parçasıdır. Politik süreç, piyasa mekanizmasının kaynak ayırımı kararlarında yetersiz kaldığı durumlarda ön plana geçmektedir.
Piyasa mekanizmasında tüketicilerin maksimum fayda, firmaların da maksimum kr peşinde koştukları yaygın olarak benimsenen varsayımlardır. Bireylerin politik süreçteki kararlarında bambaşka davranacaklarını düşünmek ve onlardan politik süreçteki davranışlarında yalnızca ülkeyi ya da toplumu düşünmelerini beklemek olanaksızdır. Bu nedenle bireylerin, politik süreçte de kendilerini, bölgelerini, içinde yer aldıkları sosyal kümeleri, çocuklarını ve torunlarını düşünerek davranacaklarını varsaymak yanlış olmayacaktır. Bu, insanların başka bölgeleri ya da sosyal kümeleri hiç dikkate almayacakları anlamına gelmemektedir. Ancak, onlar için öncelikli olan kendileri, sosyal ve coğrafi çevreleridir. Örneğin, seçmenlerin kendi bölgelerine yol, okul, hastane, baraj istemeleri ya da ürettikleri ürüne devlet desteği (taban fiyatı, ucuz kredi, ucuz girdi vb. biçiminde) talep etmeleri bu davranışa uygun tipik örneklerdir.

Çok partili rejimlerde politikacıların ve bürokratların davranışlarında da birçok bireysel etkenin rol oynadığı açıkça görülmektedir. Örneğin, politikacılar için yeniden seçilmek, bakan olmak, partide üst mevkilere gelmek gibi hedefler önem taşımaktadır. Siyasal ve sosyal inanç ve görüşlerini yaşama geçirmek de bireyden bireye değişen ölçülerde rol oynamaktadır. Bürokratlarda da yükselmek, içinde yer aldığı kurumu büyütmek ve güçlendirmek gibi hedefler önem taşımaktadır. Devlet içinde zaman zaman birbiriyle rekabet eden, hatta çekişen kurumlara rastlanması bu bürokrat davranışının somut bir örneğini oluşturmaktadır.
Seçmenler politikacıyla ilişkilerine kendi açılarından bakma eğilimindedirler. Kendi açıları denildiğinde ise, seçmenlerin içinde yer aldıkları yörenin ve sosyal kümenin (emekliler, küçük esnaf, çiftçiler, işçiler, öğrenciler gibi) faydaları anlaşılmaktadır. Seçmenlerin davranışlarında önemli rol oynayan etkenlerden biri de seçmenlerin politik süreçle ilgili
bilgilerinin sınırlı oluşudur.

Seçmenlerin tüm ülke sorunları hakkında bilgi sahibi olmaları olanaksızdır. Bunun bir nedeni eğitim düzeyi ile ilgili olmakla birlikte, daha önemli nedeni rasyonel bilgisizlik adı verilen durumdur. Rasyonel davranan bir seçmenin birçok konuda bilgi edinme yoluna gitmemesi anlaşılır bir davranıştır. ikinci bir sonuç ise, baskı gruplarının gücünün ve etkisinin artmasıdır. Genel seçmen kitlesinin ilgisizliği ve bilgisinin sınırlı ve yetersiz oluşu karşısında iyi örgütlenebilen bazı gruplar politikacıları daha kolay etkileyebilmektedirler. Ekonomik gücü yüksek ve iyi örgütlenmiş baskı grupları politik süreci etkilemekte daha başarılıdır. Politik süreçle ilgili olarak seçmenlerin rasyonel bilgisizlik özelliğinin
önemli bir sonucu daha vardır. 0 da, uzun dönemli etkilerin görülmesi ve değerlendirilmesi zor olduğundan, kısa dönemli programlara yönelik eğilimlerin ön plana geçmesidir.

Politik süreci etkileyen aktörlerden biri de medyadır. Medya, gerek seçmenlerin, gerek politikacıların ve bürokratların davranışlarını etkileyebilmektedir. Medya mülkiyetinin başka sektörlerdeki mülkiyet ile iç içe geçtiği durumlarda bu etki daha da artmaktadır. Medya mülkiyetinde tekelleşme söz konusu etkiyi kritik bir düzeye yükseltmektedir. Seçmenlerin bilgi yetersizliğinin etkili olduğu bir diğer durum da, programların fayda ve maliyetlerinin aynı derecede kolaylıkla görülmediği ve anlaşılmadığı durumlardır.

Görüldüğü gibi, politik sürecin işleyişinde önemli yetersizlikler ve sınırlar söz konusudur. Bugünkü aşamada kesinlikle söylenebilecek olan şudur. Piyasa yetersizlikleri dolayısıyla başvurulan devlet müdahalesi ve politik süreç de kusursuz değildir.
Politik sürecin işleyişinde belirleyici rol oynayan değişkenlerden biri de seçim sistemidir. Öncelikle parlamentoda temsil için aşılması zorunlu bir oy oranının (barajın) olup olmaması, varsa yüksekliği önem taşır. Seçim bölgelerinin genişliği ve belirleniş ölçütleri bir başka önemli husustur. Seçimin tek turlu ya da iki turlu olması çoğunluk iradesinin yansımasında rol oynar.
Piyasa süreci, gerçek yaşamda nasıl birçok sorun ve engelle karşı karşıya ise, kamusal karar alma süreci de uygulamada gerek ekonomik etkinlik, gerek seçmen tercihlerinin yansıtılması açılarından önemli sorunlarla karşı karşıyadır.


alıntı



ÜNİTE - 9 -



KAMU GELİRLERİ



Devlet, günümüzde kamu ekonomisinin temel fonksiyonlarını kamu gelirleriyle finanse etmektedir. Kamu gelirleri, kamu harcamalarını finanse etmede yetersiz olduğunda, aradaki fark devlet borçlanması ve para basma yoluyla sağlanan fonlarla karşılanır. Kamu gelirleri toplamı konsolide bütçe gelirlerini oluşturur. Konsolide bütçe gelirleri, genel bütçe gelirleri ve katma bütçe gelirleri toplamından meydana gelir. Genel bütçe gelirleri ise, vergi gelirleri ile vergi dışı gelirler toplamından oluşur. Literatürde tam kamusal mal ve hizmetlerin finansman kaynağı olan genel bütçe gelirlerine genel fon gelirleri de denilmektedir. Genel bütçe gelirlerinden belli mal ve hizmetlerin finansmanı için kullanılan kısmına ise, özel fon denilmektedir. Özel fon gelirlerine örnek olarak ihracatı geliştirme ve dış tanıtım fonları gösterilebilir. Katma bütçe gelirleri ise, üniversiteler ve devlet hastaneleri gibi kamu kuruluşlarının marjinal maliyet fiyatlaması yoluyla vatandaşlara sundukları hizmetler karşılığında elde ettikleri gelirlerdir. Türkiye’de konsolide bütçe gelirlerinin % 985’i genel bütçe gelirlerinden ve geriye kalan yaklaşık % 2,5’i ise, katma bütçeli idarelerin sağladıkları gelirlerden oluşmaktadır. Ancak, son yıllarda devlet borçlarındaki önemli artış nedeniyle, devlet bütçesinin yapısı hem vergi gelirleri ve hem de kamu harcamalarının kompozisyonu yönünden ciddi biçimde bozulmuştur.

Ülkemizde, bu bozuk yapı nedeniyle, kamu ekonomisinin temel ve alt fonksiyonları yerine getirilememektedir. Ancak, kamu gelirleri, vergi gelirleri ve devlet borçları arasında tutarlı oransal ilişkilerin geçerli olduğu gelişmiş ülkelerde, kamusal mal ve hizmetler yeterli kalitede ve miktarda sunulabilmektedir.
Örneğin, bu ülkelerde konsolide bütçe gelirlerinin yaklaşık % 60’ından fazlası eğitim, sağlık, sosyal güvenlik, sosyal konut ve toplu taşımacılık gibi sosyal hizmetlerin finansmanı için harcanmaktadır. Buna karşın, ülkemizde ise sosyal hizmetlere ayrılan pay ancak % 20 dolaylarında seyretmektedir. Ayrıca, gelişmiş ülkelerde birey başına eğitim
ve sağlık hizmetlerinin her biri için birey başına yaklaşık 2.000 Dolar harcanırken, ülkemizde her iki hizmet için birey başına yapılan kamu harcaması 100-150 Dolar arasında değişmektedir.

Bu oransal ilişkiler ülkemizde kaynak ayırımında etkinlikten ve gelir dağılımı adaletinden niçin ciddi sapmalar olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. Bu iki fonksiyon yerine getirilmediği sürece istikrar fonksiyonunun enflasyon oranını düşürme, tam istihdamı sağlama, dış ödemeler bilançosu açığını kapatma ve uygun sayılan bir büyüme oranını gerçekleştirmeye yönelik alt fonksiyonlarının yerine getirilmesi olanağı yoktur.
Türkiye’de katma bütçe gelirleri hangi kuruluşların elde ettiği gelirferden oluşmaktadır? ;1

Bir ülkenin kamu gelirleri, genellikle vergi gelirleri, vergi dışı gelirler ve borçlanma ile sağlanan fonlardan oluşmaktadır. Bu kamu gelir türleri aşağıda verilmiştir.
Vergi Gelirleri = Gelişmiş ülkelerde bütçe gelirlerinin yaklaşık 1/3 gelir, kurumlar ve servet vergileri gibi dolaysız vergilerden; 1/3’ü tüketim vergilerden (dolaylı vergilerden) ve yine yaklaşık 1/3’sosyal güvenlik vergilerinden elde edilmektedir. Ülkemizde ise, toplam vergi gelirlerinin 2/3’ünü tüketim vergileri oluştururken, sosyal güvenlik vergilerinin ve dolaysız vergilerin payı, giderek azalmaktadır. Dolaylı vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payının dramatik bir biçimde artışı ise, gelir dağılımını bozarak, alt ve orta gelir grubundaki ilelerin hızla yoksullaşmasına yol açmıştır.
Dergi Dışı Gelirler= Kamu kuruluşlarının ürünlerinin satışından elde edilen ticari gelirler ile parafiskal ya da vergi benzeri denilen yönetsel gelirlerden oluşmaktadır. Örnek olarak PTT,Eğitim,Sağlık,Demiryolu Taşımacılığı,Üniversiteler ve Belediyeler gibi.. Yönetsel Gelirlerin önemlileri : Lisanslar, Ruhsatname, Harçlar, Para cezaları,Devlete kalan miras,Şerefiye Gelirleri,El koyma, Diğer gelirler,Para Basma
Devlet Borçları= Kamu gelirlerinin kamu harcamalarını karşılamaması durumunda aradaki farkın bireylerden, yerli ve yabancı kuruluşlardan ve ülkelerden borçlanarak kapatıldığı bir finansman biçimidir. Örneğin: İtalya, Yunanistan, ve Belçika devlet borçları ulusal gelirlerini aşmaktadır. Fakat bu ülkelerde aşırı boçlanmanın olumsuz etkileri pek görülmemektedir. Bunun nedeni borç faizi ile reel faizin arasındaki farkın küçük oluşu ve sermaye kazançları vergisinin yüksek oluşu.
Vergi Tabanı/vergi Matrahı
Vergi Oranı
Ulusal Vergi Yükü


Verginin Gelir esnekliği ve marjinal vergi eğilimi


Dolaylı vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payının
artmasının en önemli toplumsal sonucu nedir?

VERGİLEME İLE İLGİLİ TEMEL KAVRAMLAR



Efektif vergi oranı nedir?



VERGİLEME İLKELERİ



Kamusal mal ve hizmetlerin etkinlik ve adalet ölçütlerine uygun biçimde finansmanın in sağlanmasına yönelik olarak çeşitli vergileme ilkeleri geliştirilmiştir. Bu ilkeler; fayda ilkesi, ödeme gücü ilkesi, ayırma ilkesidir.

Fayda ilkesi, bireylerin kamu hizmetlerinden elde ettikleri faydanın bedeline eşit vergi ödemeleri biçiminde tanımlanır. Fayda ilkesine göre, kamu hizmetlerinden az yarar sağlayanlar daha az vergi öderlerken, daha çok fayda sağlayanlar ise, daha çok vergi ödemek durumundadırlar. Buna karşın, kamusal mal ve hizmetleri tüketmedikleri için, hiçbir yarar sağlayamayanların ise, vergi ödememeleri gerekmektedir. Fayda ilkesinin uygulanmasıyla, piyasada fiyat mekanizmasının işleyişi arasında herhangi bir fark bulunmamaktadır.
Fayda ilkesi kamusal mal ve hizmetlerin dışlama ilkesine tabi olanları için geçerli olduğundan, bütün vergi türlerine uygulanamaz. Dışlayamama ilkesine tabi olan tam kamusal mal ve hizmetler için fayda ilkesi değil, ödeme gücü ilkesi uygulanmaktadır.
Örneğin, savunma hizmetlerinin sunumu sırasında dışlama
ilkesi uygulanamadığından, bu birey ödeme gücü ilkesine Fayda uygun olarak savunma hizmetinin finansmanına katılmak zorundadır. Devletin genellikle dışlama ilkesinin uygulanamadığı kamusal mal ve hizmetler sunması nedeniyle, fayda ilkesinin uygulama alanı oldukça dardır. Buna karşın, bu ilke ekonominin genelinde ve kamu sektöründe etkinliğin sağlanması yönünden oldukça önemlidir. Çünkü bu ilkeye göre finanse edilen bir çok mal ve hizmet piyasa ekonomisinde firmalar tarafından temel girdi olarak kullanılmaktadır.

VERGİLEME İLKELERİ



Fayda İlkesinin Tarihsel Gelişimi




Fayda ilkesi ilk kez 17 ve 18. yüzyıllarda Locke, Hobbes ve Rousseau gibi filozoflar tarafından formüle edildi. Bu filozoflara göre vergi, devletin koruması karşılığında bireylerin ödedikleri bir bedel ya da insanların organize olmuş bir topluma girmeleri karşılığında ödemek zorunda kaldıkları bir bedeldir. Adam Smith ve Jeremy Bentham ise, devletin ekonomiye karışmadığı bir ortamda fayda ilkesine göre alınan vergileri, bireylerin elde edecekleri refahın bir bedeli olarak yorumladılar. John Stuart Miii de fayda ilkesini savunmuş ve bireylerin kamusal mal ve hizmetlerin faydasına eşit bir bedel ödemesi gerektiğini ileri sürmüştür.
19. yüzyılda da fayda ilkesini savunan görüşler ağırlık kazanmıştır. Bu dönemde fayda ilkesini savunan yazarların başlıcaları Pantaleoni, de Viti, Mazzola, Sax, Wicksel’dir.
Bu ilkenin günümüzdeki yorumu ise, Bowen, Lindhal ve Samuelson gibi ekonomistler tarafından, refah ekonomisiyle ilişki kurularak yapılmıştır.

VERGİLEME İLKELERİ


Fayda İlkesi Vergileri




Fayda ilkesine tabi olan vergiler, ödeme gücüne göre alınan vergilerin dışında kalan vergilerden oluşturmaktadır. Ayrıca, elektrik, su, havagazı ve toplu taşımacılık hizmetlerine ödenilen fiyatlar da literatürde fayda ilkesine uygun vergi benzerleri ya da parafiskal gelirler olarak gösterilmektedir. Parafiskal gelirlerin diğer türleri ise resimler, ruhsatlar ve harçlar gibi fayda ilkesine göre alınan bedellerdir. Bu sayılan türdeki vergi benzerleri ile ödenen bedeller arasında doğrudan bir ilişki olduğundan fayda vergisinin örnekleri olarak gösterilirler.
Fayda ilkesine göre alınan vergilerle tam kamusal mallar finanse edilmemektedir. Bu özelliği nedeniyle, fayda ilkesi kaynak ayırımında etkinliği kolayca sağlayabilmektedir. Buna karşın ödeme gücüne uygun olarak alınan vergiler ise, kaynak ayırımında etkinliği sağlamazken, gelir dağılımını iyileştirmede daha etkindir. Çünkü, fayda ilkesine göre alınan vergiler toplumsal yarar sağlayan hizmetler yerine genellikle bireylere fayda sağlayan hizmetlerin finansmanı için kullanılmaktadır.
Fayda ilkesine göre alınan vergiler şunlardır
* Otomotiv vergileri
*Gayrimenkul kıymet artış vergisi
Çalışanların sosyal sigorta fonuna yaptıkları katkılar
Kilise vergileri



VERGİLEME İLKELERİ


Ödeme Gücü İlkesi




Fayda ilkesi ekonomide kaynak ayırımında etkinliğin sağlanması amacıyla kullanılırken; ödeme gücü ilkesi, gelir dağılımı adaletini sağlamak amacıyla kullanılmaktadır. Ödeme gücü ilkesine göre, bireyler sahip oldukları mali olanaklarına göre vergilendirirler. Düşük gelir grubundakiler daha az vergi öderlerken, yüksek gelir grubundakiler ise, daha fazla vergi ödeme durumundadırlar.
Ödeme gücü ilkesinin uygulandığı vergi türlerine göre, bireylerin kamusal mal ve hizmetlerin maliyetine ne ölçüde katılacakları farklı kriterlere göre saptanmıştır. Örneğin, ödeme gücü ilkesinin en çok uygulandığı gelir vergisi uygulamasında, genellikle artan oranlı tarifelere göre vergi alınmaktadır. Buna karşın, kurumlar vergisi ve servet vergisi uygulamalarında ise, düz oranlı vergi tarifeleri uygulanır. Bu vergiler bazı ülkelerde artan oranlı tarifelerle de uygulanmaktadır. Ödeme gücü ilkesine göre alınan vergiler genellikle, tam kamusal mal ve hizmetlerin finansmanı için kullanılırlar. Bu bakımdan, bireyin kamusal mal ve hizmetten bir fayda sağlayıp sağlamadığının hiç bir önemi yoktur. Bu nedenle, ödeme gücü ilkesine uygun olarak alınan vergiler zorunlu bir nitelik taşırlar.

VERGİLEME İLKELERİ


Ödeme Gücü İlkesinin Tarihsel Gelişimi




Ödeme gücü ilkesi fayda ilkesinden daha önce, çok sayıda düşünür tarafından önemle ele alındı. Bunlardan en önemlileri Guicciadini, Bodin, Rousseau, Sismondi, MilI ve Say’dir. Ödeme gücü ilkesi daha sonraları Pigou ve Dalton tarafından, refah ekonomisinin ilkeleri yönünden değerlendirilerek daha da anlamlı bir biçimde yorumla n m ı şt ı r.



* Sismondi * Mill *Rousseau *Bodin




VERGİLEME İLKELERİ



*Ödeme Gücünün Göstergesi




Ülkelerin içinde bulundukları ekonomik yapı ve kalkınma sürecine bağlı olarak, ödeme gücü kriteri farklı biçimlerde saptanmıştır. Örneğin, tarım toplumlarında ödeme gücünün dayanağı olarak, sahip olunan arazi, ev ya da hayvan sayısı temel alınmıştır. Buna karşın, endüstri toplumlarında ise, gelir, tüketim ve servet düzeyi ödeme gücünün göstergesi olarak kabul edilmiştir. Gerçekten, bu üç unsuru birlikte vergi matrahına sokmadan vergilemede adaletin sağlanması olanağı yok gibidir. Her üç vergi türünün matrahı saptanırken, bireysel muafiyet ve istisnalar indirildikten sonra vergi matrahı bulunmaktadır. Bu vergiler dışında kalan ancak ödeme gücü vergilerinden diğeri olan kurumlar vergisi ise, kurum kazançları üzerinden alınmaktadır.

*Vergilemede Eşitlik İlkeleri



Vergilemede adaletin sağlanmasında artan oranlı vergi tarifesinin önemli bir rolü bulunmaktadır. Artan oranlı tarife uygulanarak, bir yandan gelir dağılımı iyileştirilebilirken, diğer taraftan ise, vergilemede adalet sağlanabilmektedir. Ne var ki, tek başına artan oranlı vergi tarifesiyle bir ekonomide bu iki amaca birlikte ulaşılabilmesi pek kolay olmayabilir. Çünkü, vergilemede yatay ve dikey eşitliğin sağlanmasına ilişkin bütün düzenlemelerin de yapılması gerekir
Vergilemede yatay eşitlik, ödeme gücü yönünden eşit durumda olanların aynı miktarda vergi ödemeleri olarak tanımlanmaktadır. Buna göre, aynı düzeyde gelir elde eden vergi mükelleflerinin aynı vergiyi ödemeleri gerekmektedir. Bu ilkenin geçerli olabilmesi için vergi matrahı gelirin bütün unsurlarını içerecek biçimde saptanmalıdır.


Vergilemede dikey eşitlik, ödeme gücü yönünden farklı durumda olanların farklı vergi ödemeleri olarak tanımlanabilir. Diğer bir deyişle, farklı düzeyde gelir elde eden vergi mükellefleri farklı miktarda vergi ödemelidirler. Bu ilkeye göre, gelir düzeyi yüksek olan bir kimsenin gelir düzeyi daha düşük olan bir mükellefe göre daha fazla vergi ödemesi gerekmektedir.
Vergilemede yatay eşitliğin gerçekleştirilebilmesi için vergi matrahının
gelirin bütün unsurlarını kapsaması gerektiği görüşünü açıklayınız?
Hem dikey eşitlik hem de yatay eşitlik ilkesi vergilemede adaletin sağlanması yönünden son derece önemlidir. Ancak, dikey eşitliğin uygulanmasında daha az gelir elde eden bir vergi mükellefi, daha çok gelir elde eden bir vergi mükellefine göre daha fazla vergi ödeyebilmektedir. Benzer çarpıklık yatay eşitliğin Sağlanması yönünden de ortaya çıkabilmektedir. Örneğin, ikisi de aynı düzeyde gelir elde eden iki mükelleften birisi vergisel teşvik önlemlerinden daha fazla yararlanabildiğinde, yatay eşitlik ilkesi kolayca bozulabilmektedir. Türk vergi sistemindeki bu tür örneklerin sayısı her yıl daha da arttığından, gelir dağılımı hızla bozulmaktadır. Uygulamada yatay ve dikey eşitliği bozan durumlardan birisi de, varsayılan gelir ile ilgili bulunmaktadır. Örneğin, bir çiftçi ailesinin tarlasında yetiştirdiği üründen yaptığı kendi tüketimi, ekonomik anlamada gelir sayılmasına karşın, vergi yasalarına göre gelir sayılmamaktadır. Böylece, uygulamada vergilemede yatay ve dikey eşitlik ilkelerinden birlikte sapılmaktadır.

*Ayırma İlkesi



Emek gelirinin sermaye gelirlerine göre daha hafif vergilendirilmesi gerektiğini ileri süren ayırma ilkesi uzun zamandan beri savunulmaktadır. Kamu ekonomisi alanında ise, emek gelirleri sermaye gelirlerine göre daha zor elde edildiğinden, vergilemede emek geliri lehine ayırım yapılması görüşü benimsenmektedir. Çeşitli ülke uygulamaları arasında oldukça farklılıklar olmasına karşın, bu ilke, ülkelerin sosyal değer yargılarına bağlı olarak özellikle 1980’li yıllardan önce oldukça önem kazanmıştır. Türkiye’de de ayırma ilkesine ilişkin olarak yasal düzenlemeler yapılmış olmasına karşın, uygulamada biçimsellikten öteye gidilememiştir.
Ayırma ilkesi, yatay ve dikey eşitliğin sağlanmasına ilişkin vergileme ilkelerinin tek istisnasıdır. Böyle bir istisnanın amacı, emek geliri elde edenler lehine avantaj sağlamak için, sermaye gelirinin daha ağır bir biçimde vergilendirilmesidir. Böylece, vergilemenin yatay ve dikey eşitlik ilkelerinden bilinçli bir biçimde sapılmaktadır. Ancak, ülkelerin sosyal değer yargılarının farklılığı nedeniyle ayırma ilkesi farklı biçimlerde uygulanmıştır. ilk kez 1907 yılında ingiltere’de uygulamaya konulan ayırma ilkesinin giderek bir çok ülkede yaygınlaşmış olmasına karşın lehinde ve aleyhinde ileri sürülen birtakım görüşler söz konusudur. Örneğin, vergilemede adaletin sağlanmasına önem veren ekonomistler, ayırma ilkesini önemle desteklerken, vergilemede etkinliği savunan ekonomistler ise, bu ilkeye karşı bir tutum sergilerler.


Ayı rma ilkesi, genellikle gelişmiş 1 kel e rd e farklı la şiiri Imı ş oranlar biçiminde uygulanır. 1970’li yıllardaki bu uygulamaya göre, örneğin, ABD’nde üst gelir dilimlerinde marjinal vergi oranı sermaye geliri sahipleri için % 72 olarak uygulanırken, emek gelirleri için gelir düzeyi ne olursa olsun, en fazla % 50 olarak uygulanmıştır. Türkiye’de ise, 2002 yılında farklılaştırılmış gelir vergisi oranı son gelir dilimi için, sermaye geliri sahiplerine, % 45, emek geliri sahiplerine ise % 40 oranında uygulanırken; ilk gelir dilimi için emek geliri sahiplerine % 15, sermaye gelirine ise % 20 oranında uygulanmaktadır. Ayırma ilkesi, gelişmiş Avrupa ülkelerinde de emek geliri lehine daha da kapsamlı bir biçimde uygulanmakta d ı r.

USLARARASI VERGİ YAPISI VE VERGİ YÜKÜ KARŞILAŞTIRMALARI



Uluslararası düzeyde vergi yapısı karşılaştırmalarında ülkelerin kalkınmışlık düzeyleri, kamu harcamalarının bileşimi ve ulusal gelirin büyüklüğü gibi çeşitli faktörler göz önünde bulundurulmalıdır. Gelişmiş ülkelerde gelir, kurumlar ve servet
vergilerinin konsolide bütçe gelirleri içindeki payı % 40, tüketim vergilerinin konsolide bütçe gelirleri içindeki payı % 30, sosyal güvenlik vergilerinin payı ise yine % 30 kadardır. Böylece, gelişmiş ülkelerde dolaysız vergilerin toplam bütçe gelirleri içindeki payı % 70’lere yaklaşırken, tüketim vergilerinin payı ise, % 30’lara kadar inmektedir. Türkiye’de ise dolaylı vergilerin toplam bütçe gelirlerine olan oranı 2001 yılında, % 60, dolaysız vergi gelirlerinin ise % 40 olduğu görülmektedir. Bu oran artmakta olan devlet borçlarının finansmanı sorunu nedeniyle, giderek hızla dolaylı vergiler lehine yükselmektedir. Öte yandan, Türkiye’de uygulanmakta olan vergi sistemi ve vergi oranları
giderek Avrupa Birliği ortalamasına yaklaşmaktadır. Ancak, ülkemizde vergi yapısının bozukluğu nedeniyle, vergi
gelirlerinde reel artış sağlanamamaktadır. Toplam vergi gelirlerinin ulusal gelire bölünmesiyle elde edilen
ulusal vergi yükü karşılaştırmaları yönünden ise, yine farklı bir vergi yapısı ile karşılaşılmaktadır. Gelişmiş AB ülkelerinde vergi gelirlerinin ulusal gelire oranı ortalama genelde % 45 iken bu
oran ülkemizde % 20 dolaylarındadır.

USLARARASI VERGİ YAPISI VE VERGİ YÜKÜ KARŞILAŞTIRMALARI



Kamu ekonomisinin fonksiyonları ile vergi yükü ve kamu harcamalarının büyüklüğü arasındaki ilişkileri konu alan araştırmalara göre, bir ülkenin sosyoekonomik gelişmişlik düzeyi ile toplam vergi yükü arasında yakın bir ilişki olduğu görülmektedir. Buna göre, vergi yükünün yüksekliği ile refah düzeyinin yüksekliği arasında oldukça yakın bir ilişki olduğunu söyleyebiliriz. Vergi gelirlerinin yüksekliği nedeniyle gelişmiş ülkeler sosyoekonomik nitelikli alt yapılarını kolayca oluşturabilmişlerdir. Buna karşın, toplam vergi yükünün düşük olduğu ABD ise, gelir dağılımı yönünden en kötü durumdadır.
2000’li yıllarda Türkiye’nin vergi yükünde aşırı artışın olduğu görülmektedir. Ancak bu artış doğrudan doğruya dolaylı vergilerdeki anormal artışlardan kaynaklandığından, vergi yapısını tersine çevirmiştir. Söz konusu vergi yükü artışı devlet borçlarının finansmanı sorunu nedeniyle ortaya çıktığından, gelişmiş ülkelerde olduğu gibi sosyal ve ekonomik alt yapının oluşturulmasına kanalize edilememiştir. Böylece, dolaylı vergiler arttıkça refah düzeyi de hızla düşerek, ekonomik kriz ve yoksullaşma olguları yaşanmaya başlanmıştır.
Gelişmiş ülkelerde vergi yükünün yüksek olması ile
refah düzeyi arasında nasıl bir ilişki vardır?


alıntı


ÜNİTE - 10 -


GELİRİN TANIMI


Mali ya da yasal tanımına göre gelir, bir tür fon akımı olarak değerlendirilmekte ve bir yılda elde edilen gelir unsurlarının safi tutarı olarak tanımlanmaktadır. Ekonomik tanımına göre gelir, belli bir dönemde tüketim artı servette ortaya çıkan net artıştır. Gelirin ekonomik tanımı geliri reel anlamda belirlemekte olup, ayrıca servet artışı da vergilemenin kapsamına girmektedir. Yani, gelirin fiilen elde edilip elde edilememesi, gerçekleşip gerçekleşmemesi ya da parasal olup olmamasının hiçbir önemi yoktur. Buna göre gelirin yasal olup olmaması da önemli değildir. Yani, gelirin ekonomik tanımı her tür gelir unsurunu içerecek biçimde kapsamlı olarak tanımlanmaktadır.
Uygulamadan Kaynaklanan Sorunlar
Vergi matrahının gelir akımını temel alan yasal tanıma göre saptanması nedeniyle, uygulamada kamu ekonomisinin temel fonksiyonlarında önemli sapmalar ortaya çıkmaktadır. Bunları gelir dağılımı adaletinden, kaynak ayırımında etkinlikten ve ekonomik istikrardan sapmalar biçiminde açıklayabiliriz. Ayrıca, yasal vergi tanımları kapsamlı vergilemeyi öngörmemesi nedeniyle, devlet gelirlerinde önemli bir kayıp da ortaya çıkabilmektedir.

B Vergilemeden Sapmalar


Uygulamada gelirin yasal tanımı bütün gelir unsurlarını içermediği gibi, ayrıca belli gelir gruplarına tanınan çeşitli vergisel teşvikler, muafiyet ve istisnalarla vergi matrahı da önemli ölçüde erozyona uğratılmaktadır. Bu nedenle, yasal ve fiili artan oranlı tarife arasında oldukça büyük bir fark ortaya çıkmakta, böylece, gelir vergisiyle gelir dağılımını iyileştirme olanağı azalmaktadır. İstisna ve muafiyetler ülkemizde olduğu gibi uygulandığında ise, dikey ve yatay eşitlik ilkelerinden de önemli sapmalar ortaya çıkmaktadır. Böylece vergilemenin yatay ve dikey eşitlik ilkelerinden ciddi bir biçimde sapılmış olunmaktadır.
Gelir vergisini n günümüzdeki uygulanma biçimi nedeniyle, gelir dağılımı adaletsizliği maksimum düzeyde ortaya çıkmaktadır. Örneğin, bir trilyonerin bütün gelirini devlet tahvili ya da B tipi fonlara yatırması durumunda, yıl sonunda ödeyeceği vergi sıfıra eşit olmaktadır. Buna karşın, asgari ücretle çalışan bir birey ise, gelirine göre önemli bir vergi ödemektedir. Ülkemizde, gelir dağılımını bozucu etki yaratan vergilemede yatay ve dikey eşitlikten uzaklaşılmasının en önemli nedeni nedir?

Kaynak Ayırımında Etkinlikten Sapmalar


Ülkemizde vergi yasalarının hazırlanması sırasında büyük firmalar daha çok etkili olmaktadırlar. Buna karşın, daha çok bazı firmaların sağladıkları önemli vergisel teşviklerle üretilen mal ve hizmetlere toplum bireylerinin ciddi bir talebi olmayabilir. Bu durumda teşvik edilen sektörde sermayenin krlılığı artacağından, ekonomik kalkınma yönünden daha önemli olan sektörlerden, teşvik edilen sektöre doğru sermaye akımı başlayacak, böylece, kaynak ayırımı fonksiyonundan önemli sapmalar ortaya çıkacaktır. Diğer yandan, ülkemizdeki uygulamaya göre, devlet tahvili ve hazine bonosuna ödenen reel faiz o kadar artmıştır ki, çok sayıda firma üretim yapma yerine tamamen risksiz olan, devlet kağıtlarına yatırım yapmışlardır. Bu nedenle de, kaynak ayırımı fonksiyonundan da önemli sapmalar ortaya çıkmıştır.


İstikrar Fonksiyonundan Sapmalar


Gelirin yasal anlamdaki dar kapsamlı tanımına ek olarak, uygulanmakta olan teşvikler, muafiyetler ve istisnalar nedeniyle, yasal ve fiili vergi oranı arasında önemli sapmalar ortaya çıkmakta, böylece, artan oranlı tarife, uygulamada, gelir arttıkça giderek yumuşayan ya da düzleşen bir biçim almaktadır. Bu durumda enflasyonist ve deflasyonist dönemlerde daha yumuşak bir gelir vergisi tarifesinin otomatik istikrarı sağlayıcı gücü işlememeye başlar.


Bütçe Gelirinin Azalması


Gelirin yasal tanımına göre servet unsurlarının gelir kavramı içine sokulmaması, bu vergilerin oto kontrolü sağlayıcı etkisini ortadan kaldırmaktadır. Böylece, gelir vergisi, kurumlar vergisi ve sosyal güvenlik vergileri kolayca kaçırılmış olmaktadır. Öte yandan, politikacıların oy maksimizasyonunu amacıyla sık sık vergi affı çıkarmaları da, mükelleflerin vergi borçlarını ödememelerine yol açmakta, bu durumda vergisini ödeyen mükellefler ise cezalandırılmış olmaktadır. Böylece, devletin bütçe gelirleri son derece azaldığından, bir yandan gelir dağılımı adaletsizliği artarken, diğer taraftan borçlanma gereği de artmaktadır. Sonuçta, toplanacak vergi gelirlerinin önemli bir bölümü son yıllarda olduğu gibi, borç servisinin finansmanı amacıyla kullanılacağından, toplum için gerekli olan kamu harcamaları yeterli miktarda ve kalitede yapılamamaktadır.

Kapsamlı Vergileme Anlayışı


Yasal vergi oranlarının dar kapsamlı olması, buna bağlı olarak uygulamada ortaya çıkan sorunlar, ancak kapsamlı vergileme ile çözüme kavuşturulmaktadır. Kapsamlı gelir vergisi anlayışına göre, gelirin bütün unsurları her hangi bir istisna ve muafiyet söz konusu olmaksızın vergi matrahında yer alacağından, vergi tabanı oldukça geniş le ye ce kt ir.
Kapsamlı vergileme anlayışı gelişmiş ülkelerde giderek yaygın bir uygulama alanı bulmuş olup, çok yüksek marjinal vergi oranları aşağıya doğru çekilmiştir. Böylece, vergi tabanı genişletildiğinden, artan oranlı vergi tarifesi yumuşatıldığı halde, vergi gelirlerindeki artış, harcamalardaki artış trendini yakalamıştır. Artan oranlı vergi tarifesi ülkemizde de oldukça yumuşatılmış olmasına karşın, vergi gelirlerinde umulan artış sağlanamamıştır. Çünkü, kayıt dışı ekonominin giderek artan boyutları nedeniyle, vergi tabanı genişletilemediğinden, böyle bir çarpık sonuç ortaya çıkmıştır.


Kapsamlı Vergileme Anlayışı



Kapsamlı vergileme anlayışı, özellikle ABD’nde, artan oranlı tarifenin tek bir düz orana dönüştürülmesine ilişkin tartışmaları da gündeme getirmektedir. Bu yaklaşıma göre, kapsamlı bir gelir vergisi tabanına uygulanacak, tek ve düşük oranlı bir gelir vergisi tarifesiyle devlet gelirlerinde azalma olmayacağı savunulmaktadır. Onlara göre, vergi oranının düşüklüğü yatırımları daha da teşvik edecek, böylece sonraki dönemlerde vergi tabanı daha da genişleyecektir.
Ancak, böyle bir uygulamanın, ödeme gücü ilkesinin işlerliğini ortadan kaldırarak vergilemenin yatay ve dikey adaletin sağlanmasıyla ilgili temel ilkelerinden önemli sapmalara yol açacağı ileri sürülmektedir. Öte yandan, düşük ve tek bir vergi tarifesinin yatırımları ne kadar artıracağı konusu da tartışmalıdır. Şöyle ki, yatırımlar arttıkça yatırımı n marjinal prodüktivitesi azalacağından, düz oranlı gelir vergisi tarifesinin pek etkili olamayacağı düşünülebilir. Düz oranlı düşük bir gelir vergisi tarifesi, politikacılar tarafından oylarını artırmak amacıyla savunulmasına karşın pek uygulamaya konulamamıştır.


Kapsamlı Gelir Vergisi Matrahı


Kapsamlı gelir vergisi anlayışına göre, vergi matrahı saptanırken gelirin parasal olup olmadığına, reel olup olmadığına, gerçekleşmiş ya da gerçekleşmemiş olup olmadığına ve düzenli olarak elde edilip edilmediğine bakılmaksızın, bütün gelir unsurları tek bir matrahta toplanmaktadır.

Kapsamlı Vergileme Anlayışı


Kapsamlı Vergi Anlayışına Göre Vergilendirilen Gelirler



Fırmalann çalışanlarına yaptığı yan odemelerın gelır Sorusu
sayılamamasının ortaya çıkardığı sorunlar neler olabilir?

VERGİLENDİRiLEBİLİR GELİRİN SAPTANMASI


Yasal Vergi Matrahı



Vergilendirilebilir gelir matrahının saptanması için ticari kazançlar, zirai kazançlar, ücretler, serbest meslek kazançları, gayrimenkul sermaye iratları, menkul sermaye kazançları ve diğer kazanç ve iratlar tek bir beyannamede toplanır. Ancak, kapsamlı vergilemenin gerçekleştirilmesi için, mükelleflerin servet beyannamesi vermeleri gerekmekte, böylece, otokontrol kolayca yapılabileceğinden, vergi tabanında erozyon da kolayca önlenebilmektedir. Daha sonra elde edilen toplam brüt gelirden, gelirin elde edilmesiyle ilgili giderler düşülerek net gelir elde edilir. Net gelirden bireysel muafiyet ve istisnalar çıkarıldıktan sonra bulunan değere, masraf sayılmayan giderler ile transfer ödemeleri eklenip, masraf sayılan giderler çıkarıldıktan sonra vergilendirilebilir gelir ya da vergi matrahı elde edilir.

Artan Oranlı Vergi Tarifesi


Gelirin marjinal faydasının gelir düzeyi arttıkça giderek azalması, ekonomik anlamda gelir vergisi tarifesinin artan oranlı biçimde saptanmasını gerektirmektedir. Öte yandan, ülkelerin sosyo-ekonomik yönden gelişmişlik düzeyleri, gelir dağılımına verdikleri öncelikler, kamu ekonomisinin amaçlarının gerçekleştirilmesi ve kamu harcamalarının finansmanına yönelik çabaları da gelir vergisi tarifesinin artan oranlı biçimde saptanmasını gerektirmektedir. Ancak, artan oranlı tarifenin saptanması sırasında gelir dağılımı adaletinin ve ekonomik etkinliğin sağlanması biçimindeki kamu ekonomisinin çatışan iki amacının da bağdaştırılması gerekmektedir. Aşağıda gelir dağılımında adaleti sağlamak ve vergilemede etkinliği sağlamak amacıyla düzenlenen artan oranlı gelir vergisi tarifeleri açıklanmaktadır. ;1



Türkiye Uygulamasının Değerlendirilmesi


Artan oranlı vergi tarifesinin, özellikle yüksek marjinal oranla uygulamanın, tasarrufları azaltarak ekonomik kalkınma çabaları üzerinde olumsuz etki yaratacağı görüşü uzun zamandan beri tartışılmaktadır. Ancak, gerçekte tasarruf edilen gelirin doğrudan doğruya yatırımlara dönüştüğü pek söylenemez. Örneğin, ülkemizde bir çok kişi tasarruflarını ikinci konut, altın, döviz gibi ölü yatırımlara kanalize etmekte, bu tür ölü yatırımlar nedeniyle de üretimi artırıcı prodüktif yatırımlar yapılamamaktadır. Gelişmiş ülkelerde ise, tasarruflar genellikle şirket hisse senetlerine yapılmakta olup, böylece küçük fonların büyük yatırım projelerinin finansmanına kanalize edilmesi kolaylaşmaktadır.
Gelişmiş ülkelerde uygulamaya konulan reform ilkeleri bağlamında gerçekleştirilen tarife değişiklikleri
ekonomik yönden gelişmiş olmayan ülkemizde de aynen benimsenmiştir. Örneğin, 1980’li yıllardan önce
en üst gelir dilimine % 68 olarak uygulanan tarife, 2000’li yıllarda oldukça yumuşatılarak % 45’e
indirilmiştir. Türkiye’de 1980 öncesi uygulanan tarifenin, gelir dağılımını iyileştirme yönünden sonraki
tarifelere göre son derece etkili olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü, tarifenin yapısı gelirin azalan
marjinal faydasını yansıttığından adil vergileme ilkelerine oldukça uygundur. Buna karşın, 1980’li
yıllardan sonra uygulanan tarife ise çeşitli sorunlara yol açmıştır.

GELİR VERGİSİNİN KAYNAK AYIRIMI ÜZERİNDEKİ ETKİSİ


Kamu ekonomisinin kaynak ayırımı fonksiyonu, toplumun kıt kaynaklarının özel ve sosyal ihtiyaçlarımızın giderilmesi amacıyla, kamu ve özel sektör arasında etkin bir biçimde ayrılması (tahsisi) konusunu ele alır. Vergilerin tamamına yakın bir bölümü yatırımcıların, tüketicilerin ve vergi mükelleflerinin kararlarını olumsuz yönde etkiler. Bu etkiler aşağıda verilmiştir.

Çalışma Arzusu Üzerindeki Etkisi


Gelir Etkisi


İkame Etkisi


iitesi Üzerindeki Etkisi


Sizce, vergi transformasyonu ülkenin
dış ekonomik dengesini nasıl etkiler?


Gelir ve İkame Etkilerinin Ekonomik Yorumu


Mükellefler genel olarak, marjinal vergi oranının ortalama vergi oranının üstünde olduğu durumlarda ikame etkisinin altında kalırlarken, ortalama vergi oranının marjinal vergi oranından daha yüksek olduğu durumlarda gelir etkisi altında hareket ederler. Buna karşın, marjinal ve ortalama vergi oranlarının birbirine eşit olduğu durumlarda ise, her iki etki bir birini götüreceğinden, vergi konulduktan sonraki çalışma sürelerinde herhangi bir değişiklik olmaz. Konulan bir vergi nedeniyle, mükellefin çalışma süresinde herhangi bir değişikliğin olmamasına, verginin tarafsızlığı ilkesi denilir. Bu açıklamalarımıza göre, verginin tarafsızlığı ilkesi marjinal vergi oranı ile ortalama vergi oranının aynı olduğu düz oranlı vergiler için geçerli olmaktadır.

Vergiden Kaçınma, Vergi Kaçırma, Kayıt Dışı Ekonomi


Gelir vergisinin artan oranlı tarifesi dikleştikçe, ya da gelir arttığı zaman vergi oranı daha hızlı bir biçimde arttıkça, mükelleflerin vergiye karşı direnci de giderek artmaktadır. Bu direnç genellikle vergiderı kaçınma, vergi kaçırma ve kayıt dışına geçme biçimlerine dönüşmektedir.





Kayıt dışı ekonomi, mafya ve yer altı ekonomileri (kaçakçılık, esrar ve silah ticareti gibi), reti gibi çok sayıda alanı ilde, maliye ile ilişkide bul çok sayıda işveren, ödemekten kaçınabil Kayıt dışıınlık, vergi denetiminin lerin özel koşullarına büyük ülkelerle kıyaslandırılmaktadır.
Ülkemizdeki kaf neredeyse geçmektedir. Kayıt dışı ekonomin aşırı büyüklüğü nedeniyle ülkemizde vergi gelirlerinin yarısından fazlası toplanamamaktadır. Bu nedenle, hükümetler 1980’Ii yıllardan beri vergi toplama yerine borçlanmayı yeğlemekte, böylece, başta vergi adaletsizliği, gelir dağılımının kötüleşmesi, kaynak ayırımında etkinsizlik ve istikrarsızlık gibi çok sayıda sorun ortaya çıkmaktadır.

GELİR VERGİSİNİN GELİR DAĞILIMI ÜZERİNDEKİ ETKİSİ



Gelir dağılımı adil olmayan ekonomilerde kaynak ayırımında etkinlik de sağlanamamaktadır. Bu nedenle ekonomilerde birinci önceliğin adil gelir dağılımına verilerek, kaynak ayırımında etkinliğin sağlanmasına çalışılmalıdır. Gelir arttıkça, marjinal faydasının giderek düşmesi özelliği nedeniyle, adil vergilemenin sağlanabilmesi için gelir vergisi tarifesinin artan oranlı olması gerekmektedir. Yoksulun en son lirasının marjinal faydası, zenginin son lirasının marjinal faydasından daha fazla olduğu için adil vergileme için artan oranlı vergi tarifesi gelir dağılımını iyileştirici bir rol oynamaktadır.

Aksak Rekabet Koşulları Altında Verginin Yansıtılması


Emek arz eğrisi esnek olsa bile, çalışma saatlerinin yasalarla saptanması ya da sabit olması nedeniyle, emek sahibi çalışma süresini artırarak ya da azaltarak, ödediği vergileri başkalarına yansıtamaz. İşçi sendikaları ise, genellikle iş görenin ödediği vergiyi işverene yansıtmasını kolaylaştırma yerine ücret artışı sağlamak için uğraş verirler. Keynes’e göre, ücret zammı sonunda nominal ücretinin arttığını gören işgörenler psikolojik olarak para aldatmacasının etkisi altında kalarak, durumlarından memnun kalırlar. Benzer durum, enflasyon ortamında da ortaya çıkar. Teoride mali sürüklenme (fiscal drag) da denilen bu durumda, işçiler artan oranlı tarifenin ücret zammını eritici etkisini göremediklerinden, para aldatmacasının etkisi altında kalarak, eski durumlarını koruduklarını zannederler.
Uygulamada, en az ücret alarak çalışanlar ile memurların maaşları ve ücretleri prodüktivitelerine uygun olarak saptanmadığından, gelir vergilerini yansıtamazlar. Profesyoneller ve teknik elemanlar, üst düzey yöneticiler çoğu
zaman ödedikleri gelir vergisini işverene yansıtabilirler. Ancak, işveren de ürettiği mala olan talep esnekliğine bağlı olarak, kendisine yansıtılan vergiyi satış fiyatı içinde tüketicilere yansıtabilmektedirler.



Negatif Gelir Vergisi


Bir çok ülkedeki gelir vergisi uygulamasına göre, sermaye geliri elde edenler lehine sağlanan çok sayıdaki teşvikler nedeniyle, toplumdaki gelir dağılımı ciddi biçimde bozulmaktadır. Bu bağlamda negatif gelir vergisinin amacı, bir ailenin insanca yaşabilmesine olanak verecek biçimde ekonomik ve sosyal ihtiyaçlarını karşılayacak gelir düzeyini sağlamaktır.

Bu amaçla devlet, yoksulluk boşluğunu giderecek biçimde gelir transferi yapar. Uygulamaya göre devlet, minimum yaşam standartlarını karşılamaya yetecek gelirleri olmayan kimselere negatif gelir vergisi ödemesi yapmaktadır. Böylece, yaşam için zorunlu olan eğitim, sağlık, barınma, beslenme ve taşımacılık gibi giderlerini karşılayacak gelir düzeyi ile fiilen elde edilen gelir arasında ortaya çıkan yoksulluk boşluğu devlet tarafından doldurularak insanların minimum düzeyde yaşamlarını devam ettirmeleri olanağı verilmeye çalışılmaktadır. Negatif gelir vergisinin kuramsal temeli Milton Friedman’ın geliştirdiği negatif gelir vergisi modeli ile ortaya konulmuştur. Negatif gelir vergisi ABD’nde uygulanmaktadır.

Devletin yoksulluk sınırının altında kalan ailelere yoksulluk boşluğunu dolduracak biçimde vergi ödemesi negatif vergilemedir ve bu durumda hiç gelir elde edemeyen aileler belli bir miktarda negatif gelir vergisi alırlarken, bu düzeyin altında gelir elde edenler ise, elde ettikleri gelir ile gelir elde etmeyenlerin aldıkları negatif gelir vergisi tutarı arasındaki farka eşit bir negatif vergisi alırlar. Bu yönüyle negatif gelir vergisi, sosyal güvenlik hizmetlerinden daha kapsamlı bir programdır. Şöyle ki, sosyal güvenlik hizmetlerinden daha önce sosyal güvenlik primlerini ödeyenler yararlanırlarken, negatif gelir vergisinden, en az geçim düzeyinin altında gelir elde eden bütün vatandaşlar yararlanmaktadır


GELİR VERGİSİNİN EKONOMİK İSTİKRAR ÜZERNDEKİ ETKİSİ


Artan oranlı gelir vergisi tarifesinin kaynak ayırımında etkinlik yönünden tasarruflar ve yatırımlar üzerindeki etkisi söz konusudur. Ayrıca, artan oranlı gelir vergisi tarifesi ekonomik istikrarı kendiliğinden sağlayıcı bir özelliğe sahiptir.

Gelir vergisinin Ekonomik istikrar Üzerindeki

alıntı

ÜNİTE - 11 –



KURUMLAR VERGİSİ VE GELİR VERGİSİ İLİŞKİSİ



Literatürde kurumlar gelir vergisi olarak anılan kurumlar vergisi, gerçekte gelir vergisinin bir türüdür. Verginin adının kurumlar gelir vergisi olması, her iki verginin de dayanağının gelirle ilişkili olmasıdır. Ancak, küçük çaptaki tasarrufların kurumlaştırılarak yatırımlara kanalize edilmesini sağlamak için, bir çok ülkede kurumlar vergisi gelir vergisinden ayrılmıştır. Kurumlar vergisiyle yatırımları teşvik etmek amacıyla, hızlandıran amortisman yöntemlerinden ararlanma, düz oran uygulamasına tabi olma, kr paylarının dağıtılmadığı sürece gelir vergisine tabi olması gibi çok sayıda ayrıcalıklar sağlanmıştır.

KURUMLAR VERGİSİ VE GELİR VERGİSİ İLİŞKİSİ



Uygulamada kurum kazançları önce kurumlar vergisine, daha sonra ortaklara kr payı olarak dağıtıldığında ise gelir vergisine tabi tutulmaktadır. Kurumlar vergisi ile gelir vergisi arasında ortaya çıkan bu ilişki, ya da aynı matrahın birden fazla vergiye tabi olması, çifte vergileme olarak bilinen bir sorun yaratmaktadır. Bu uygulamanın bir taraftan tasarruflar üzerinde yaratacağı olumsuz etki, diğer taraftan düşük gelirli yatırımcılara ek vergi yükü yüklemesi nedeniyle, sermaye piyasa ların ı n gelişmesini ön 1 eye ceğ i ileri sürülmektedir. Bu sorun kr paylarının sermaye kazançları istisnasına tabi tutulması biçimindeki bir uygulamayla çözüme kavuşturulmaktadır. Ne var ki, bu durumda da vergilemenin dikey eşitlik ilkesine aykırı bir sonuç ortaya çıkmaktadır. Bütün bu sorunların çözümüne ilişkin olarak, kamu ekonomisi teorisinde bütünleşme modelleri geliştirilmiş bulunmaktadır.

KURUMLAR VERGİSİ VE GELİR VERGİSİ İLİŞKİSİ



Aşağıda ifade edilen bu modellere göre, aynı matrahın hem kurumlar ve hem de gelir vergisine tabi olmasının yol açtığı ek vergi yükü sorunu bir ölçüde çözüme kavuşturulmaktadır.
Kısmi Bütünleşme Modeli
Kısmi bütünleşme modeli kr paylarının belli bir oranda gelir vergisinden istisna edilerek, ek vergi yükünün belli bir düzeye kadar azaltılması amacıyla kullanılır. Ek vergi yükünün kısmi bütünleşme modeliyle nasıl azaltıldığı bir örnek yardımıyla açıklayalım: ;1
Türkiyede kurumlaşmanın gerçekleşmemesinde
kurumlar vergisinin ne gibi bir payı vardır?



Tam Bütünleşme Modeli


Bu model, kurumlar vergisinin düz oranla uygulanmasının sakıncaları nedeniyle gelir dağılımı üzerinde yol açtığı olumsuz etkiyi ortadan kaldırmaya yönelik olarak, ek vergi yükü ile gelir vergisinin marjinal vergi oranlarının eşitlenmesini öngörür. Yani gelir ve kurumlar vergisi öyle bütünleştirilir ki, sonuçta mükellefler kurumlar vergisinin uygulanmadığı ya da sadece gelir vergisinin uygulandığı bir konuma getirilmiş olurlar. Bu durumda en ideal uygulama, ancak kurumlar vergisinin tamamen ortadan kaldırılmasıyla sağlanabilir.
Ancak, kurumlar vergisi uygulanmasına son vermeden de, kurumlar vergisi gelir vergisiyle tam olarak birleştirilerek ek vergi yükü ortadan kaldırılabilmektedir. Tam bütünleşme durumunda kr dağıtılsın ya da dağıtılmasın, kr payı üzerinden gelir vergisi ödenmektedir. Ancak, verginin ödenebilmesi için şirketin mükellefin hisse senetlerini satarak, gelir vergisini ödeme zorunda kalınabileceği ileri sürülebilir. Bu durumda ortaya çıkabilecek olan likidite sorununa şöyle bir çözüm getirilmektedir. 0 da, Maliye Bakanlığı’nın, şirketi, ortakların kr payları üzerinden stopaj yapma
yönünden yetkili kılmasıdır.
Tam bütünleşme modelinin başarıyla uygulanabilmesi için, her iki verginin de marjinal vergi oranının % 50 oranında olması gerekir.
Kurumlar ve gelir vergilerinin aralarındaki bütünleşmenin tam olarak gerçekleştirilmesi durumunda, çifte vergileme sorunu da kendiliğinden çözüme kavuşturulmaktadır. Ancak, ek vergi yükünün ortadan kaldırılabilmesi için gelir vergisinin marjinal vergi oranı ile kurumlar vergisi oranlarının birbirine eşit ve % 50 olması gerekir. Ülke uygulamalarına göre, gelir ve kurumlar vergisinin marjinal vergi oranlarının bu oran dolayında olduğu söylenebilir.

AMORTİSMAN POLİTİKASI



Amortisman uygulamaları gereğince, sermaye malları amorti edilinceye kadar her yıl masraf yazılarak aktiften çıkarılır. Sabit kıymet için ayrılan amortisman karşılıkları ilk yıllarda ne kadar çok ayrılabilirse ve amortisman oranı ne kadar yüksek olursa, masraf yazılabilecek gider unsurları da o kadar fazla olacak, bu durumda, ayrılan amortismanların peşin değeri de o derece artacaktır. Sonuçta aktif kıymet için ayrılan amortismanlar nedeniyle, vergi sonrası kr da artmış olacaktır. Aktife giren bir sabit kıymetin değerinin tamamının aynı yıl içinde masraf yazılabildiği durumlarda ise, amortisman fonlarının peşin değeri yüksek olmaktadır. Amortisman fonlarının peşin değerini yükselten alternatif yöntemler aşağıda verilmiştir.

Hızlandırılmış Amortisman Politikası



Amortisman yöntemleri karşılaştırıldığında, azalan bakiyeler yönteminin firmalar için oldukça olumlu bir finansman aracı olarak kullanılabileceği görülmektedir. Çünkü, bu yöntem uygulandığında, daha ilk 3 yılda firmanın vergilendirilebilir geliri neredeyse yarı yarıya inmekte, böylece, ilk üç yıl için vergi sonrası net kr arttığından, alacaklılara ve üçüncü bireylere göre, firmanın imajı daha iyi gözükmektedir. Amortisman yöntemlerinden hangisinin yatırımları artırıcı etki yarattığının anlaşılması için, peşin değer hesaplamalarından yararlanılmaktadır. Aşağıdaki peşin değer formülünde a yıllık olarak ayrılan amortisman fonlarının karşılığı olan gelir akımını, n yıl olarak amortisman ayrılan süreyi, i ise, faiz oranını göstermektedir.

Peşin değer, amortisman fonlarının oluşturduğu gelir akımının cari faiz haddi üzerinden iskonto edilmesiyle bulunan değerdir. Peşin değeri ise, amortisman ayrılabilecek yıl sayısı, cari faiz oranı ve enflasyon oranı etkilemektedir.


Hızlandırılmış Amortisman Politikası



Çeşitli amortisman yöntemlerine göre amortisman süresinin artmasına bağlı olarak peşin değerlerin
tutarları yandaki tabloda gösterilmektedir.
Tabloda görüldüğü gibi amortisman süresi arttıkça, peşin değer önemli miktarda azalmaktadır. Aynı tabloya göre, peşin değerler göz önünde bulundurulduğunda, amortisman süresi arttıkça yılların sayıları toplamı yönteminin vergisel yönden en avantajlı, azalan bakiyeler yönteminin ise, ikinci en avantajlı yöntem olduğu anlaşılmaktadır. Yani, amortisman ayırma süresi arttıkça, yılların sayıları toplamı yöntemi yatırımlar üzerinde daha fazla hızlandırıcı etki yapmaktadır. Ancak, Türk vergi sisteminde bu yöntem uygulanmamaktadır. Azalan bakiyeler yönteminin ise, amortisman süresi arttıkça normal yönteme göre, peşin değeri daha fazla artırdığı görülmektedir. Buna karşın, yukarıda açıklandığı gibi, azalan bakiyeler yöntemi uygulandığında en son ayrılması gereken amortisman tutarının önceki yıllara göre çok daha fazla olmasının peşin değeri düşürücü etkisi, normal yönteme geçilmekle giderilmektedir. Böylece, peşin değer karşılaştırmaları sonunda, alternatif amortisman yöntemleri arasından en yüksek peşin değeri verenin seçimiyle hızlandıran amortisman politikası uygulamaya konulmuş olmaktadır. Ancak, amortisman süresi, cari faiz oranı ve enflasyon oranı gibi faktörler hesaba katılarak, diğer durumlarda da peşin değer karşılaştırmaları yapılması gerekmektedir.



KURUMLAR VERGİSİNİN KAYNAK AYIRIMI ÜZERİNDEKİ ETKİSİ


Kurumlar vergisinin kaynak ayırımı üzerindeki etkileri, gelir vergisinde olduğu gibi değişik biçimlerde ortaya çıkmaktadır. Kurumlar vergisinin etkileri



Sermayenin Mobilitesi Üzerindeki Etkisi


Kurumlar vergisi yansıtılmadığı sürece, sermayenin krlılık oranını düşürerek kaynak ayırımındaki etkinliği bozmaktadır. Ancak, kurumlar vergisi yansıtılırsa, sermayenin mobilitesi azalacağından, kaynak ayırımı üzerindeki olumsuz etkisi de pek önemli olmayacaktır. Kurumlar vergisinin sermayenin mobilitesi üzerindeki etkisi, üzerine vergi konulan sektörde, vergi sonrası krlılık oranı azalan sermayenin, vergilendirilmeyen sektörlere kayması biçiminde ortaya çıkar.


Sermayenin Mobilitesi Üzerindeki Etkisi



Böylece, vergilenen sektörde krlılık oranı düşerken, vergisiz sektördeki sermayenin krlılık oranı artmış olmaktadır. Ancak, vergilenen sektörde ortaya çıkan sermaye yetersizliği nedeniyle krlılık oranı tekrar yükselmeye başlayabilir ve vergilenmeyen sektördeki sermayenin geri dönmesine yol açabilir. Sermayenin bu karşılıklı mobilitesi, vergili ve vergisiz sektörlerdeki krlılık oranları eşitleninceye kadar sürecektir.
Konuya ilişkin olarak yapılan çeşitli ampirik çalışmaların sonuçlarına göre, kurumlar vergisinin konulduğu sektörde % 18.8 olan krlılık oranı, vergi nedeniyle ilk aşamada % 9.5’e düşerken, sermayenin vergisiz sektöre kayması ve ayrıldığı sektöre yeniden geri dönmesi sonucu, daha sonra her iki sektördeki krlılık % 14.1 olarak eşitlenmiştir. Ne var ki, vergili ve vergisiz sektörlerde krlılık oranlarının eşitlenmesi uzun dönemde gerçekleşmiştir. Bu özelliği nedeniyle kurumlar
vergisinin uzun dönemde kaynak ayırımı fonksiyonu üzerinde olumsuz bir etkisi olmadığı söylenebilir.
Buna karşın, kurumlar vergisi kısa dönemde vergili ve vergisiz sektörlerde karşılıklı olarak kaynak ırma
ayırımında olumsuz etkiler yaratmaktadır.



Tüketici Refahı Üzerindeki Etkisi


Kurumlar vergisinin fiyat düzeyi üzerindeki etkilerini inceleyen çalışmalara göre, bu vergiye tabi olan firmalarca genellikle, uygulanan mark up fiyatlaması nedeniyle kurumlar vergisi bir tür maliyet unsuru olarak ortalama maliyetlere eklenerek satış fiyatı yükselmektedir. Aşağıdaki şekil, böyle bir fiyatlama politikasına uygun olarak, firma üzerine konulan bir kurumlar vergisinin kaynak ayırımında etkinliği nasıl bozduğunu açıklamaktadır.

Kurumlar vergisinin üretici ve tüketici refahı üzerindeki olumsuz etkilerini ortadan kaldırmak için devletin uygulayacağı politika ne olabilir?

• .rma Davranışları Üzerindeki Etkisi
Kurumlar vergisinin arttırılması durumunda, firmalar aşağıdaki biçimlerde davranarak, kaynak ayırım ında etkinlikten sapmalara yol açabilmektedir:

KURUMLAR VERGİSİNİN GELİR DAĞILIMI ÜZERİNDEKİ ETKİSİ



Kurumlar vergisinin gelir dağılımı üzerindeki olumsuz etkileri iki biçimde ortaya çıkmaktadır. Bunlardan birincisi verginin yansıtılmasından kaynaklanırken, ikincisi ise, vergisel teşvik önlemlerinin büyüklüğüne göre değişmektedir.
Kurumlar Vergisinin Yansıtılması
Kamu ekonomisi literatüründe kurumlar vergisinin yansıtılmasına ilişkin analizler kısa ve uzun dönemli olmak üzere iki türlüdür.
Kurumlar Vergisinin Kısa Dönemde Yansıtılması
Kurumlar vergisinin tam rekabet ve aksak rekabet koşulları altında yansıtılması gelir dağılımını farklı biçimlerde etkilemektedir.



Tam rekabet koşulları altında yansıma
Aksak rekabet koşulları altında

KurumIar Vergisinin Kısa Dönemde Yansıtılması



Tam rekabet koşulları altında firmalar kar maksimizasyonu amacıyla üretimde bulunurlarken, aksak rekabet koşulları altında, daha farklı güdülerle hareket ederler. Aksak rekabet koşulları altında firmaların davranışlarını belirleyen bu amaçları; brüt satış tutarını maksimize etme, büyüme oranını artırma ve hedef olarak seçilen bir kr oranını gerçekleştirmeye çalışma biçimlerinde sıralayabiliriz. Konuya ilişkin araştırma sonuçlarına göre, firmalar, genellikle hedef olarak seçilen bir kr oranını elde etmeye çalışmakta, bu nedenle de, çoğu firmalar marjinal maliyet ile marjinal gelirlerini eşitlemeye çalışmamaktadırlar. Ancak, firmaların belli bir kr oranını elde etmeye yönelik olarak uyguladıkları fiyatlama politikaları da, kurumlar vergisinin yansıtılmasını farklı biçimlerde etkilemektedir.
Firmalar belli bir kr oranını elde etmek için iki farklı fiyatlama politikası uygularlar.
Bunlar kr marjı ve ortalama maliyet fiyatlaması yöntemleridir. Kar mani fiyatlaması yöntemine göre, firma belli bir kr marjını sağlayacak biçimde vergiyi maliyetlere ekleyerek yansıtmak ister. Böyle
bir fiyatlama politikası uygulandığında, firmanın kurumlar vergisini yansıtabilmesi
olanağı, kurumlar vergisinin ne kadarının maliyetlere eklendiğine bağlı olmaktadır.



KurumIar Vergisinin Kısa Dönemde Yansıtılması




Kurumlar vergisinin yansıtılmak istenen oranda maliyete eklendiği bu yönteme markup fiyatlaması yöntemi de denilmektedir. Ortalama maliyet fiyatlaması yönteminde ise, kurumlar vergisinin tamamı maliyetlere sokularak tüketicilere yansıtılmaktadır. Kurumlar vergisinin tamamı maliyetler içinde yer aldığından, bu yöntem teoride tam maliyet fiyatlaması olarak da bilinmektedir. Bu ikinci fiyatlama yöntemine göre, kurumlar vergisinin tamamen yansıtılma olanağı bulunmaktadır. Uygulamada firmalar satış fiyatını belirlerken, genellikle kurumlar vergisini maliyetlerine belli bir kr marjı sağlayacak biçimde eklerler.
Kurumlar vergisinin ne kadarının tüketicilere yansıtılacağı ve ne kadarının firma üzerinde kalacağı,
doğrudan doğruya arz ve talep eğrilerinin esnekliklerine bağlı olmaktadır. Şöyle ki, arz ve talep esnekliklerinin
sıfıra yaklaştığı durumlarda, verginin tamamına yakın bir bölümü tüketicilere yansıtılırken, esnekliğin sonsuza
doğru yaklaştığı başka bir uç durumda verginin tamamı firma üzerinde kalmaktadır. Buradan zorunlu tüketim
malları üreten bir firma üzerine konulan kurumlar vergisinin tamamına yakın bir bölümünün tüketicilere
yansıtıldığı, buna karşın ikame olanağı yüksek olan bir mal üzerine konulan kurumlar vergisinin ise, firma
üzerinde kalacağı sonucuna varılmaktadır.

KurumIar Vergisinin Uzun Dönemde Yansıtılması



Kurumlar vergisinin uzun dönemde yansıtılmasının gelir dağılımı üzerindeki etkileri, iki farklı biçimde ortaya çıkmaktadır. Bunlardan birincisine göre, üretim faktörlerinin vergi yansıması süreci sonunda ulusal gelirden aldıkları paylar değiştiğinden, gelir dağılımı sermaye lehine ve tüketici aleyhine değişmektedir. Çünkü, kurumlar vergisinin yansıtılması sonucu, sermayenin vergi sonrası krlılık oranı reel anlamda artmaktadır. Buna karşın, yansıtılan kurumlar vergisinin malın fiyatı içinde ödenmesi nedeniyle, tüketiciden sermaye sahibine doğru bir tür gelir transferi gerçekleşmektedir.
Kurumlar vergisinin yansıtılmasına ilişkin ikinci durum ise, muafiyet ve istisnaların yaygın olarak uygulanmasından kaynaklanmakta, bu durumda kurumlar vergisinin yansıtılması nedeniyle, üretim faktörlerinin ulusal gelirden aldıkları paylar önemli ölçüde değişmektedir.

KurumIar Vergisinin Uzun Dönemde Yansıtılması



Böyle bir durumda, vergiye tabi bir firmanın krlılık oranı azalırken, vergiye tabi olmayan başka bir firmanın kArlılık oranı artacaktır. Bu nedenle gelir dağılımı ise, vergiye tabi olmayan kurumun ürettiği malı satın alan tüketiciler lehine değişecektir. Bu yüzden, gelişmiş ülkelerde üretim ve tüketim kooperatifleri kurumlar vergisine tabi tutulmayarak, ürettikleri zorunlu tüketim mallarını satın alan geniş bir tüketici kitlesinin reel gelir düzeyi yükseltilmektedir.

Kurumlar vergisinin yansıtılmasına ilişkin çok sayıdaki araştırma sonuçları, kurumlar vergisinin önemli ölçüde yansıtıldığını ortaya koymuştur. Teorik ve ampirik analizlerin sonuçlarına göre kurumlar vergisinin en az yarı yarıya yansıtılmakta olduğu ifade edilebilir. Tekelleşme olgusunun önemli olduğu ülkemizde ise kurumlar vergisinin tamamını yansıtma olanağı bulunmaktadır.

KurumIar Vergisinde Muafiyet ve İstisnalar



Kurumlar vergisi mükellefleri genellikle siyasal karar alma mekanizmasını kolayca etkileyen bir baskı grubunu oluşturdukları için, önemli ölçüde muafiyet ve istisnalardan yararlanarak vergi matrahını aşındırmaktadırlar. Bu durum ise, gelir dağılımını önemli ölçüde bozmaktadır. Son yıllarda kurumlar vergisi muafiyet ve istisnalarının giderek daha da kapsamlı bir biçimde arttırılması nedeniyle, günümüzde kurumlar vergisi sembolik bir vergi haline gelmiştir.

KURUMLAR VERGİSİNİN EKONOMİK İSTİKRAR ÜZERİNDEKİ ETKİSİ



Kurumlar vergisi genellikle düz oranla uygulandığından, marjinal ve ortalama vergi oranları birbirine eşittir. Bu nedenle, teorik olarak kurumlar vergisi uygulaması gelir ve ikame etkilerinin işlemesine yol açmaz. Kurumlar vergisinin bu özelliği nedeniyle, gelir vergisi uygulamasında olduğu gibi, otomatik istikrar sağlayıcı gücü de yoktur. Çünkü, düz oranlı kurumlar vergisi nedeniyle, kurum kazancı arttıkça mükellefin harcanabilir geliri artan oranlı tarife uygulandığı durumdaki gibi azalmamaktadır. Bu nedenle, kurum kazancı az ya da çok olan mükellef yönünden harcanabilir gelir, hep aynı oranda düşmektedir. Dolayısıyla, ekonomi genelinde efektif talep üzerinde kurumlar vergisinin gelir vergisi uygulamasında olduğu gibi azaltıcı bir etkisi olmadığı için bu verginin otomatik istikrarı sağlayıcı özelliği de yoktur.Ne var ki, ABD gibi bazı ülkelerde kurumlar vergisi artan oranlı tarifelerle uygulanmaktadır. Bu nedenle, bu ülkelerde kurumlar vergisinin otomatik istikrarı sağlayıcı gücü bulunmaktadır. Ancak, kurumlar vergisinin artan oranlı tarifesi gelir vergisi gibi dikleşmediği için, otomatik istikrarı sağlayıcı gücü gelir vergisine göre daha zayıftır.
Türkiye’de kurumlar vergisi oranının düşüklüğü, vergi istisna ve muafiyetlerinin kurum kazancının
yarısını geçmesi, kooperatiflerin yaygın olmaması, aile şirketlerinin yaygınlığı nedeniyle ortak
sayısının az olması gibi nedenlerle, kurumlar vergisinin otomatik istikrarı sağlamada rolünün
olmadığı ifade edilmektedir.



ÜNİTE - 12 –





TÜKETİM VERGİLERNİN EKONOMİK ÖZELLİKLERİ



Tüketim vergilerinin üretim-tüketim sürecisindeki yeri, matrahının saptanması, yönetsel özelikleri ve kamu ekonomisinin temel fonksiyonları yönünden bazı özellikleri şunlardır:
Tüketim vergileri kaynak ayırımı fonksiyonunu olumlu yönde etkilerken, gelir dağılımını
olumsuz yönde etkilemektedir. Bunun nedeni, düşük gelir
grubundaki ailelerin marjinal tüketim eğilimlerinin yüksek gelir
dilimindekilere göre yüksek olmasıdır.

Tüketim vergisinin gelir dağlımı üzerindeki bu olumsuz etkisi, vergi indirimi adıyla özellikle ABD’nde popüler olan bir yöntemle bir dereceye kadar giderilmeye çalışılmaktadır. Bu yönteme göre, düşük gelirliler için zorunlu sayılan
eğitim, sağlık, toplu taşımacılık ve temel gıda maddeleri için yapılan harcamaların vergisi gelir vergisinden indirilmektedir. Böylece, düşük gelir grubundaki ailelerin
refahlarını yükseltici nitelikteki: .can ar1ını.n (Pılşsı cıyl a reel t
Türkiye’de benzer yöntem ücretlilere ve emeklilere vergi iadesi adı altında uygulanmaktadır. Bu yöntem başarıyla uygulandığında, ayrıca gelir ve diğer vergilerinin kaçırılması olanağı da ortadan kaldırılmaktadır. Şöyle ki, vergi iadesine tabi olan harcamalar nedeniyle mal ve hizmet satanların gelirleri kolayca saptanabilmektedir. Çünkü, vergi iadesi için alınan faturalar, satıcıların gelirini belirlemede oto kontrolü sağlayıcı etkin bir araç olarak kullanılabilmektedir. Ne var ki, Türkiye uygulamasında harcamalar için alınan faturalar gerçek satışları yansıtmamaktadır. Bunun nedeni, alıcı ile satıcının katma değer vergisini ortadan kaldıracak biçimde satış fiyatı üzerinde anlaşmalarından kaynaklanmaktadır.

SATIŞ VERGİLERİ



Günümüzde satış vergileri perakende satış vergisi (ya da genel satış vergisi) ve özel tüketim vergileri adı altında uygulanmaktadır. Bu ayırımın nedeni, genel satış vergilerinin kaynak ayırımında etkinliği sağlaması, özel tüketim vergilerinin ise gelir dağılımı ve kaynak ayırımı fonksiyonları üzerinde düzeltici etkisinin olmasıdır.



Peakende Satış Vergisi



Üretimin en son aşamasında alınmasından dolayı, bu vergiye perakende satış vergisi denilmektedir.
Öte yandan, bütün mal ve hizmetleri kapsaması nedeniyle ise, genel satış vergisi adıyla da bilinmektedir. En yaygın uygulaması ABD’ndeki satış vergileridir. Perakende satış vergileri diğer tüketim vergilerine göre kamu ekonomisinin fonksiyonları üzerinde daha olumlu etkiler yaratır. Oranının, ortalama %5-6 gibi düşük olması nedeniyle, gelir dağılımı üzerindeki etkisi örneğin, bir katma değer vergisininki gibi olumsuz olmamakta, vergi kaçakçılığına yol açmamakta ve
vergiden kaçınma olaylarının azalmasına yol açmaktadır. Üretimin tek aşamasından alındığından, katma değer vergisi ve muamele vergilerinde olduğu gibi fiyatları yükseltici piramitleşme olgusuna da neden olmamaktadır.
ABD gibi federal yapıya sahip olan ülkelerde, eyalet satış vergisi adıyla uygulanan bu vergiler farklılaştırılmış oranlarla uygulanarak, ekonomik yönden daha zayıf durumdaki eyaletlerin kalkınmalarını teşvik edici bir rol oynamaktadır.

2el Tüketim Vergisi


Tüketim vergileri kaynak ayırımı fonksiyonu üzerindeki olumlu etkisini, dışsallıkların içselleştirilmesi amacıyla uygulanması durumunda göstermektedir. Örneğin, toplu taşımacılık hizmetlerinin yaratacağı dışsal ekonomileri içselleştirmek için, düşük oranlı bir akaryakıt tüketim vergisi uygulanabilmektedir. Buna karşın, aynı akaryakıt dış
fayda yaratmayan taşıma araçlarına daha yüksek oran uygulanarak satılmaktadır. Olumsuz dışsallık yayan ekonomik etkinlikler ise, yasaklayıcı nitelikli tüketim vergileriyle kontrol altına alınmaktadır.
Örneğin, çevreyi kirletenlere karşı kirlenmeyi önleyici vergiler uygulanır. Tüketim vergilerinin yasaklayıcı vergiler ve düzenleyici vergiler adıyla uygulanan türleriyle ise, istenmeyen ekonomik etkinlikler kolayca önlenebilmekte ya da sınırlandırılabilmektedir.


Tekel Ürünleri Vergileri



Tüketimi arttıkça topluma yaydığı olumsuz dışsallıkları da giderek artan sigara gibi tüketim malları üzerine konulan özel tüketim vergisiyle, bu tür malların tüketimi kontrol altına alınabilmektedir. Bu amaçla, özel tüketim vergisinin oranı, toplum için zararlı sayılan malın sosyal maliyetini özel maliyetine indirecek düzeyde saptanmalıdır. Örneğin, toplu yerlerde sigara içenler için konulacak verginin ya da cezanın, başkalarına yayılan olumsuz dışsallıkları içselleştirecek düzeyde saptanması gerekir. Böylece, olumsuz dışsallık yayan mal ve hizmetin üretim maliyeti yükseleceğinden, sonuçta üretim düzeyi düşürülmektedir.

Faydalanma Vergileri



Günümüzde kamu hizmetlerinden yararlanma karşılığında bireylerin ödedikleri bedeller vergilemenin fayda ilkesine uygun bir biçimde saptanmaktadır. Bu tür kamusal hizmetlerden yararlanma bedeli olarak alınan trafik, yargı, noter ve diploma harçları ile ruhsatiye ve lisans ücretleri bir tür faydalanma vergileri olarak düşünülebilir. Ancak, bu tür hizmetlerin marjinal maliyetinin vatandaşlardan alınan oldukça yüksek bedellerle karşılanmaya çalışılması, kamusal hizmetlerden eşit biçimde yararlanmayı önlemektedir. Öte yandan, mahkeme harçlarının yüksekliği nedeniyle, bir çok birey haklarını aramak için yargıya başvurmaktan vazgeçebilmektedirler. Bu nedenlerle, faydalanma bedeli olarak vatandaşlardan alınan bedellerin, devlete daha fazla vergi sağlaması amacına uygun olarak değil, fakat haklarını kullanmayı sınırlandırmayacak bir düzeyde saptanması gerekmektedir.
Özel tüketim vergisi kamu hizmetleri dışındaki bazı mal ve hizmetler için de ekonomik etkinliği sağlamaya olanak
verecek biçimde uygulanabilir. Bu tür bir uygulamaya ABD’nde uygulanan akaryakıt tüketim vergisi örnek olarak
gösterilebilir. Akaryakıt tüketim vergisi, sürücülerin otoyolları kullanmakla elde edeceği faydayı yansıtacak
biçimde saptanabilir. Bu vergilerin belli amaçlara ayrılması özelliği nedeniyle, otoyol giderleriyle akaryakıt
tüketim vergisi oranı arasında bir ilişki de kurulabilir. Böylece, sürücülerin otoyolları yıpratmalarının maliyeti
otoyolları kullanmayanlara yansıtılmamış olmaktadır.

Lüks Tüketim Vergileri



Lüks sayılan mal ve hizmetler üzerine konulan lüks tüketim vergisi genellikle gelir dağılımını iyileştirmek, lüks sayılan tüketimi yüksek oranlı tüketim vergileriyle önlemek ve devlete daha çok vergi geliri sağlama amaçlarıyla uygulanmaktadır. Ancak, hangi malların lüks mal ve hizmet sayılacağı ülkelere göre değişmektedir. Yaygın uygulamaya göre, paralı eğitim, yılda birden fazla yurtdışı seyahatleri, pahalı spor ve müzik aletleri, video kameralar, renkli TV, çok silindirli oto, yat ve villa gibi genellikle üst gelir grubu tarafından tüketilen mal ve hizmetler lüks mallar kategorisine girmektedir. Son yıllarda lüks tüketim vergileri özel tüketim vergileri grubunun yüksek oranların uygulandığı mal ve hizmetler kategorisine sokulmaktadır. Gelir dağılımı adaletini sağlamak amacıyla da, lüks mallar üzerine oldukça yüksek tüketim vergileri uygulanmaktadır. Ne var ki, bu tür mal ve hizmetleri tüketenler ürettikleri ya da sattıkları mal ve hizmetlerin fiyatı içinde ödedikleri lüks tüketim vergilerini kolayca yansıtabilmektedirler. Bu nedenle, lüks tüketim mallarının gerçek vergi yükünü diğer tüketiciler çekmektedir.
Lüks tüketim vergileri dolayısıyla, ülke kaynakları yabancı mal ve hizmetlerin satın alımına kolayca kanalize edilebileceğinden, önemli bir döviz kaybı ortaya çıkabilmektedir. Böylece, dış -, ödemeler bilançosu açığı da giderek artmaktadır. Bu açıklanan nedenlerle kaynak ayırımında etkinliğin sağlanabilmesi için lüks tüketim vergileri yerine lüks sayılan malların ithalinin Lüks tüketim vergilerinin yasaklanması gerekmektedir. Ancak, gümrük vergisini çoğu gelır dağılımını bozucu ülkeler arasında kaldıran nitelikteki anlaşmalar nedeniyle, mal ve hizmet tüketimi önlenememektedir.

BİREYSEL HARCAMA VERGİSİ



Daha önce incelenen gelir, kurumlar ve tüketim vergilerinin hepsi de, kaynak ayırımı ve gelir dağılımı üzerinde olumsuz etkiler yaratarak, etkinlikten ve adaletten sapılmasına yol açmaktadır. Bu nedenle, kamu ekonomisinin adil gelir dağılımı ve etkin kaynak ayırımı fonksiyonlarını birlikte ve olumlu yönde etkileyecek başka bir vergi türüne ihtiyaç duyulmaktadır. Bireysel harcama vergisi adlı bu vergi henüz yaygın olarak kullanılmamasına karşın, yine de teoride savunulmakta ve Birleşmiş Milletler tarafından, özellikle gelişmekte olan ülkelere önerilmektedir.
Bu verginin taraftarlarına göre bireysel harcama düzeyi arttıkça mükellefin ödeme gücü de aynı biçimde arttığından, bireysel harcama düzeyi ödeme gücünü yansıtan en iyi ölçüdür. Özel tüketim arttıkça tüketimin marjinal faydası giderek azalacağından aynen gelir vergisinde olduğu gibi, bireysel harcama vergisinin de artan oranlı tarifeye uygun bir biçimde vergilendirilmesi gerekmektedir. Bireysel harcama vergisinin muafiyet ve istisnaları bireysel gelir vergisinde olduğu gibi geniş kapsamlı olmadığından, marjinal fayda azalışı ile tüketim artışı arasında daha doğru bir ilişki kurulabilmektedir. Bu nedenle, bireysel harcama vergisi uygulamasıyla vergilemenin yatay ve dikey eşitlik ilkeleri daha kolay bir biçimde gerçekleşecektir. Öte yandan, bu verginin vergilendirilebilir matrahının diğer vergilere göre daha kolay bir biçimde saptanabilmesi ise, vergiden kaçınma ve vergi kaçakçılığını en az düzeye çekmektedir. Devlet Bireysel harcama vergisi aynı zamanda gelir vergisi uygulamasının da başarısını artıracaktır. Çünkü, bir mükellefin bireysel harcamaları aynı zamanda başka bir bireyin gelirini oluşturmaktadır. Böylece, gelir vergisinin matrahının gerçekçi bir biçimde saptanmasını önleyen denetim yetersizliği sorunu da kendiliğinden çözülebilmektedir. Bu nedenle, gelir vergisinin alternatifi olarak uygulamaya konulacak bir bireysel harcama vergisinin devlet gelirlerini artırıcı etkisi daha fazla olacaktır.

Harcama Vergisinin Uygulanmasına Yönelik Girişimler



Vergi kaçakçılığını kolayca önlemesi ve yatırımları teşvik edici özellikleri nedeniyle, harcama vergisi,
Birleşmiş Milletler tarafından geleceğin vergisi olarak görülmekte ve gelişmekte olan ülkelere önerilmektedir. Nicholas Kaldor’un (1 908-1986) “Bir Harcama Vergisi” (An Expanditure Tax) adlı çalışmasıyla giderek güncelleşen bu vergi hızlı kalkınma için gerekli birikime olanak vermesi nedeniyle, özellikle, gelişmekte olan ükelerin yakın ilgisini çekmiştir. Harcama vergisinin ilk uygulaması, Hindistan ve Seylan’da başlatılmış, ancak, iki yıl gibi kısa bir süre uygulandıktan sonra, her iki ülke de de başarısız sonuçlar alınmıştır. Bu uygulamaları değerlendiren çalışmalara göre, ülkelerin başarısızlıkları, verginin kendisinden değil, fakat, bozuk bürokratik ve siyasi yapıdan kaynaklanmıştır. Gerçekten, vergiye en çok direnci politikacı, işadamı ve bürokrat kesimi göstermiştir. Çünkü, bu vergi bireysel servet, bireysel gelir ve harcamayı tam olarak belirleme olanağı vermekte, böylece, vergi kaçırma olanakları minimize edilmektedir.



Harcama Vergisi Matrahının Hesaplanması



Gelir düzeyinin belli olduğu durumlarda bireysel harcama vergisinin matrahının bulunması oldukça kolaydır. Bu durumda, yıllık gelirden yıllık tasarruflar toplamı çıkarılarak, elde edilen fark bireysel harcama vergisinin matrahı olarak bulunur. Harcamaların artan oranlı tarifeye göre vergilendirilmesi nedeniyle, bireyler tasarruflarını gizlemeye gerek duymazlar. Mükelleflerin harcama vergisi yükünü düşürebilmek için tasarruflarını gizlememeleri ise, ülke çapında tasarrufları artırarak, yatırımların artırılması olanağını yaratmaktır.
Bireysel harcama vergisinin matrahının nasıl saptandığına ilişkin Kaldor’un aşağıda verdiği örnek oldukça açıklayıcıdır:



Bireysel harcama vergisinin bir üstünlüğü de, örneğin bireysel gelir vergisi uygulamasında matraha kolayca sokulamayan parasal olmayan gelir unsurlarının, bu verginin matrahına sokulabilmesinden kaynaklanır. Örneğin, evinde oturan, ev sahibinin evinin emsal kira bedeli harcama vergisinin matrahına sokularak, vergilemenin yatay ve dikey eşitlik ilkelerine kolayca işlerlik kazandırılabilmektedir.

KATMA DEĞER VERGİSİ



Katma değer vergisi, ilk kez Fransa’da uygulamaya konulmuş olup, sonraki yıllarda
Avrupa’daki çok sayıda ülke tarafından benimsenmiştir. Günümüzde ise, Avrupa
Birliğinin tipik bir tüketim vergisidir. Katma değer vergisi, ülkemizde 1985 yılında
uygulamaya konulmuştur. Katma değer vergisi, mal ve hizmetlerin üretiminin her bir aşamasında yaratılan katma değer üzerinden alınan bir vergidir. Bu nedenle, alternatif tüketim vergilerine göre, daha fazla gelir sağlamaktadır. Bir çok gelişmekte olan ülke bu özelliği nedeniyle katma değer vergisini uygulamaktadır.

Katma Değerin Saptanması



Katma değer, bir firmanın ara malı olarak satın aldığı girdilere kendisinin kattığı değerdir. Yani, bir firmanın üretimin belli bir aşamasında üretim faktörlerine ödediği maaş, ücret, kira, faiz, amortisman ve diğer girdilere ödediği bedel ile elde ettiği karın toplamıdır. Diğer bir ifadeyle, bir firmanın ürettiği mal ve hizmetlerin satış fiyatı ile üretim faktörleri arasındaki farktır. Bu biçimde hesaplanan katma değer, katma değer vergisinin matrahını oluşturmaktadır. Ancak, uygulamada üç tür katma değer vergisi matrahı temel alınmaktadır. Bunlar:
Türkiye’de ve Avrupa Birliği ülkelerinde katma değerin hesaplanmasında “vergi kredisi” yada mahsubu denilen bir yöntem kullanılır. Buna göre, brüt satışlar üzerinden hesaplanan vergiden ön muamele denilen bir önceki aşamadaki vergi çıkartılarak katma değer vergisi bulunmaktadır.

Katma Değer Vergisi Oranı



Katma değer vergisi ülkelerin ekonomik ve sosyal yapılarına bağlı olarak, farklı oranlarla uygulanmaktadır. Önemli bir gelir dağılımı sorunu olmayan zengin ülkeler genellikle yüksek oranlı tek bir katma değer vergisi oranı uygularlar. Örneğin, İskandinavya ülkelerinde katma değer vergisi bütün mal ve hizmetlere tek bir oran olan % 20 olarak uygulanmaktadır. İskandinavya ülkeleri dışında kalan Avrupa ülkelerinde ve Türkiye’de ise düşük, standart ve yüksek oranlı olmak üzere üç’lü bir tarife uygulanmaktadır.
Türkiye’de ise, katma değer vergisi %1, %8 ve %18 gibi üç ayrı oranla uygulanmaktadır. Ancak,Türkiye’de katma değer vergisi oranlarında yapılan önemli değişiklikler nedeniyle, vergilemede adalet ilkelerinden önemli sapmalara yol açılmıştır. Örneğin 1 sayılı listede yer alan temel ihraç ürünleri” gibi mal ve hizmetlerle “kullanılmış” olan steyşın vagon, yarış arabaları gibi yüksek gelir grubundaki mükelleflerin kullandıkları motorlu taşıtlar %1 oranında katma değer vergisine tabi tutulmuştur. Buna karşın, kreşlerde verilen eğitim hizmetleri ise, % 8 oranında katma değer vergisine tabi bulunmaktadır. Öte yandan, eğitim ve Sağlık gibi bir çok ülkede sıfır oranlı katma değer vergisine tabi tutulan hizmetler, ülkemizde % 18 gibi oldukça yüksek bir orandan katma değer vergisine tabi tutulmuştur.
Katma değer vergisinde düşük oran
uygulamasının temel amacı nedir?

TÜKETİM VERGİLERİNİN KAYNAK AYIRIMI ÜZERİNDEKİ ETKİSİ



Tüketim vergilerinin kaynak ayırımı üzerinde en önemli etkisi, mal ve hizmetler arasındaki nispi fiyat ilişkilerini değiştirerek ortaya çıkmaktadır. Tüketim vergilerinin kaynak ayırımı fonksiyonu üzerindeki bu olumsuz etkisi ise aşırı vergi yüküne yol açmasından kaynaklanmaktadır.

Aşırı Vergi Yükü



Aşırı vergı yuku bır tüketim vergısı nedenıyle bıreylerın refah duzeyınde ortaya çıkan azalış olarak tanımlanır. Aşırı vergi yükünün ortaya çıkması durumunda, üzerine vergi konulan malların fiyatı yükseleceğinden, tüketimi
düşecektir. Tüketim düzeyindeki azalışın refah düzeyi üzerindeki olumsuz etkisi aşırı vergi yükü ile ortaya çıkmaktadır. Aşırı vergi yükünün nasıl ortaya çıktığı ve kaynak ayırımında etkinliği nasıl bozmakta olduğu aşağıdaki şekil yardımıyla açıklanmaktadır.

Pareto Optimalitesi ve Aşırı Vergi Yükü



Bir tüketim vergisinin Pareto optimalitesi koşullarını bozarak,kaynak ayırım ında nasıl etkinsizliğe yol açtığı şu şekilde
açıklanabilir. Önceki şekilde, vergi sonrası ulaşılan yeni denge noktası olan Et de, kayıtsızlık eğrisinin ve bütçe doğrusunun eğimi aynı olup, ikisi de marjinal ikame oranına eşittir. Ancak, aynı
noktadan geçen dönüşüm eğrisinin eğimi (ya da marjinal dönüşüm oranı), vergi sonrası marjinal ikame oranından daha büyüktür. Vergi oranı arttıkça, marjinal ikame ve marjinal dönüşüm oranları arasındaki fark daha da artacağından, tüketim vergisinin kaynak ayırımını bozucu etkisi daha da önemli bir biçimde ortaya çıkacaktır.

TaIep Esnekliği


Tüketim vergisinin oranına ek olarak, söz konusu mal ve hizmetlerin arz ve talep esnekliklerinin büyüklüğü de, kaynak ayırımında etkinlikten farklı biçimlerde sapmalara yol açacaktır. Bu durumda, talep esnekliği ne kadar küçükse, verginin fiyat yükseltici ya da aşırı vergi yükünü ortaya çıkarıcı etkisi de o derece büyük olacaktır. Talebin esnek olmadığı durumlarda ise tüketim vergisindeki artış ile fiyat artışı aynı düzeyde gerçekleşecektir. Bu durumda, vergi nedeniyle devletin elde edeceği gelir düzeyi en fazla olacaktır.
Sizce, tüketim vergisi ile talep esnekliği arasındaki
ilişki bir ülke için hangi dönemlerde önem taşır?



TÜKETİM VERGİLERİNİN GELİR DAĞILIMI ÜZERiNDEKi ETKiSİ


Tüketim vergileri de gelir dağılımını olumsuz yönde etkilemektedir. Tüketim vergilerinin gelir dağılımı fonksiyonu üzerindeki olumsuz etkisi iki biçimde ortaya çıkmaktadır. Bunlardan birincisi vergi oranından kaynaklanmakta, ikincisi ise, bu verginin ileriye ve geriye doğru yansıtılması biçimlerinde ortaya çıkmaktadır. -

Vergi Oranının Olumsuz Etkisi


Bilindiği gibi tüketim vergileri düz oranla uygulandığından, düşük ve yüksek gelirli bireyler arasında herhangi bir ayırım yapmaz. Bu nedenle, ödedikleri tüketim vergileri her iki gelir grubunun gelirine oranlandığında, düşük gelirlilerin vergi yükünün yüksek gelirliye göre daha yüksek olduğu görülür. Bu ilişki nedeniyle, bir ülkede toplam vergi gelirleri içinde tüketim vergilerinin payının artmasına bağlı olarak gelir dağılımı adaletsizliği de o derece artmaktadır.
Böyle bir adaletsiz vergi yapısını düzeltmek amacıyla, gelişmiş ülkeler genellikle gelir ve kurumlar vergileri gibi dolaysız vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payını yükseltmeye çalışırlar. Tüketim vergilerinin düz oranlı uygulanmasının yol açtığı bu olumsuz durum, zorunlu tüketim harcamalarının tüketim vergisi gelir vergisinden düşülerek, bir dereceye kadar çözüme kavuşturulmaya çalışılmaktadır.

Tüketim Vergisinin Yansıtılması



Tüketim vergilerinin gelir dağılımı üzerindeki olumsuz etkisi, genellikle, yansıma mekanizmasıyla ortaya çıkmaktadır. Tüketim vergilerinin yansıtılmasının gelir dağılımı üzerindeki olumsuz etkileri üç ayrı durumda incelenebilir. Bunlar, tüketim vergisinin ileriye, geriye ve kısmen yansıtılması durumlarıdır.

Tüketim Vergisinin İleriye Yansıtılması


Tüketim vergilerinin ileriye yansıtılması, fiyat mekanizması aracılığıyla verginin tüketicilere aktarılmasıdır. Zorunlu tüketim malları üzerine konulan tüketim vergilerinin tamamı fiyat yükselişi biçiminde ileriye ya da tüketicilere yansıtılır. Tüketim vergisinin ileriye yansıtılması mekanizması aşağıdaki şekil yardımıyla açıklanmaktadır.

Tüketim Vergisinin Geriye Yansıtılması



Tüketim vergilerinin geriye yansıtılması, üretim faktörlerine ödenen maaş ve ücret veya hammaddeye ödenen fiyatın düşürülmesi yoluyla tüketim vergisinin üretim faktörlerine yansıtılmasıdır. Tüketim vergisinin tamamının geriye yansıtılması, bir önceki duruma benzer bir biçimde, arz eğrisinin esnekliğinin sıfır olması durumunda gerçekleşmektedir. Bu durum aşağıda verilen şekil yardımıyla açıklanmaktadır.

Tüketim Vergisinin Kısmen Yansıtılması



Tüketim vergisinin kısmen yansıtılması, arz ve talep koşullarına bağlı olarak, verginin bir kısmının tüketiciye aktarılması ve geriye kalan kısmının ise satıcı üzerinde kalmasıdır. Teorik olarak bir tüketim vergisinin tüketici ve üretici ya da satıcı arasında nasıl paylaşıldığı aşağıdaki şekil yardımıyla açıklanmaktadır.



ıel Tüketim Vergilerinin Yansıtılması



Popülist politikacıların önerdiği biçimde lüks tüketim malları üzerine konulan özel tüketim vergilerinin oranının arttırılması gelir dağılımını iyileştirmez. Çünkü, bu tür mal ve hizmetleri
tüketenler genellikle üretici ya da satıcı durumunda olduklarından, ödedikleri özel tüketim vergilerini kolayca başka tüketicilere yansıtabilmektedirler. Diğer yandan, bu vergilerin arttırılması sadece üst gelir grubundaki
mükelleflere o malı tüketme olanağı Sağlarken, aynı mal ve hizmetin orta ve düşük gelirliler tarafından, yüksek oranlı özel tüketim vergisi nedeniyle tüketimi önlenmektedir. Böylece, yüksek oranlı özel tüketim, lüks tüketim ve gümrük vergileri sadece gelir dağılımını bozmakla kalmaz, aynı zamanda kaynak ayırımında etkinliği de bozar.

TÜKETİM VERGİLERİNİN EKONOMİK İSTİKRAR ÜZERİNDEKİ ETKİSİ



Tüketim vergisi nedeniyle arz ve talep koşullarına bağlı olarak, mal ve hizmetlerin satış fiyatlarının yükselmesi istikrar fonksiyonunu olumsuz yönde etkilemektedir. Tüketim vergilerinin en önemli olumsuz etkisi fiyatlar genel düzeyinin yükselmesi biçiminde ortaya çıkmaktadır.
Örneğin, talep esnekliğinin sıfıra yaklaştığı durumlarda, özellikle zorunlu tüketim malları ve hizmetleri üzerine konulan bir vergi, kendisi kadar fiyatları yükselecektir. Ancak, elektrik ya da akaryakıt üzerine konulan bir tüketim vergisi zincirleme olarak diğer mal ve hizmetlerin fiyatlarını çoğu kez vergi oranından daha yüksek biçimde artıracaktır. Diğer
yandan, yüksek oranlı tüketim vergileri uluslararası rekabetin ülke aleyhine işlemesine yol açarak, ödemeler bilançosu dengesinin de bozulmasına neden olmaktadır.
Gelir dağılımını iyileştirmek ve devlete daha çok gelir sağlamak üzere özellikle üst gelir grubunun tükettiği lüks tüketim malları ve hizmetleri üzerine konulan bir vergi de fiyatları en az kendisi kadar artırmaktadır. Ancak, özel tüketim vergisiyle özellikle gelişmekte olan ülkelerde bu amaçlara ulaşma olanağı pek yoktur. Şöyle ki, verginin fiyat artırıcı etkisi ne olursa olsun, tüketimi pek kısıtlanamamaktadır. Ayrıca, bu tür malları ve hizmetleri tüketen üst gelir grubundaki mükelleflerin, ödedikleri yüksek oranlı vergileri fiyat mekanizması aracılığıyla, başkalarına yansıtmaları olanağı da bulunmaktadır. Bu nedenle, vergiyi mal ve hizmeti tüketen birey değil, sonuçta yansıma nedeniyle diğer tüketiciler ödeme zorunda kalırlar. Öte yandan, yüksek oranlı lüks tüketim vergi uygulamasıyla bir çok mal ve hizmetin yurt dışından sağlanması ya da ithalatı sözde haklı bir nedene dayandırılmış olur. Böylece, yerli üretime olan talep
düşeceğinden, dışarıya ödenen döviz miktarı daha da artarak, dış ödemeler bilançosunun olumsuz
etkilenmesine neden olunur. Ayrıca, çok aşamalı tüketim vergisi uygulayan ülkelerde vergi nedeniyle
fiyatlar genel düzeyinin vergi oranından fazla yükselmesi (piramitleşme) olgusu ile karşılaşılmaktadır. Bu nedenlerden dolayı, daha düşük oranlı bir katma değer vergisinin istikrar fonksiyonu Soru üzerinde daha olumlu etki yaratacağı söylenebilir.



ÜNİTE -13-




SERVET VERGİLERİ



Servet, günümüzde ödeme gücünün bir göstergesi olarak kabul edildiğinden, servet vergileri çağdaş vergileme sistemlerinde yaygın bir biçimde yer almaktadır. Uygulamada servet vergileri, ya bütün servet unsurlarının tamamını kapsayacak biçimde genel olarak, ya da bazı servet unsurlarını vergilendirecek biçimde spesifik olarak uygulanmaktadır. Servet vergileri günümüzde daha çok gelir dağılımını iyileştirmek ve diğer vergilerinin
etkinliğini sağlamak amacıyla uygulanmaktadır. Servet vergileri ayrıca makro ekonomik hedeflere ulaşabilmek için gerekli olan finansman fonunun sağlanması amacıyla da bazı ülkeler tarafından uygulamaya konulmuştur.
Servet vergilerinin oranı genellikle % 5’ten daha düşük oranlarda saptanmaktadır. Servet vergisinin, oranın düşük olması nedeniyle, toplam vergi gelirleri içindeki oranı %2-3 gibi oldukça düşüktür. Ancak, servet vergisinin vergi sisteminde otokontrolü sağlayıcı ve gelir dağılımını düzeltici etkisi oldukça önemlidir.



GeIişmiş Ülkelerde Servet Vergilerinin Özellikleri



Gelişmiş ülkelerde servet vergileri genellikle bireysel servet vergisi biçiminde
uygulanmaktadır. Gelişmekte olan ülkelerden ise, sadece Arjantin ve Hindistan geçici bir süre için servet vergilerini uygulamaya koymuş ancak, yapısal sorunlar nedeniyle bireysel harcama vergilerinde olduğu gibi başarılı olamamışlardır. İşletmelerin öz sermayeleri üzerinden alınan vergiye benzer bir vergi ise, geçen yıllarda kısa bir süre için ülkemizde net aktif vergisi olarak uygulanmış, ancak, gelişmiş ülkelerdeki başarıya ulaşılamamıştır. Aşağıda, çeşitli Avrupa ülkelerinde uygulanmış olan servet vergilerinin temel özellikleri incelenmektedir.

Servet Vergisinin Matrahı



Servet vergisi servetin bütün unsurları üzerinden alınmaktadır. Şöyle ki, ödeme gücünü sadece gelir ve tüketim düzeyi değil, fakat, ayrıca servet düzeyi de belirlemektedir. Bu nedenle, bireysel servet vergisinin bulunmadığı bir sistemde, ödeme gücü noksan olarak saptanmaktadır. Çünkü, bilimsel anlamda gelir, kapsamlı olarak ele alınmakta ve Henry Simon’un tanımına göre belli bir yıldaki tüketim artı net servetteki artış olarak formüle edilmektedir. Kapsamlı bir servet vergilemesi, Simon’un bu gelir tanımıyla ilişkilendirildiğinden, ödeme gücünü tam olarak belirlemektedir.

Gelir Dağılımını İyileştirici Özelliği



Gelir dağılımı, ulusal gelirin ve servetin toplum bireyleri arasında adil dağılımı olarak
tanımlanmaktadır. Bu nedenle, bir vergi
sisteminde sadece artan oranlı bireysel gelir vergisi ve yüksek oranlı lüks tüketim vergilerinin varlığı, gelir dağılımının iyileştirilmesi yönünden yeterli değildir. Şöyle ki, artan oranlı vergileme nedeniyle kaçakçılık olaylarının artması, teşvik politikaları ve üst gelir grubunun siyasi karar alma mekanizması üzerindeki etkinliği gibi nedenlerle devlete yeterli gelir sağlanamamaktadır, Öte yandan, lüks tüketim vergilerinin de kapsamının giderek daralması ve kolayca tüketicilere
yansıtılması gibi nedenlerle gelir dağılımı üzerindeki olumlu etkisi yok gibidir. Bu yüzden, devlet gelirleri yeterli olmayacağından, reel gelir dağılımı iyileştirilemeyecektir. Servet vergisinin gelir dağılımını iyileştirici etkisi ise, bu vergi nedeniyle devletin elde ettiği gelir nedeniyle değil, diğer vergilerin gelirini artırıcı etkisi nedeniyle ortaya çıkmaktadır.



Enflasyonu Önleyici Etkisi



Servet vergileri, gelir, tüketim ve kurumlar vergileri matrahlarının kapsamlı bir biçimde saptanmasına olanak vermesi nedeniyle, vergi Enflasyon gelirlerini artırabilmekte, böylece enflasyonla mücadelede etkinlik sağlanabilmektedir. Kamu gelirlerinin servet vergileri aracılığı ile artırılması hem enflasyonun önlenmesi hem de düşük gelir
gruplarının reel satın alma güçlerini yükselten sosyal hizmetlerin sunulması olanağını sağlamaktadır.

Adil Vergilemenin Gerçekleşmesi



Servet vergilemesi uygulamasıyla, gelir, kurumlar, sosyal güvenlik ve tüketim vergilerinin de kapsamlı bir biçimde vergilendirilmesi olanağı sağlanacağından, adil vergilemeye ilişkin ilkelere de işlerlik kazandırılabilecektir. Ayrıca, servet vergisinin uygulanmasıyla gelirin bütün unsurları kapsamlı vergi matrahının içine sokulabileceğinden, vergilemede yatay ve dikey eşitlik kolayca gerçekleşebilecektir.

Ekonomide Verimliliği Artırması



Bir servet vergisi uygulandığında, ekonomide servet unsurlarının atıl kalması sorunu kendiliğinden önlenmektedir. Çünkü, servet vergisi oranının uygun biçimde saptanmasıyla, çeşitli servet unsurlarının potansiyel gelir getirme olanağı da yaratılmış olmaktadır. Örneğin, yastık altında tutulan altın ve dövizin vergilendirilmesiyle, bu servet unsurlarının atıl
bırakılmadan ekonomiye kazandırılması sağlanmaktadır. Çünkü, atıl tutulduğu sürece servet unsurları vergi oranı kadar her yıl sermaye değerinde kayıpla karşılaşmaktadırlar. Bu nedenle, servetin sahibi, sermaye değerinde ortaya çıkacak olan bu kaybı önlemek için servet unsurlarını piyasa mekanizmasına sokacaktır.
Servet vergilemesiyle, atıl bırakılan kaynakların kolayca ekonomiye kazandırılarak, ödenecek vergiyi karşılayacak düzeyde gelir elde edilmesine potansiyel hasıla denir. Atıl tutulan servet unsurlarının ekonomiye kazandırılmasıyla,
yatırım harcamaları kolayca finanse edilebilir.

Kayıt Dışı Ekonomiyle Etkin Mücadele



Kapsamlı bir servet vergisi uygulandığında servet vergisi beyannamesinde, gelir, tüketim, sosyal güvenlik ve diğer bütün vergilerin özet beyannamesi de yer aldığından, vergiye tabi herhangi bir unsurun yer almaması düşünülemez. Bunun nedeni, bir verginin kaçırılmasıyla diğer vergilerin de kolayca kaçırılabilmesi olanağını ortadan kaldırmaktadır. Böylece, servet vergilemesiyle bir ekonomik etkinliğin kayıt dışı kalması olasılığı ortadan kaldırılmaktadır. Ayrıca, yasal olmayan ekonomik etkinlikler nedeniyle elde edilen gelirlerin de kapsamlı vergilemeye tabi olması nedeniyle, yer altı ekonomisi de kontrol altına alınabilmektedir.

Rüşvet ve Yolsuzlukların Önlenmesi



Kapsamlı vergileme, servet vergisinin oto kontrolü sağlayıcı etkisi nedeniyle, vergiye tabi her tür unsurun Beyannamede gösterilmesini gerektirmektedir. Böylece, rüşvet verenler ve rüşvet alanlar kolayca izlenebilmektedir. Bir ekonomide rüşvet ve yolsuzlukların artması, vergi mükelleflerini vergi borçlarını ödememeye teşvik etmekte ve yolsuzluk giderek artan boyutlara ulaştıkça da, vatandaşların devlete olan güveni giderek azalmaktadır.


Servet Vergisinin Uygulanması


Genel bir servet vergisinin matrahı saptanırken her tür servet unsuru tek bir global servet vergisi beyannamesinde toplanmaktadır. Bu nedenle her türlü varlıkların,
alacakların, gelir getiren ve getirmeyen her tür varlıkların, maddi ve maddi olmayan diğer servet unsurlarının bireysel servet vergisi matrahına sokulması gerekmektedir. Global matrah toplamından borçlar çıkarıldıktan sonra ise net servet vergisi matrahı elde edilmekte, bu toplamdan mükellef birimi başına bir konut, bir otomobil, mücevherat ve v.b. gibi diğer servet unsurları toplamı çıkarıldıktan sonra, vergilendirilebilir servet vergisi matrahı bulumaktadır. Mükellef birimi olarak, ortalama aile bireyleri sayısı temel alınmakta, ödenilecek servet vergisi ise vergilendirilebilir matrah ile servet vergisi oranı çarpılarak bulunmaktadır. Servet vergisinin oranı genellikle % 2.5 olarak uygulanır. Bazı ülkeler ise, oranı %1.5-5 arasında değişen artan oranlı bir servet vergisi tarifesi uygulamaktadırlar. Ancak, uygulamada herkes servet vergisinin mükellefi değildir. Servet vergisine tabi servet unsurlarının değerlendirilmesi diğer vergilere göre son derece kolaydır. Çünkü, genel servet vergisi global bir vergi olduğundan, servet unsurlarının değerlendirilmesinde, gelir, kurumlar ve tüketim vergilerinin hesaplanmasında temel alınan vergi beyannamelerindeki değerler alınmaktadır.

Potansiyel Hasıla Vergisi


Servet vergileri üzerine konuldukları servet unsurlarının atıl tutulmasını önlediğinden, kaynak ayırımı fonksiyonunu en olumlu biçimde etkileyen tek vergi türüdür. Ülkemizde, altın döviz, gayrimenkul ve benzeri çok sayıda servet unsurunun vergilendirilmemesi ya da yetersiz bir biçimde vergilendirilmesi nedeniyle, kaynak ayırımında etkinlikten önemli sapmalar ortaya çıkmakta, böylece, verimli yatırımları finanse edecek önemli bir kaynaktan yoksun kalınmaktadır.
Kaldor’un Türkiye için önerdiği “potansiyel hasıla vergisi” adlı bir servet vergisiyle, kaynak ayırımında etkinliği sağlayarak, kaynakların ölü yatırım alanlarından verimli yatırımlara kaydırılması olanağı bulunmaktadır. Potansiyel hasıla yaklaşımına göre, boş tutulan arsa ve bina gibi servet unsurlarının uygun bir biçimde vergilendirilmesiyle, bu tür servet unsurlarının potansiyel gelir getirici özellikleri nedeniyle, ekonomiye kazandırılması olanağı bulunmaktadır. Servetin potansiyel olarak bir gelir getirebilme olanağının varlığı nedeniyle, konulan bir servet vergisi
servet unsurlarını doğrudan doğruya ekonomiye kanalize edecektir. Servet unsurlarının atıl tutulmaması ise, kaynak ayırımında etkinliği kendiliğinden sağlayacaktır. Buna karşın, servetini atıl tutan bireyler ise, yansıtamadıkları vergiyi ödeme zorunda kalacaklardır. Böyle bir durumda ise, servet sahipleri servetlerinin aşınması durumuyla karşılaşarak, belli bir süre sonra servetlerinin tamamını vergi nedeniyle kaybedebileceklerdir.

Veraset ve İntikal Vergisi



Veraset ve intikal vergisi, karşılıksız olarak elde edilen ya da transfer edilen servetlerin vergilendirilmesini amaçlamaktadır. Bu verginin en önemli amacı, gelir dağılımı adaletsizliğinin vergileme yoluyla ortadan kaldırılmasıdır. Yani, miras yasalarıyla servet unsurları, yüksek artan oranlı vergilerle vergilendirilerek gelir dağılımı iyileştirilmek istenmektedir. Bu amaçla örneğin, uygulamada, ölen kimse ile akrabalık ilişkisi zayıfladıkça verginin oranı yükseltilmekte, en yakın akrabalara ise, artan oranlı tarife daha düşük oranlarla uygulanmaktadır.
Ancak Türk vergi sisteminde, özellikle 1980’li yıllarda yapılan değişiklikler sonucu, veraset ve intikal vergisinin gelir dağılımını iyileştirici ve kaynak ayırımında etkinliği sağlayıcı etkisi son derece azalmıştır.

Emlak Vergisi



Emlağın mülkiyet geliri üzerine konulan emlak vergisi, bina ve arazinin yıllık değerleri üzerinden alınmakta ve bir servet vergisi olması nedeniyle oranı da oldukça düşük düzeyde saptanmaktadır. Bunun nedeni, konut sahibi olan çok sayıda ailelerin büyük bir bölümünün yoksul olmalarıyla ilgili bulunmaktadır. Emlak vergileri, gelir dağılımını iyileştirici özelliğine karşın, emlak sahibinin sabit gelirli ve alt gelir grubunda bulunan bir mükellef olması durumunda önemli sosyal sorunlara yol açabilmektedir. Bu durumda, özellikle, kendi evinde oturan emeklilerin emlak vergisinden bağışık tutulması ya da düşük gelirlilerin daha düşük gelir vergisi ödemelerinin sağlanmasıyla sosyal sorunlara çözüm getirilmektedir. Buna karşın emlak vergisinin bütün vergi mükelleflerine aynı oranla uygulanması ise, vergilemenin yatay ve dikey eşitlik ilkelerinden sapılmasına yol açmakta, böylece, özellikle spekülatif amaçla emlak satın alanlar lehine gelir dağılımı bozulmaktadır. Bu tür sorunlar bireysel servet vergisinin uygulanmasıyla bir dereceye kadar çözüme kavuştu bulabilmektedir.

Türkiye’de uzun yıllardır emlak vergisi matrahının gerçekçi bir biçimde saptanmadığı görülmektedir. Özellikle, geçmiş yıllarda yüksek enflasyon oranına karşın, 5’er yıl boyunca geçerli olan ve mükellefin istediği biçimde matrahını saptadığı beyannameler üzerinden emlak vergisi uygulanmıştır. Böylece, devlet ve yerel yönetimler önemli gelir kaybıyla karşılaşmışlardır. Son yıllarda ise, emlak vergisinin matrahının saptanmasında enflasyon oranı göz önünde bulundurularak, bu yıl ödenecek olan emlak vergisi, geçen yıl ödenen emlak vergisinin belli bir katsayı ile çarpılması sonucunda bulunmaktadır.
Gelişmiş ülkelerde, özellikle düşük gelirli emeklilerin ekonomik durumlarını iyileştirmek amacıyla, sahibi olduğu evinde
oturması koşuluyla vergiden muaf tutulmaları biçimde bir uygulama geliştirilmiştir. Ekonomik risklere karşı bir tür sigorta olarak böyle bir politika ile yoksullukla mücadele edilmeye çalışılmaktadır. Benzer politika son yıllarda Türkiye’de de uygulamaya konulmuştur. Ancak, uygulamada çok değerli bir konutu olan emekli ile, daha değersiz bir
konutta oturan emekli arasında, yatay ve dikey eşitlik ilkeleri yönünden herhangi bir ayırım yapılmamaktadır.

Türkiye’de Uygulanan Servet Vergileri



Batı ülkelerinde uygulanan biçimde ve gerçek anlamda bir servet vergisi Türkiye’de uygulamaya konulamamıştır. Bu konuda politikacıların servet vergilemesinin sosyalist ülkelere özgü bir vergi türü olduğu yönünde kamuoyunu koşullandırmalarının önemli rolü olmuştur. Ne var ki, sosyalist ülkelerin hiçbirinde bireylerin servet sahibi olmaları söz konusu olmadığından servet vergisi uygulanmamıştır.
Türkiye’de ise, genel bir servet vergisinin uygulanmaması nedeniyle vergi gelirleri yeterli ölçüde toplanamamıştır. Yeterli vergi geliri toplanamadığından ekonomik ve sosyal alt yapı da oluşturulamamıştır. Şöyle ki Türkiye’de vergi oranları ile gelişmiş ülkelerde geçerli olan oranlar arasında fazla bir fark olmadığı halde, ülkemizde toplanması gereken vergi gelirlerinin yarısından daha azı toplanabilmektedir. Türk vergi sisteminde oto kontrolü sağlayacak türde bir servet vergisinin uygulanmaması böyle bir çarpık yapıyı oluşturmaktadır. Gelişmiş ülkelerde % 1 ile % 5 arasında değişen servet vergisinin toplam vergi gelirleri içindeki payı % 3 gibi önemsiz bir büyüklükte olmasına karşın, vergi sisteminin etkinliğini büyük oranda artırmaktadır. Buna karşın, Türkiye’de servet vergisinin toplam vergi gelirleri içindeki payı % 0.2 kadardır. Öte yandan, Türkiye’de uygulanmakta olan sözde servet vergilerinin gelir, tüketim ve diğer vergilerle ilişkilendirilmemesi nedeniyle oto kontrolü sağlayıcı etkisi de yok gibidir.

Türkiye’de Uygulanan Servet Vergileri



Türkiye’de servet vergisi kapsamına veraset ve intikal vergisi, motorlu kara taşıtları vergisi, taşıt alım vergisi ve emlak vergisi gibi vergi türleri girmektedir. Bunlardan motorlu kara taşıtları ve taşıt alım vergisi bir tür özel tüketim vergisi özelliği taşıdığından, gerçek anlamda bir servet vergisi sayılmamaktadır. Çünkü, bu tür vergilerin gelir, tüketim ve diğer önemli vergilerin matrahları ile ilişkisi olmadığından, oto kontrolü sağlayıcı etkisi yok gibidir. Emlak vergisi uygulamalarındaki çarpıklıklar ile veraset ve intikal vergilerinin vergi matrahını ortadan kaldırıcı nitelikteki istisnaları nedeniyle, toplam vergi içindeki katkıları son derece yetersizdir.
Ülkemizde 1994 yılında geçici bir süre uygulanan
net aktif vergisinin sakıncaları neler olmuştur?



SERVET VERGİLERİNİN EKONOMİK ETKİLERİ


Genel bir servet vergisi gelir dağılımı adaletini ve kaynak ayırımı etkinliğini sağlayarak, kamu ekonomisinin iki temel fonksiyonunu olumlu yönde etkileyen tek vergidir. Uygun bir oranda ve etkin bir biçimde uygulanacak servet vergileriyle gelir dağılımı adaletsizliği önemli ölçüde iyileştirilebilmektedir. Diğer yandan, Kaldor’un önerdiği potansiyel hasıla vergisi ile spekülasyon yapmak amacıyla atıl tutulan birçok servet unsuru kaynak ayırımında etkinliği sağlayabilecek şekilde ekonomiye kazandırılmaktadır. Kamu ekonomisinin çağdaş yorumuna göre, bu iki fonksiyon yerine getirilmedikçe istikrar fonksiyonundan sapmalar önlenemez. Bu nedenle, uygulanan bir genel servet vergisinin ekonomi genelinde istikrarı sağlayacak tek bir vergi olduğu söylenebilir.
Servet
Vergisi Genel bir servet vergisi niçin ekonominin genelinde
istikrarı sağlayacak tek vergi olarak görülmektedir?
Ekonomik Refah

SOSYAL GÜVENLİK VERGİLERİ


Bireylerin karşılaştıkları işsizlik, emeklilik, güçsüzlük ve hastalık gibi sosyal riskleri karşılamak amacıyla sosyal güvenlik kuruluşları tarafından sunulan hizmetler sosyal güvenlik vergileriyle finanse edilmektedir. Sosyal güvenlik hizmetlerinin, bir tür
kamusal mal sayılması nedeniyle, gelişmiş ülkelerde oldukça kapsamlı bir biçimde sunulduğu görülmektedir.
Uygulamada, sosyal güvenlik hizmetleri, çalışanların ödedikleri primler, işverenin katkı payları ve devletin ödediği katkıların oluşturduğu sosyal güvenlik fonundan finanse edilmektedir. Çalışanların maaş ve ücretlerinden kesilen primlerin oranı ile işverenin ödediği katkı payının oranı genellikle aynıdır. işveren durumunda olduğu zaman devlet de, firmalar gibi sosyal güvenlik fonuna katılmaktadır. Ancak devlet, ayrıca, sosyal güvenlik hizmetleri kapsamında sunulan sosyal yardımların finansmanına da genel bütçeden yaptığı transferlerle katılmaktadır.


SOSYAL GÜVENLİK VERGİLERİ



Öte yandan, emeklilik yaşı ile ülkedeki ortalama ömür süresi arasındaki ilişki göz ardı edildiğinde, birçok çalışanın
emeklilik haklarını kullanmadan öldüğü durumlarda, fayda ilkesinden sapılmış olunmaktadır. Bu sorun, bireyin bakmakla yükümlü olduğu kimselere sağlanan sosyal güvenlik ödentileriyle çözüme kavuşturulmaktadır. İşveren tarafından ödenilen sosyal sigorta vergisi ise, ödeme gücü ilkesine uygun olarak alınmakta olup, genellikle işsizlik sigortasının finansmanı amacıyla kullanılmaktadır. Sosyal güvenlik vergileri katkı paylarının toplam vergi gelirleri içindeki oranı yönünden yapılacak bir karşılaştırma ise, ülkemizin Avrupa Birliği ülkelerine göre, oldukça geride olduğunu göstermektedir. Sosyal güvenlik vergileri katkı paylarının ulusal gelire oranı 15 Avrupa Birliği ülkesinde yaklışık % 10 dolaylarında istikrar kazanmıştır. Buna karşın, ülkemizde bu oran 2000’li yıllarda ancak 5.6 düzeyine yükselmiştir. Avrupa Birliği’nde ve Türkiye’de sosyal güvenlik sisteminin finansmanı yönünden bir karşılaştırma yapıldığında, ülkemizin bugünkü durumunun gelişmiş ülkelerin 1960’lı yıllardaki düzeyine bile erişemediği görülmektedir.


SOSYAL GÜVENLİK VERGİLERİNİN EKONOMİK ETKİLERİ



Sosyal güvenlik vergilerinin gelir dağılımı, kaynak ayırımı ve istikrar fonksiyonları üzerinde etkileri söz konusudur.


Sosyal Güvenlik Vergilerin in Yansıtılması



Sosyal güvenlik vergisine tabi olanlar yönünden, vergilendirilecek matrah için bir tavan konulmadığı durumlarda gelir dağılımı önemli ölçüde bozulmaktadır. Çünkü, bu durumda, yüksek maaş ve ücret geliri elde edenlerin gelirinin tamamı sosyal güvenlik vergisine tabi olacağından, devlet aracılığıyla düşük gelir grubundaki çalışanların vergi yükü, reel anlamda yüksek gelir elde eden maaş ve ücret geliri elde edenlere yansıtılmış olmaktadır. Ülkemizde sosyal güvenlik gelirinin vergiye tabi matrahı yönünden herhangi bir sınırlandırma olmadığından, vergilemede adalet yönünden önemli sakıncalar ortaya çıkmaktadır. Gelişmiş ülkelerde bu dengesizliği önlemek için devlet sosyal güvenlik sistemini önemli ölçüde finanse etmektedir. Çalışanların medeni durumlarındaki farklılıklar da sosyal güvenlik vergilerinin gelir dağılımını bozmasına yol açar.
Diğer yandan, ülkemizde uygulandığı gibi, birbirinden farklı nitelikte ve kalitede sosyal güvenlik hizmeti sunan kurumların varlığı da, üyeleri arasında gelir dağılımı yönünden aynı aidatı ödeseler bile, farklı etkiler yaratmaktadır.
Sosyal güvenlik vergilerinin işverenler tarafından kolayca yansıtılabilmesine karşın, işgörenler
veya çalışanlar tarafından yansıtılabilmeleri, ancak, çok özel koşullar altında ve sınırlı bir biçimde gerçekleşmektedir. Bu yüzden, aşağıda, verginin yansıtılması konusu işverenler ve iş görenler yönünden ayrı ayrı ele alınmaktadır.

İşverenlerin Yansıtması Durumu



işverenler ödedikleri sosyal güvenlik vergilerini ileriye ve geriye doğru kolayca yansıtabilirler. Sosyal güvenlik vergilerinin ileriye doğru kolayca yansıtılması, verginin bir maliyet unsuru olarak fiyatlar içinde tüketicilere aktarılmasıdır. işverenlerin vergiyi ileriye doğru yansıtabilmeleri için arz eğrisinin esnek olmaması gerekir. Arz eğrisinin esnekliği sıfır olduğunda, verginin tamamı tüketicilere yansıtılabilmektedir. Ancak, üretilen malın ikame olanaklarının artması ya da talep eğrisinin giderek daha esnek olması durumunda, verginin önemli bir bölümü üretici ya da satıcı üzerinde yerleşmektedir. Arz ve talep esnekliklerinin verginin ileriye yansıtılmasına olanak vermediği durumlarda ise, işveren ödediği sosyal güvenlik vergisini kolayca geriye ya da üretim faktörlerine yansıtabilir. Verginin geriye doğru yansıtılması ise, genellikle hammadde satanlara düşük fiyat ödeyerek ya da memur ve işçilerin maaşları azaltılarak gerçekleştirilmektedir. Verginin yansıtılması bazen verginin transformasyonu biçiminde de ortaya çıkabilmektedir. Sosyal güvenlik vergilerinin geriye doğru yansıtılması, üretilen mal ve hizmetlerin arz ve talep esneklikleri ile işgücü arz eğrisinin esnekliğine bağlı olarak değişebilmektedir.

Yörenin Yansıtması Durumu


Sosyal güvenlik vergilerinin çalışanlar tarafından yansıtılması son derece güçtür. Ancak, emek arz eğrisinin kısmen esnek olduğu durumda, verginin bir kısmı işverene yansıtılabilmektedir. Aşağıda her iki durum da açıklanmaktadır.
Emek-Arz eğrisinin esnek olmadığı durum
Emek-Arz eğrisinin kısmen esnek olduğu

ÜNİTE -14-




TAM KAMUSAL MALLARIN VERGİ İLE FİNANSMANI




Tam kamusal mallarda toplumsal tercihler oylama yöntemleriyle açı klan ir. Böylece, toplumların benimsedikleri siyasal yönetim biçimi, oylama yöntemleri ve seçmenlerin bilinçli olup olmamaları gibi faktörler tam kamusal
mallara olan tercihleri belirlemektedir. Örneğin, sosyal demokrat partilerle yönetilen ülkelerde
tam kamusal mal sayılan hizmetler daha D S kapsamlı bir biçimde sunulurken, sağ parti a yönetimlerinin geçerli olduğu ülkelerde bu hizmetler daha az üretilmekte, ayrıca ES özelleştirmelere ve serbestleştirmelere tabi tutulmaktadır. Tam kamusal mallar açısından, etkin vergi fiyatının nasıl belirleneceği aşağıda açıklanmaktadır.

YARI KAMUSAL MALLARDA VERGİ VE FİYATLAMA POLİTİKALARI



Yarı kamusal malların özel fayda sağlayan nitelikleri de bulunmaktadır. Bu nedenle, daha tutarlı bir fiyatlama politikasının saptanmasına ilişkin olarak, aşağıdaki model uygulanmaktadır.
Örneğin, devlet üniversitesinin sunduğu eğitim ya da devlet hastanesinin sunduğu sağlık hizmetlerinde olduğu gibi, ilgili öğrencilere ve hastalara sağlanan içsel fayda yanında ayrıca topluma da dışsal faydalar yayılmaktadır. Bu nedenle, uygun fiyatlama politikası her iki faydayı da göz önünde bulunduracak biçimde saptanmalıdır. Yandaki şekillerin ilkinde öğrencilerin elde ettikleri özel fayda; ikincisinde eğitim hizmetlerden başkalarına yayılan faydalar ya da dışsal fayda, üçüncüsünde ise, eğitimin bütün topluma yaydığı toplam faydanın bedeli gösterilmektedir.

DIŞSAL EKONOMİ YAYAN ÖZEL MALLARDA FİYATLAMA



Günümüzde tam rekabet koşulları yerine aksak rekabet koşulları geçerli olduğundan, dışsallıklar da büyük boyutlara ulaşmıştır. Bu yüzden devletin olumlu dışsallıkları teşvik ederek ve olumsuz dışsallıkları önleyerek ya da sınırlandırarak, toplum refahındaki düşmeyi önlemesi gerekir. Böylece devletin, kaynak ayırımında etkinlik sağlamak amacıyla piyasa ekonomisine karışarak, dışsallık durumunda uygulanacak fiyatlama politikalarını nasıl uyguladığı olumsuz ve olumlu dışsal ekonomiler yönünden ele alınabilir.

Olumsuz Dışsal Ekonomiler İçin Fiyatlama Politikası


Günümüzde artan endüstrileşme ve küreselleşme olgusuna paralel olarak, çoğu özel malın üretimi ve tüketimi sırasında yoğun miktarda dışsal ekonomi ortaya çıkmaktadır. Fabrikaların çevreye yaydıkları hava ve su kirliliği, gürültü ve diğer olumsuzluklar toplum yaşamını tehdit etmektedir. Bu olumsuzlukları giderecek biçimde devlet, aşağıdaki şekilde gösterildiği gibi, dışsal ekonomileri kontrol altına almaya yönelik bir fiyatlama politikası uygulayarak, olumsuz dışsal ekonomileri içselleştirmektedir.
Olumlu Dışsal Ekonomiler için Fiyatlama Politikası
Olumlu dışsal ekonomilerin ortaya çıktığı durumda ise, ekonomik etkinlik toplum için gerekli olan düzeyin altında üretime yol açarak, kaynak ayırımında etkinsizliğe neden olmaktadır. Bu durum aşağıdaki şekil yardımıyla açıklanabilir.

YARI ÖZEL MALLARDA FİYATLAMA YÖNTEMLERİ



Günümüzde devlet özel faydası sosyal faydasından daha yüksek olan birçok ekonomik faaliyette bulunmaktadır. Bunların başında tekel, doğal tekel ve diğer üretim biçimleri gelir. Devlet genellikle kaynak ayırımında etkinliği sağlamak amacıyla, bu tür etkinliklerde bulunarak, optimal üretim ve fiyat düzeyini belirlemektedir. Yarı özel mallarda kullanılan fiyatlama yöntemleri; monopolcü fiyatlama, marjinal maliyet fiyatlaması, ortalama maliyet fiyatlaması, zirve talep fiyatlaması ve ikinci en iyi fiyatlama yöntemleridir.


Monopol Fiyatlaması


Günümüzde devlet piyasa ekonomisindeki monopolcü eğilimleri kontrol ederek, kaynak ayırımı fonksiyonunu bozucu fiyatlama ve üretime yönelik etkinlikleri yasaklamaktadır. Devletin monopolcü fiyatlama politikası uyguladığı mal ve hizmetlerin başında, toplum için zararlı sayılan mallar gelir. Aşağıdaki şekilde, örneğin, aşırı içki tüketiminin işgücünün prodüktivitesini azalttığı ya da toplumsal suç oranını artırdığı düşünülerek uygulanacak olan fiyatlama politikasının ilkeleri açıklanmaktadır.
Fiyat
Maliyet

Marjinal Maliyet Fiyatlaması Fiyat



Marjinal maliyet fiyatlaması genellikle azalan maliyet koşullarının geçerli olduğu durumlarda (doğal tekel), kolayca pazarlanabilen ve önemli düzeyde dışsal ekonomiler yayan kamusal mal ve hizmetler için uygulandığında son derece etkilidir. Bu fiyatlama genellikle toplu taşımacılık, yüksek öğrenim, sağlık hizmetleri ve benzeri yoğun dışsal ekonomi yayan mal ve E hizmetler için geçerli olmaktadır. Azalan maliyet koşullarının geçerli olduğu Miktar durumda, üretim miktarı artarken, marjinal maliyet hızla düşmektedir. Marjinal maliyetin düşmesine bağlı olarak, ortalama maliyet de düşeceğinden, üretimi artırmaya devam edilmelidir. Bunun nedeni, üretim arttıkça içsel ve dışsai ekonomilerden yararlanma olanağının ortaya çıkmasıdır. Öte yandan üretim arttıkça, üretim faktörlerinin tam kapasitede kullanımı da gerçekleşmektedir. Ancak, üretim daha da arttıkça, üretim faktörleri bu kez sınırlı kapasite bölgesinde kullanıldığı için, marjinal maliyet giderek yükselmeye başlar. Bu yükseliş ortalama maliyetleri de etkileyeceğinden, belli bir noktadan sonra üretimin arttırılması kaynak ayırımında etkinliği bozacaktır. Doğal tekel konumunda olan kamu birimlerinin uygulayabileceği bu fiyatlama yöntemi yukarıdaki şekilde açıklanmaktadır.

Ortalama Maliyet Fiyatlaması



Sabit ve değişken maliyetlerin birbirinden bağımsız olduğu, ya da hizmetin sıfır marjinal maliyetle üretildiği özel durumlarda, marjinal maliyet fiyatlamasını uygulama olanağı pek bulunmamaktadır. Dolayısıyla, değişir ve değişmez giderler birbirinden bağımsız biçimlerde ortaya çıktığında, etkin çözüm ortalama maliyet fiyatlaması yöntemi olmalıdır. Böyle bir fiyatlama politikasının nasıl uygulandığı aşağıdaki şekil yardımıyla açıklanmaktadır.

ÇokIu Tarifeler


Marjinal maliyet fiyatlamasının başarılı bir biçimde uygulanması, genellikle, çoklu tarifelerle gerçekleştirilmektedir. Böylece, ortalama ve marjinal maliyet fiyatlaması birlikte uygulanma olanağı kazanır. Örneğin ikili tarifeler biçiminde uygulanan bir fiyatlama yöntemine göre, sabit giderler ortalama maliyeti, değişir giderler ise marjinal maliyeti yansıtacak biçimde uygulanabilmektedir. Telefon hizmetlerinin fiyatlandırılması, genellikle, bu tür bir ikili tarife ile gerçekleşmektedir. Örneğin, birinci tarife, telefon hizmetlerinin yıllık genel giderlerini yansıtan abonman ücreti
biçiminde uygulanırken, ikinci tarife konuşma maliyetlerini yansıtan bir biçimde uygulanmaktadır. Çoklu tarifelerin uygulanmasıyla, kamu kuruluşlarının yatırımları ve hizmet arzına ilişkin kararlar tutarlı bir biçimde alınabilmektedir.


Çoklu tarifeler elektrik, havagazı, su ve taşımacılık gibi çoğu belediye hizmetlerinde başarılı bir biçimde uygulanmaktadır. Bu uygulamalarla tüketim miktarına bağlı olarak uygulanan fiyat farklılaştırması yoluyla, talep yetersizliğinden kaynaklanan sorunlar kolayca çözüme kavuşturulabilmektedir. Bu tür sorunların çözümünde, tüketici artığını maksimize edici çoklu tarifeler uygulamaya konulabilir. Ancak, tüketici artığını maksimize eden bir fiyatlama politikasının başarıyla uygulanabilmesi için uygun talep koşullarında fiyat farklılaştırılmasına gidilmelidir. Özellikle, ortalama maliyet eğrisinin talep (yada ortalama gelir) eğrisinin altında seyrettiği koşullarda fiyat farklılaştırılması uygulamaya konulmalıdır. İkinci koşul ise, çeşitli tüketici gruplarının talep esnekliklerinin de birbirinden farklı olması gereğidir. Fiyat farklılaştırılması genellikle ulaşım sektöründe başarıyla uygulanabilmektedir.
Talebi esnek olmayan olan zorunlu tüketim mal ve hizmetlerinin fiyatlandırılması sırasında çoklu tarifeler genellikle gelir dağılımını iyileştirecek biçimde uygulanabilmektedir

Zirve Talep Fiyatlaması


Bazı yarı özel mal ve hizmetlere olan talebin zaman içinde değişmesi durumlarında, daha önce ele alınan fiyatlama yöntemleriyle kaynak ayırımında etkinlik sağlanamamaktadır. Bu yüzden, hizmete olan talebin zaman içinde önemli düzeyde değişmesi durumlarında zirve talep fiyatlaması uygulanarak, kaynak ayırımı sorunları çözümlenir. Örneğin,
gündüz saatlerinde resmi daireler açık olduğundan telefon görüşmeleri daha pahalı, talebin düşük olduğu gece saatlerinde ise, daha düşük olarak saptanmaktadır. Uygulamada, zirve talep fiyatlaması kapasitenin sabit olması ve değişmesi durumlarında farklı biçimlerde saptanır. Durumlar ayrı ayrı ele alın maktadır.

Kapasitenin Sabit Olması Durumu


Zirve talep fiyatlamasında, talebin zaman için değişmesi nedeniyle, sabit kapasiteyle sunulan hizmetler için, düşük talep durumunda düşük fiyat ve yüksek talep durumunda ise, daha yüksek bir fiyat politikası uygulanmaktadır. Böylece talebin zaman içinde önemli miktarda değişmesinin kaynak ayırımı üzerinde yaratacağı olumsuzluk giderilmektedir. Kapasitenin sabit olması durumunda zirve talep fiyatlaması yönteminin uygulanması aşağıdaki şekil yardımıyla açıklanmaktadır.

Kapasitenin Değişebilmesi Durumu


Yarı özel bir mal ve hizmete olan talebin zaman içinde değişmesine paralel olarak, kapasitenin de değiştirilmesi olanağı varsa, bu durumda zirve talebi fiyatını uygulayarak kaynak ayırımında etkinliğin sağlanması olanağı pek yoktur. Bu durum tıkanıklığın olmadığı bir otoyol kullanımı yönünden aşağıdaki şekil yardımıyla açıklanabilir.


Sürücülerin otoyolu kullanım süresi



D ya da kat ettikleri yol uzunluğu D21, taleplerinin yoğunluğunu D göstermektedir. Örneğe göre, kapasitenin değişebilmesini, otoyol kullanımı sırasında tıkanıklık olmaması durumu olarak Miktarı gösterebiliriz.

İkinci En İyi Fiyatlama


Birbirinin yerine ikame edilebilen mal ve hizmetler ile birbirinin tamamlayıcısı olan mal ve hizmetler için, şimdiye kadar anlatılan fiyatlama yöntemleri pek etkili olmamaktadır. Bu iki durumda, ikinci en iyi fiyatlama yöntemi uygulanarak kaynak ayırımında etkinlik Sağlanabilmektedir. ikame mallardan birisinin fiyatı marjinal maliyetinin üstünde saptanmışsa, ikame edilen malın fiyatı da marjinal maliyetinin üzerinde saptanmalıdır. Bu ilkeye uyulmazsa bazı sorunlar ortaya çıkacaktır. Birbiriyle ikame edilebilir iki maldan birinde fiyat>marjinal maliyet iken,
diğerinde fiyat<marjinal maliyet ise, nasıl bir sorun ortaya çıkar?



UYGUN VERGİ VE FİYAT POLİTİKASININ SEÇİMİ



En etkin vergi ve fiyat politikalarının seçimi sırasında şu koşullar göz önünde bulundurmalıdır
Vergi politikası yöntemlerinin kullanılabilmesi için
Kamusal mal ve hizmetlerin tüketimiyle ilgili olarak, yoğun olarak dışsallıkların ortaya çıkması gerekmektedir. Özellikle, yoğun biçimde ortaya çıkan olumsuz dışsallıklar durumunda, vergi politikası yöntemleri oldukça başarılı olup, bu durumlarda fiyat politikası yöntemleri uygulamaya konulmamalıdır. Mal ve hizmetlere olan talep oldukça esnek olmalıdır. Vergi politikası uygulamaya konulduğunda, tüketicinin gelir durumu kötüleşmemelidir. Fiyatlama politikası yöntemlerinin başarılı olabilmesi için ise: Tüketicilerin kamusal mal ve hizmetlerden doğrudan doğruya faydalanmaları gerekmektedir. Böylece, fiyatlama politikasının uygulanması nedeniyle, olumlu dışsal ekonomi kaybı olmamalıdır.
Fiyatlama politikaları uygulandığında, düşük gelir grubundaki tüketicilerin refah düzeyleri düşürülmemelidir.
Mal ve hizmetlere belli düzeyde bir tüketici talebi olmalıdır. Böylece, kaynakların aşırı tüketimi durumu önlenmiş olacaktır. Ücret toplama giderleri, vergi toplamanın maliyetini geçmemelidir. Vergileme ve fiyatlama politikalarına ilişkin olarak belirtilen bu noktaların hem teori ve hem de uygulama yönünden başarılı olarak kullanıldığı çeşitli ülkeler bulunmaktadır.


alıntı

Papatya isimli Üye şimdilik offline konumundadır Alıntı ile Cevapla
Cevapla

Yukarı'daki Konuyu Aşağıdaki Sosyal Ağlarda Paylaşabilirsiniz.


Yetkileriniz
Konu Açma Yetkiniz Yok
Cevap Yazma Yetkiniz Yok
Eklenti Yükleme Yetkiniz Yok
Mesajınızı Değiştirme Yetkiniz Yok

BB code is Açık
Smileler Açık
[IMG] Kodları Açık
HTML-Kodu Kapalı
Trackbacks are Kapalı
Pingbacks are Açık
Refbacks are Açık


Forum hakkında Kullanılan sistem hakkında
Forumaski paylaşım sitesidir.Bu nedenle yazılı, görsel ve diğer materyaller sitemize kayıtlı üyelerimiz tarafından kontrol edilmeksizin eklenmektedir.Bu nedenden ötürü doğabilecek yasal sorumluluklar yazan kullanıcılara aittir.Sitemiz hak sahiplerinin şikayetleri doğrultusunda yazılı, görsel ve diğer materyalleri 48 saat içerisinde sitemizden kaldırmaktadır. Bildirimlerinizi bu linkten bize yapabilirsiniz.

Telif Hakları vBulletin® Copyright ©2000 - 2016, ve Jelsoft Enterprises Ltd.'e Aittir.
SEO by vBSEO 3.6.0 PL2 ©2011, Crawlability, Inc.
yetişkin sohbet chatkamerali.net

Saat: 04:16