|
İslamiyet kategorisinde açılmış olan Rıza-ı İlâhi konusu , ...
| LinkBack | Seçenekler | Arama | Stil |
20.12.2016, 18:46 | #1 (permalink) |
Süper Üye | Rıza-ı İlâhi TESİRİN SIRRI RIZA-YI İLAHÎ’DEDİR Çok zaman Kur’ânî hakikaletlerin süslü yaldızlı sözlerle anlatıldığını ama tesir etmediğini görüyoruz. Neden bir tesir icra etmiyor? Çünkü tesirin dayandığı esas İslâm’ın yaşanması ve Allah’ın rızasına karib olmasıdır. Rıza söylenen sözün yapılan hareketin ruhudur. Ruhsuz ceset ise bir başkasına hayat kazandıramaz. Sabah namazını kılmayan gafil mücahededen dem vuruyorsa onun mücahedesi milleti şeytanın yoluna sevketmektir.Böyle bir adamın cihadı Kur’ân’ın anlaşılmasına perde olmaktan ibarettir. Öyle gafillerin cihaddan ve tenevvürden dem vuruşlarını büyük müceddit şuna benzetiyor: “Rüyasında gördüğü bir rüyayı başkalarına anlatan uykudaki insan gibidir.” Tenevvürü hayattan halkı irşattan bahseden o gafiller uykularının derinliklerinde rüyada iken gördükleri hülyaları halka anlatıp irşad ettiğini zannetme gafleti içindedirler. Cenâb-ı Hakk kâlbimize meknuz ve mahfuz îmanı gizlemiştir. Bu îman bize çok şey yaptırıp çok şey kazandıracaktır. Ama biz o nar-ı beyzanın üzerindeki külleri sıyırıp atamadığımız için mutlak oluşa erememekteyiz. Efendimiz Mukaddes doğuş’u İslâm’ın hâkimiyetini beklerken çileli ve ızdıraplı günler yaşıyordu. Kâbe’nin gölgesinde namaz kılarken başına işkembe konuyor; gezdiği sokaklarda üzerine küller topraklar taşlar atılıyordu. O ise seve seve bunlara katlanıyor her cefaya rıza gösteriyor ashabına numune olarak varoluşa giden yolu gösteriyordu. Hazret-i Fatma anlatıyor: “Ebu Talib’in vefatından sonra birgün sokaktan geçerken başına bir sepet toprak döktüler. Resûlullah’ın başı-gözü toprak içinde kaldı. Mukavemet edecek durumda değildi. Mukabele ettiği an başına çöreklenecek kılıçlarıyla üzerine çullanacaklardı…” Resûlullah evine çekildi. Küçücük bir çocuk olan Fatma’da O’nun mübarek başlarındaki toprakları tarakla temizlerken hüngür hüngür ağladı. “Hâmin yok seni koruyan yok” dedi. Resûlallah ise: “Ağlama kızım. Allah beni kurtaracak onları rüsvay edecek.”(59) diyerek sabrediyordu. O’nu gören Ashab O’nun yoluna ittiba etmiş mecnunane bağlanmış fütur getirmeden gittiği yoldan gitmişlerdi. Kurtuluşa varoluşa giden yolun O’nun izinden geçtiğine inanıyorlardı. KALB İKİ SEVGİYE DARDIR İlim yuvalarında eskiden öylesine bir ihlas vardı ki.. insanlar sırf Allah rızası için gelir bir şeyler öğrenirler ders okurlar; makam paye mansıb diploma kariyer nedir bilmezlerdi. Onlara “diploma” deseniz; “Ötede Allah diploma mı soracakmış?” derlerdi. Sonraki dönemlerde ihlas öldü. İnsanlar diploma ve dünyalık uğruna okumaya-çalışmaya başladılar. Diplomayı küçümsediğim onun önemini inkar ettiğim düşünülmesin. Benim söylediğim Allah rızasının önüne başka şeylerin geçtiği hakikatıdır. Yoksa diploma da kariyer de meslekî başarılar da hep Allah rızasını kazanmak uğruna kullanılmalıdır. Her işin başı Allah rızasıdır onun dışındaki her şey tali ve ona tabi olmalıdır. Aslında ferdin başında bir kayyım olmalı ve başını döndürecek-bakışını bulandıracak dünyalık bir şeye nail olduğunda o onu yıkmalı. Aynı küçük çocukların özene bezene yaptıkları şeyleri büyükçe bir çocuğun gelip bozması dağıtması gibi. Evet bir kayyım bizim nazarlarımızı dünyaya celbeden şeyleri yerle bir etmeli ta ki her şey halisane Allah için olsun. Zaten Allah sevdiği kimselere dünyayı nasip etmez. Ellerini her uzattıklarında dünya onlardan kaçar. Allah çeşitli vesileler ile onları dünyaya küstürür. Erzurumlu bir alim vardı. Oğlu öldüğü gün yemyeşil bayramlıklarını giydi ve herkese sürurla mukabele etti. Diyordu ki: “Allah benimle muamelede bulundu.” Yaşar Hoca çok anlatırdı: Fatih Camiinde ders veren bir Hüsrev Hoca varmış. Yaşar Hoca da onun derslerine katılırmış. Çok derin birisi… Bir kızı varmış ve üniversitede okurmuş. Bir gün Yaşar Hoca ders okumak için hocanın kulübesine geliyor. Bakıyor ki bahçede bir kazanla su kaynıyor. Hoca her günkü gibi dersini takrir ediyor. Tavırlarında neşesinde hiçbir farklılık yok. Ders bitince diyor ki: “Şimdi sıra cenazemizi defnetmekte. Bizim kız dün gece vefat etti.” İşte böylesine Allah’a iman… O verdi O aldı. Biz de ölünce O’nun yanına gideceğiz. Yüreği yanmaz mı elbetteki yanar. Ama iman her şeyi hallediyor. Kalbe dünya sevgisini koymamak.. kalb iki sevgiye dardır hakikatine göre yaşamak. İbrahim Edhem kıssası bunu çok güzel anlatır. RIZAYA RAM OLMAK Duâlarda Cenab-ı Hakk’tan hizmet aşkı ve şevki istenebilir. Bununla birlikte ben duâlarımda “Senin sevdiğin ve razı olduğun” diyorum. Siz de encamını bilmediğiniz arkasında hayır mı var şer mi var kestiremediğiniz isteklerde bulunmamalısınız. Evet insan kendi arzu ve isteklerinden uzaklaşıp Rabbinin arzu ve istekleri içinde eriyip gitmesi çok önemlidir ve işte bence manevî terakki budur. RIZA PAZARI Efendimiz (sav) gönderdiği seriyyenin başındaki Abdullah b. Cahş (ra)’a giderken kimseyi zorlamamasını emreder. Zorlu bir yolda işin rıza yanı çok önemlidir. Cebren teslim olmuş insanlar daha güçlü tazyikler gördüklerinde her zaman ihanet edebilirler. İçten gelen ihanet ise dış düşmanın her türlü taarruzundan daha vahim neticeler doğurur. Düşman ne kadar güçlü olursa olsun her zaman ona karşı bir durum ayarlaması yapmak mümkündür. Fakat iç ihanetlerde bu imkân söz konusu değildir.. Ve her an beklenmedik sürprizlerle karşılaşmak ihtimal dahilindedir. Durum böyle olunca tedbir adına birşeyler yapmak da müşkülleşir. Onun için gayet rahatlıkla diyebiliriz ki Cenâb-ı Hakk’ın kendi dinini ikameyle vazifelendirdiği insanları çeşitli imtihanlarla elemesi kalbura koyması ayıklamaya tâbi tutması inanan insanlar için lütufların en büyüğüdür. Zira böyle bir yolladır ki kalleşler dönekler önemli yerlere yerleşip tahrip fırsatı bulamazlar. Cephenin elli defa elendikten sonra dahi dökülmeyen insanlardan meydana gelmesi o cephe adına bir bahtiyarlık onun yarım-yamalak insanlarla örülüp meydana gelmesi ise bir bahtsızlık ve hüsrandır. O’NUN MURADI “Allahümme veffiknâ ilâ mâ tühibbu ve terdâ – Allahım bizi kendi istediğimiz değil Senin hakkımızda razı olacağın rıza ve hoşnutluğunu kazandıracak işlere muvaffak eyle.” duası çok sevdiğim bir duadır. “İlâ mâ tühibbu ve terdâ” deyip O’nun rıza ve hoşnutluğunu kendi nefislerimizin değil de O’nun muradını talep etme kendimize rağmen yapılmış bir duadır. O esnada isteyeceğimiz başka şeyler de olabilir. Fakat mü’mine yaraşan O’nun muradı ardına düşmektir. Mesela insanlar her bucakta kabus içinde kabus yaşıyorken inananlar dörtbir taraftan kuşatılmış kolu kanadı kırılıp felç edilmiş vaziyette dört asırdan beri ızdırap yudumluyorken birdenbire her taraftaki mazlumun ahı dinse her yanda sevinç nağmeleri duyulsa dünya yaşanacak bir Cennet halini alsa ve bu işin vesilesi de bizim milletimiz görülse herkes öyle olduğunu kabul etse ve biz de bunun farkında olsak.. işte o zaman bile “Ya Rabbi! Sen bize isnat edilen milletimize bağlanan bu işten hoşnut değilsen biz de hoşnut değiliz.” diyebiliyor ve içimizden de hakikaten o şeye karşı tiksinti duyuyorsak O’nun rızasını arıyoruz demektir. Evet O’nun hoşnutluğu herşeyden önemlidir. Bundan dolayı “ilâ mâ tühibbu ve terdâ” sözü bizim daimi virdimiz olmalıdır. |
Yukarı'daki Konuyu Aşağıdaki Sosyal Ağlarda Paylaşabilirsiniz. |
| |
Forum hakkında | Kullanılan sistem hakkında |
| SEO by vBSEO 3.6.0 PL2 ©2011, Crawlability, Inc. |